Kur’an-ı Kerim’in muhtevası gayesine göre şekillenmiştir. Onun gayesi insana yol göstermek (hidâyet), böylece dünya ve ahiret mutluluğunu kazanmasına yardımcı olmaktır. O, Allah’ın (c.c) kelamı ve İslam dininin temel kaynağıdır, bu nedenle dinle ve insanla ilgilidir. Doğal olarak her bir surede, Allah’ın (c.c) yarattıklarıyla, özellikle de insanla, insanın insanlarla, diğer varlıklarla ve doğayla ilişkisi, bir de ahiret konuları işlenir. Dolayısıyla Allah’ (c.c), insan, nübüvvet, dünya Kur’an-ı Kerim’in ana konularıdır.
Kur’an-ı Kerim en fazla Yüce Allah’tan (c.c), onun ulûhiyet ve vahdaniyetinden bahseder. Öyle ki hangi konu anlatılırsa anlatılsın mutlaka Allah’a (c.c) bir atıf yapılır. Konunun bu kadar ön plana çıkmasının başlıca sebepleri şunlardır: Allah (c.c), bütün varlığın yaratıcısı, âlemin işleyişini elinde bulunduran tek kudrettir. Her şey Allah’a (c.c) bağımlıdır, o hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah (c.c), sonsuz rahmet sahibidir. Rahmet her şeyden önce insan ile ilgilidir, bu da insan Allah (c.c) arasında özel bir ilişkiyi gerektirir. Bu ilişki, kul ile kulluk edilen, abd-ma‘bud veya abd-Rabb ilişkisidir. Kur’an-ı Kerim, rahmete dayalı bu ilişkinin sadece iki varlık arasında kalmaması, müminin diğer varlıklarla ilişkilerine, kişisel ve sosyal hayatına yansımasını hedefler. Din de bunun için vardır.
Kur’an nazil olmadan önce bazı insanlar, Allah’ın (c.c) artık yaratmayı bıraktığını, kendi halinde köşesine çekildiğini, tarihe ve tabiata müdahale etmediğini, sünnetullahın cari olmadığını ve dünyayı kendi haline bıraktığını zan ediyorlardı. Allah’ın (c.c), –hâşâ- oğul edindiğini veya bazı insanlara hulül ettiğini (onların suretine girdiğini) iddia ediyorlardı. Oysaki Yüce Allah, tüm bu düşünce, vehim, hayal, kuruntu ve inançlardan uzak (münezzeh) olduğunu, vahiyle tarihe, mucize ile tabiata müdahil olduğunu, her ân yeni bir yaratma üzerinde bulunduğunu, dilediğini dilediği ânda yapma kudret ve keyfiyetine sahip bulunduğunu beyan etmektedir. Allah (c.c), bazı filozofların iddia ettiği gibi kâinat üzerinde tasarrufta bulunmaktan vaz geçmiş, insanı kendi aklı ve hevasıyla baş başa bırakmış, ilgisiz bir ilah değildir. O, “fa’alü’l-lima yurîd” (dilediğini dilediği ânda yapma kudret ve keyfiyetine sahip), hay (diri) ve kayyum (her şeyin varlığı kendisine bağlı olan, kâinatı idare eden) bir ilahtır.
Kur’an-ı Kerim’de birçok ayet Rabb’imizi çeşitli yönlerden tanıtır. Mesela Ayetü’l-kürsî diye bildiğimiz Bakara suresi 255. ayeti şöyledir:“Allah (c.c), başka tanrı yok ancak o, daima yaşıyan, daima duran tutan hayy-ü kayyum o, ne gaflet basar onu ne uyku, göklerdeki ve yerdeki hep onun, kimin haddine ki onun izni olmaksızın huzurunda şafaat edecek? Onların önlerinde ne var arkalarında ne var hepsini bilir, onlar ise onun dilediği kadarından başka ilm-i ilahîsinden hiç bir şey kavrıyamazlar, onun kürsîsi bütün gökleri ve yeri kucaklamıştır. Her ikisini görüb gözetmek ona bir ağırlık da vermez. O öyle ulu, öyle büyük azametlidir.”
Bu ayette olduğu gibi Yüce Allah (c.c), farklı yönleriyle çok sayıda ayete konu olmuştur. Onlardan birkaçını şöyle bir tabloda gösterebiliriz:
Ayetlerdeki anlatımlardan yola çıkarak Alemlerin Rabb’ini tanıyalım: Allah (c.c), bütün varlığı yaratan, idare eden, daima diri, her şeye gücü yeten, kainattaki her şeyin sahibi ve Rabb’i, her şeyi bilen, her şeyi yerli yerince yapandır; bütün yaratılmışlardan yücedir. Daima diri, her şeyin başı ve sonu, bütün canlıların yaşamı için gerekli olan şeyleri yaratır, evrenin gidişatını düzenler, insana hayatı bahşettiği gibi, her mevsimin ihtiyaçlarına göre dünyayı yaşama elverişli hale getirir; insan yaşamının her anını kontrol eder, eceli de O’nun elindedir, bu dünyanın sonunu getirecek de ahirette hükmü geçen ve tek söz sahibi de O’dur. Demek ki evrendeki her oluşun öznesi bizzat Allah’tır (c.c). Tarihi ve olayları yönlendiricidir. O hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de ona benzemez, O’ndan başka bu sıfatlara sahip bir ilah yoktur. O, daima insanın yanındadır, ulaşılmaz bir varlık değildir, insana en yakın olan, en iyi dost, en büyük destektir, o en büyük güven kaynağı, dayanılıp güvenilecek varlıktır; emniyet ve esenlik veren, huzur verendir. Seven, bağışlayan, merhamet eden, hak edene sevap veren veya azab eden, yarattıklarına karşı adil olandır. İbadete yegâne layık O’dur; insanlar iman ve amel bakımından hayat boyu O‘na karşı sorumludur, ahirette yaptıklarının hesabını verecektir. Lâilâhe illâllâh ifadesi, bütün bu anlatılanların tek cümlelik özetidir. Tevhidin zıddı şirk ve küfürdür. Allah’ı (c.c) bu evsafı ile tanımayan bütün düşünce ve inançlar, tevhide aykırı sayılır.
Allah’ın (c.c) bu kadar detaylı tanıtılmasının sebebi, inanmaya ve tapınmaya layık sadece O’nun olduğunu (tevhid) ispat etmektir. Tevhidin, Allah’ı (c.c) birlemenin özü, varlığında, sıfatlarında ve fiillerinde eşsiz ve benzersizliğinin kabul edilmesidir. Allah’ın (c.c) eşsizliğini İhlâs suresi veciz bir şekilde şöyle özetler: “De ki; ‘O Allah tekdir. Her şey Allah’a (c.c) muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir. O doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk olamaz.”
İnsan aklı, sayılan özellikleri ile Allah’ı tanıyabilir. Mümin ise ona candan ve güvenle bağlanır. Bu bağlılık onun dinî duygularını en güzel şekilde tatmin edebilir. Bir kimsenin mümin ve muvahhid sayılabilmesi, yukarıda anlatıldığı vasıflarıyla Allah’a (c.c) iman etmesi, aklında, gönlünde ve düşüncesinde O’nu birlemesi ve yaşantısını buna göre düzenlemesi, aynı zamanda hayatının her anında ve her işinde bu imanını sergilemesidir. O, her işinde Allah’ı gözetir; her türlü iyiliğin ve güzelliğin temelinde O’nun olduğunu kabul eder. İbadetlerini, şükrünü ve duasını O’na yapar. Çünkü “İnananlar, Allah’ı çok severler.”
Kur’an-ı Kerim’in ana konularından birisi de insandır. Bu konudaki ayetleri iki gurupta toplayabiliriz. Birinci gurupta insanın yaratılışına ve nasıl bir varlık olduğuna, ikincide ise onun değerine ve Allah’a (c.c) karşı sorumluluğuna ilişkin ayetler yer alır. Kur’an-ı Kerim’in açık ifadelerine göre diğer varlıklar gibi insanı yaratan da Allah’tır. İlk yaratılışta onun asıl hammaddesi topraktır. Allah kudreti ile onu şekilden şekle çevirmiş, sonra ruh, can vererek “insan” yaratmış, böylece Âdem var olmuştur.
Âdem’den ve eşinden de insan nesli çoğalmıştır. Onlardan sonra da her insan bir anne babadan doğmuştur. İşte bu çoğalma yani anne-babadan olma da Allah’ın (c.c) yaratması ile gerçekleşir. Bu mesele Mü’minûn suresi 12-14. ayetlerinin konusudur ve şu şekilde ifade edilir.: “Biz insanı (başlangıçta), çamurdan, süzülmüş çamurdan yarattık. Sonra (her bir insanın yaratılışında, önce) onu bir su damlası halinde sağlam bir yere (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu embriyoya (alaka) çevirdik. Alakayı da bir et parçası haline (mudğa) getirdik. Mudğayı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir varlık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!”
İnsanın yaratılışı diğer varlıklara göre özeldir. O, şerefli bir varlıktır, en güzel surette yaratılmıştır; diğer yaratılanlara verilmeyen akıl, ilim, düşünme, konuşma, irade ve seçim yapma nimeti ona verilmiş, böylece evrenin seçkin varlığı olmuştur. İşte buna Kur’an-ı Kerim’in dilinde ‘fıtrat’ denir. Bu niteliklere sahip olduğu içindir ki insan sorumluluk yüklenmiştir. Kur’an-ı Kerim’in insanın yaratılışına çok yer verilmesinin asıl nedeni de onun kendisini
yaratan Rabb’ini tanıması ve onunla sağlıklı bir ilişki kurmasını sağlamaktır.
Yüce Allah, rahmetinin göstergesi olarak evreni insanın emrine sunmuş, yaşam için ihtiyaç duyacağı bütün imkânları önüne sermiştir. Karşılığında da sadece kendisini tanımasını ve inanmasını istemiştir. Her insan kendi nasibince bu dünyadan faydalanır, kazanır ve onunla yaşamını devam ettirir. Fakat insan, ufacık bir eksiklik gördüğünde hemen nankörce Allah’ı suçlar. Fecr suresinde 15-16. ayetlerde insanın bu tutarsızlığına işaret vardır: “İnsan, her ne zaman Rabb’i onu imtihan eder, ona ikram eder ve nimetler verirse, o vakit ‘Rabb’im bana cömertçe verdi. Fakat her ne zaman da imtihan eder, rızkını daraltırsa o vakit de ‘Rabb’im Rabb’im beni aşağıladı.’ der.”
Rabb’imiz, insana olan rahmetinin başka bir göstergesi de vahiydir. Allah, onu vahiyle muhatap almıştır. Bu sayede o Rabb’ini tanır, O’nun razı olduğu dinini bilir, doğruyu ve yanlışı, bu dünyada ve ahirette mutlu olmanın yolunu bulur. Tarih boyu birçok peygamber Allah’tan (c.c) aldığı vahyi insanlara iletmiş, Allah’ın (c.c) yolunu göstermiştir. Şüphesiz kıyamete kadar en doğru ve en gerçekçi yolu Kur’an-ı Kerim göstermektedir ve gösterecektir. 10 Yol göstermek Allah’a (c.c), seçim yapmak insana aittir. O, doğruyu ve yanlışı, hakkı ve batılı tercihte özgürdür, kendi irade ve isteği ile yolunu seçer, kimse zorla iman ettirilmez. Şu ayetleri bu doğrultuda okuyalım:
“Resulüm! İnsanlara ulaştırman için bu kitabı sana biz indirdik. Kim doğru yola giderse kendi yararına gitmiş olur. Kim sapıtırsa kendi zararına sapıtmış olur. Sen onlardan sorumlu değilsin.”
“Biz insana doğru yolu gösterdik, artık ister şükreder ister nankörlük eder.”
Bir kısım insanlar Allah’ın (c.c) bu çağrısına kulak verir ve iman eder, O’nun dinini kabul eder, mü’min ve Müslüman olur. Ne var ki, bazı insanlar Rabb’ini tanımaz, gösterdiği yolda yürümeyi kabul etmez; bazıları inanıyormuş gibi yapar; bazıları da başka ilahlar edinirler. Böylece ya kâfir, ya münâfık veya müşrik adıyla anılır. Kendisini yaratanını tanımayan bir kâfîr üzerinden şöyle sorulmuştur: “Ey insan! Cömert olan Rabb’ine karşı seni gurura sürükleyen nedir? Halbuki O, seni yarattı, sana en güzel biçimi verdi, her şeyini yerli yerince yaptı. Dilediği bir şekil verdi.” İnsanın sorumlu olması ve yaptıklarından hesap vermesi de işte bu özgür seçimine dayanır. Özgürce yaptığı eylemlerinden ahirette hesap verecek, bunun sonucuna göre iyi veya kötü karşılık alacaktır.
Kur’an-ı Kerim, insana inmiş, ona hitap eden bir kitaptır. O, sahih bir dini, iç ve dış benliğinde mümin kimliğini oluşturmuş bir insanı ve böyle müminlerin meydana getirdiği Müslüman bir toplumu hedefler. Böyle güzel insanları ayetler şöyle tasvir eder: “… Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, Allah’ın (c.c) ayetleri okunduğu zaman da imanlarını artırır. Onlar sadece Allah’a (c.c) güvenip dayanırlar, namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden karşılıksız ifade ederler. İşte bunlar gerçek müminlerdir. Onlar için Rableri katında derece derece mükâfat, bağışlanma ve bol rızık vardır.”
“Rabb’inize sessizce ve gönülden yakarın. Doğrusu o aşırı gidenleri sevmez. Düzen sağlandıktan sonra yaşadığınız yerde bozgunculuk yapmayın. Allah’a (c.c) korkarak ve umutla yalvarın. Doğrusu Allah’ın (c.c) rahmeti iyi davrananlara yakındır.”
“De ki: ‘Gelin, size Rabb’inizin haram kıldığı şeyleri anlatayım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyi davranın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin… Gizli veya açık hiçbir kötülüğe yaklaşmayın, Allah’ın (c.c) haram kıldığı cana, haksız yere kıymayın… Erginlik çağına erişene kadar yetimin mallarını koruyun, kendinize almayın, ölçüyü-tartıyı adaletle yerine getirin. Bir kimseye ancak gücünün yeteceği kadar yükümlülük veririz. Akrabanız da olsa konuştuğunuzda adaletten ayrılmayın. Allah’ın (c.c) antlaşmasını yerine getirin. Allah bunları size öğüt alıp düşünesiniz diye anlatmaktadır.”
Ayetlerin bize anlattıklarından anlıyoruz ki olgun bir mümin, özgür iradesi ve aklı ile yaratanına kesin iman ve itaat eder. Mümin, sorumluluk bilincine sahiptir. Bu nedenle yaptıklarını neye göre, niçin yaptığının farkındadır. Yine o, Rabb’ine her zaman ibadet ve dua eder; ibadetlerini huşu ve samimiyetle yapar. Kur’an-ı Kerim’in ve Rasulullahın (as) öğretileri doğrultusunda ahlaklı bir insan olmaya çalışır. Bu yüzden o, sosyal hayatta insanlarla iyi münasebetler kurar; bütün yaratılmışlara ve yaratılanlara şefkat ve hoşgörü prensibine19 göre davranır. İnsana hürmet eder, haklarını ve hayatını korur; adalet, eşitlik ve iyiliğin egemenliği, kötülüklerin önlenmesi, yaşadığı toplumun, hatta bütün insanlığın refahı ve mutluluğu için mücadele eder.
İnsan, bu dünyadaki hayatını kendi başına idare edecek yetkinliğe sahiptir. Fakat o, her zaman ve her konuda doğruyu bulma ve tespit etme kapasitesine sahip değildir. Allah, din ve ahiret konuları böyledir. Tarihten bugüne insanların zaman zaman haktan sapmaları, kötülüklere dalmaları da bunun göstergesidir. Nübüvvet (peygamberlik), gerek Allah ve din hakkında doğruyu göstermek, gerekse batıl yoldan kurtarmak, kulluğun sadece Allah’a (c.c) yapılmasını sağlamak için insanlığın daimi rehberi olmuştur. Nübüvvet, Allah’ın (c.c) emir ve yasaklarını insanlara bildirme görevi ve yetkisidir. Bu görevi üstlenen kişiye, “nebi” veya “rasûl” denir. Her ikisinin yerine dilimizde “peygamber” kelimesi kullanılır. Allah, peygamberine bilgileri ve emirlerini vahiy yoluyla verir. Allah’tan (c.c) peygambere vahyi Cebrail adlı melek getirir.
Allah, insanı başıboş bırakmadığının somut işareti olarak daima peygamberler göndermiştir. Nisâ suresi 163-165. ayetler peygamberleri ve gönderiliş amacını şöyle özetler: “Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyüb’e, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiştik. Davud’a da Zebûr vermiştik. Nice peygamberler gönderdik ki onların bir kısmının kıssasını sana daha önce anlattık, bir kısmını da anlatmadık. Allah, Musa ile de konuştu. Müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler gönderdik ki, peygamberlerden sonra insanların Allah’a (c.c) karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, üstündür, her şeyi yerli yerince yapandır.”
Peygamberlerin görevi, insanlara Allah’ın (c.c) yolunu göstermek, O’nun dinini ulaştırmak, iyileri müjdelemek, adaleti gerçekleştirmek, insanların arasındaki ihtilafları çözmek, yanlışave sapkınlıklara karşı uyarmaktır. O halde nübüvvetin hedefini, dünya hayatında insana yol göstermek, ahirette kurtuluşuna vesile olmak diye özetleyebiliriz. Bu nedenle peygamber gönderilmeden insanlar sorumlu tutulmayacaktır. Öte yandan bütün peygamberler Allah’ın (c.c) dini İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Kaynak tek, tebliğ edilen şey aynıdır. Farklı din adlarının ortaya çıkması peygamberlerden sonra insanların verdiği isimdir.
Gerek Kur’an-ı Kerim’in ifadeleri gerekse tarihsel tecrübe gösteriyor ki, peygamber olmadan dinin sahih bir şekilde öğrenilmesi ve yaşanması zordur. Yine Allah’ın (c.c) kitabının anlaşılması ve hayata aktarılmasında peygamberin rehberliğinden vazgeçilemez. Ancak peygamberler, din kurucusu veya din koyucusu değildir, sadece Allah’ın (c.c) din adına vahyettiklerini insanlara tebliğ ederler. Onlar, Allah’ın (c.c) dinini anlatır ve bizzat yaşayarak örnek olurlar. Şüphesiz onlar insandırlar, fakat Allah’ın (c.c) seçtiği en seçkin kişilerdir. Onlar, yaşamları, üstün mücadeleleri ve iyi insan örneklikleri ile dinde güven kaynağıdırlar. Bu örneklikleri, insanların dini tanımaları ve kolayca kabul etmelerini sağlar. Yine de tarihte peygamberlerin Allah’tan (c.c) alıp insanlara bildirdiklerini kabul etmeyen ve inkârda direnenler olmuştur. Bazıları da bir mucize getirmesi halinde inanacağını söylemiş, peygamberler de Allah’ın (c.c) izni ve kudreti ile mucizeler göstermişlerdir. Fakat nankörler yine de iman etmemişlerdir. Peygamberler silsilesi Hz. Muhammed ile tamamlanmış, nübüvvet son bulmuştur. Onun önceki peygamberlerden farkı bütün insanlığa ve bütün zamanlara gönderilmiş olmasıdır.28 Onun en büyük ve evrensel mucizesi Kur’an-ı Kerimdir. Artık Allah’ın (c.c) dininin öğrenilmesi ve yaşanması Kur’an-ı Kerim aracılığıyla ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) tebliğ ettiği ve gösterdiği şekilde olacaktır. İnsanlar, dini anlama ve yorumlamada doğruyu yaptıkları gibi yanlış da yapabilirler. Kur’an-ı Kerim ise her zaman ve mekânda öğretme, uyarma ve müjdeleme işlevini yerine getiriyor. Böylece Allah’ın (c.c) vahyi hem süreklilik kazanıyor, hem de dünya hayatındaki önemini koruyor.
Kâinatın yaratılışı ile ilgili ayetler, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki bütün varlıkları yaratanın Yüce Allah olduğunu, bunların tasarruf ve hâkimiyetinin O’nun elinde bulunduğunu anlatır. Özel olarak ‘arz (yeryüzü) kelimesi, insanın yaşadığı dünya için kullanılır. Bitki, hayvan, dağ, deniz, nehir gibi varlıklara yapılan atıflarda, onların dünya hayatının bir parçası olduğu ve insanın istifadesine sunulduğu belirtilir. Buna göre dünya, bir yandan Allah’ın (c.c) emrindeki varlıklardan bir varlık, öte yandan insanın hizmetine ve yaşamına sunulmuş en büyük nimettir.
Kur’an-ı Kerim Allah’ın (c.c) kudretinin delili bakımından dünyanın ve dünyadakilerin yaratılışını öne çıkarır. Fakat “dünya hayatı” na karşı, ahiret hayatının değerli olduğunu her zaman ifade eder. Bu, Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde tasvir edilir: “Onlara dünya hayatının örneğini ver: (Dünya hayatı), gökten indirdiğimiz yağmur gibidir. Onunla yeryüzündeki bitkiler boy verip birbirine karışır. Fakat bütün bu canlılık sonunda rüzgârın savurduğu kuru çer çöpe döner. Allah, her şey üzerinde kudret sahibidir.” Burada anlatıldığı gibi, dünya hayatı, yağmurla şenlenen bir yer gibidir; güzeldir, hayat doludur, neşe ve mutluluk vardır. Mevsimler ilerledikçe o güzelim bitki örtüsü solar gider, insan hayatı da ilerledikçe solar ve bir gün tamamen sonlanır. İşte bu hayatta karşımıza çıkan güzellikler, türlü türlü nimetler, yaşam için gerekli olan şeylerdir. Fakat bunların bir başka anlamı daha vardır, o da imtihandır. Yüce Rabb’imiz ayette bunu bize şöyle bildirir: “İnsanların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim diye yeryüzündeki şeyleri ona bir ziynet yaptık.”
Dünya hayatı, özünde imtihandır. İyinin kötünün, mü’minin kâfirin, adilin, zalimin ortaya çıktığı yerdir. İmtihan dünyasındayız, bizi yaratana, bu nimetleri önümüze serene iman etmeliyiz ve onun buyurduğu şekilde yaşamaya çalışmalıyız. Dünya hayatı, insanın insanlığını ve Müslümanlığını sergilediği bir alandır. Yine dünya hayatı, dinin yaşanma alanıdır. Bu imtihanı başarıyla geçen ahireti de kazanmış demektir. İnanmayan ise sadece dünyadan istifadesi ile kalır, ahirete götüreceği bir şeyi yoktur.
Kur’an-ı Kerim nazarında dünya hayatı, kötülenmez değer de verilmez, hele hele aşırı bağlanılacak bir nesne gibi hiç görülmez. Sadece dünya hayatını tercih edip dini umursamayan, diğer insanları unutan, daha kötüsü Allah’ı ve ahireti yok sayan kimseler kınanır. Hesabını bilmediği bir zenginliğe kavuşan, fakat bunu sırf kendi çabasıyla elde ettiğini iddia eden, Allah’ı, ahireti ve o malda hakkı olan fakir fukarayı unutan Karun’un hikayesi bunun için anlatılır. Halbuki insanın bütün kazandıklarının asıl sahibi Allah’tır, rızkı veren de O’dur. Bu nedenle müminler kazandıklarından başkalarını da faydalandırırlar. İnfak ve sadaka, sahip olduklarını başkalarıyla paylaşmak demektir. Müslüman, elinden geldiği kadarıyla başka insanlara gönülden bağışta bulunur. Zekât ise her zengin Müslümanın yılda bir defa muhtaçlara yaptığı farz olan yardımdır. Böylece dünya hayatının zorlukları birlikte aşılmaya çalışılır.
Kur’an-ı Kerim’in sıkça vurguladığı bir gerçek de dünya hayatının geçici, ahiret hayatının ise kalıcılığıdır. Bu durumda dünya, ahirete hazırlığın yeridir. İnsan bu hakikati görerek hazırlıklı olmalıdır. Allahu Teala’nın şu uyarısı bunun için değil midir?: “Ey insanlar! Rabb’inize karşı gelmekten sakının. Hiçbir babanın çocuğuna bir yarar sağlayamayacağı, hiçbir çocuğun da babasına bir yarar sağlayamayacağı günden korkun! Şüphesiz Allah’ın (c.c) vadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. O aldatıcı şeytan da Allah’la sizi aldatmasın.” Sakın çok aldatıcı (şeytan), Allah hakkında sizi aldatmasın.”
Kur’an-ı Kerim’e göre, insan helal ve temiz kazancına sahip çıkmalı, onu artırmak için var gücüyle çalışmalıdır. O yüzden mümin, dünya hayatının bütün imkânlarından yararlanır, dünya hayatını insanî ve İslamî ölçülerde en iyi şekilde değerlendirir, güzel bir hayat yaşamaya çalışır. Fakat burada kalıcı olmadığı şuurundadır. Bilir ki her şeyin asıl sahibi Allah’tır, asıl mülk ve hükümranlık O’na aittir; kendisi de ölecek, dünyanın da sonu gelecektir. Bu yüzden kazandığını kaybettiğinde kriz hali yaşamaz, ölümden de hiç korkmaz, çünkü o her zaman ahirete, Allah’a (c.c) hesap vermeye hazırdır. Kur’an-ı Kerim’in öğrettiği gibi, dünya ve ahirette iyi bir hayat için şu şekilde dua etmeyi ihmal etmez: “Rabb’imiz! Bize dünyada bir iyilikahirette de bir iyilik ver! Bizi ateşin azabından koru!”
‘Son, sonraki’ anlamına gelen ahiret kelimesi, dünya hayatından sonra yaşanacak bir hayatı anlatır. Kur’an-ı Kerim’in kâinat ve zaman tasavvuru, görünen alemle ve dünya ile sınırlı değildir. Öteki dünya (ahiret) başlı başına bir alemdir ve o bu dünyanın devamıdır, yeni bir hayatın adıdır. Gerek kıssalar ve gerekse yapılan işlerin akıbeti anlatılırken mutlaka ahiret söz konusu edilir. Bu nedenle Allah’a (c.c) imandan sonra en çok bahsedilen konu ahirete imandır. Kısaca, Allah ve ahiret hayatı fikri, Kur’an-ı Kerim’in tamamında yer alır. Dolayısıyla tevhid ve ahiret, İslamın iki temelidir, birbirinden ayrılamaz. İslam alimleri, bu durumu göz önüne alarak, İslam’ın Allah’a (c.c) ve ahirete iman olmak üzere iki temele dayandığını söylemişlerdir.
Ahiret yurdu, bu dünyada insanın yaptıklarının karşılığının görüleceği, meyvelerinin alınacağı yerdir. Dünya, mükellefiyet, sorumluluk ve imtihan yeri, ahiret ise karşılık yeridir. Eğer ahiret olmazsa, dünya hayatının anlam ve hikmeti kalmazdı; ahiret olmazsa dünyada yaptıklarımızın bir değeri olmazdı, Allah’a (c.c) kulluk yapmanın sonucu da görülmezdi.
Ayetlerden anladığımıza göre ahiret hayatının belli başlı aşamaları şöyledir:
1. Her bir insanın ömrünü tamamlayıp ölmesi (ecel, mevt),
kabre konulması ve berzah alemi (dünya-ahiret arasındaki geçiş),
2. Bu dünyanın sonunun gelmesi (yevmü’l-kıyâme, es-sâ‘ah),
3. Yeniden dirilme (ba’s),
4. Allah’ın (c.c) huzurunda toplanma (haşr),
5. Amel defterine göre hesabın görülmesi ve karşılığının verilmesi
(mizân, yevmü’l-hisâb, yevmü’l-cezâ),
6. Cennet veya Cehennem hayatının başlaması.
Kur’an-ı Kerim’de bu aşamaların her biri hakkında ayrıntılı bilgi buluruz.
Yukarıdakilere benzeyen çok sayıdaki ayette kıyametin mutlaka kopacağı, dirilmenin kesinlikle gerçekleşeceği, herkesin kendi hesabını kendisinin vereceği ve Cennet-Cehennem sahneleri tekrar eder. Tekrarın ilk sebebi bir çok insanın ahiret konusunda şüpheye kapılması, ölümden sonra yeniden dirilmeyi imkansız görmesidir. Halbuki ahiret, Allah’ın (c.c) dilemesi ve kudreti ile gerçekleşecektir. Dolayısıyla ahireti ya da ahiretin bir aşamasını inkar eden Allah’ı inkâr etmiştir. Allah’ı inkar eden ahireti de inkar etmiş sayılır.
İnkârcılar yeniden diriltildiklerinde gerçeği anlayacak ve şaşkın şaşkın etraflarına bakacaklardır. Hesap vermenin de gerçek olduğunu görünce Allah’tan (c.c) ‘Beni dünyaya gönder de benden istediklerini kat kat fazlasıyla yapayım’ diye istekte bulunacaklardır, ama artık çok geç kalmışlar, iş işten geçmiştir.
Şayet insan Allah’ı iyi tanırsa, O’nun yeniden diriltebileceğini, kullarını hesaba çekeceğini, onlara hak ettikleri karşılığı vereceğini kabul eder ve öylece de inanır. Elbette O, peygamberler dahil bütün insanlara bu dünyada yaptıklarının veya yapmadıklarının hesabını soracaktır. O, kimin ne yaptığını bilmektedir. Kimse itiraz etmeye cesaret edemeyecektir. Terazi o gün en doğru şekilde tartacak, artık kimin iyilik tarafı ağır basarsa o kurtulacak, kimin de iyilik tarafı hafif gelirse o da kendine yazık eden diğerleri gibi acı bir azabı hak etmiş olacaktır.
Sonuç olarak, ölüm, bir son değil, yeni bir hayata başlangıçtır. Ölüm ile kişinin bu dünyaya ait bütün tasarruf ve bağlantıları kesilir. Onun için artık ahiret hayatı başlamış demektir. Haklının-haksızın, adilin-zalimin, müttakinin-günahkârın, ortaya çıkacağı, ona göre de ödül ya da ceza alacağı yerdir ahiret. Allah adaleti gereği kimseye zulmetmez, herkes hak ettiği karşılığı alır. Zerre miktarı iyilik yapmış, güzel iş ortaya koymuşsa mutlaka onun karşılığını görecektir. Tersi de geçerlidir, zerre miktarı kötü iş yapan da kesinlikle karşılığının görecektir. Cennetlikler Allah’ın (c.c) büyük ikramı ile karşılaşacak, hayal edemeyecekleri mutlu bir hayata kavuşacaklar. Cehennem de dayanılmaz acılar yurdu olacaktır.
Ahirete, hesaba ve karşılık görmeye inanan insan, dünya hayatında yanlış, günah, haksızlık, zulüm gibi dinin yasakladığı, insanların hoş görmedikleri ve Allah’ın (c.c) razı olmadığı şeyleri yapmaz; hukuktan, adaletten ve ahlaktan sapmaz. Allah’a (c.c) ve insanlara karşı bütün sorumluluklarını eksiksiz yerine getirmeye bütün gücüyle çalışır. Kimsenin hakkını yemez, kendi hakkını yedirmez, hakkına razı olur; zulüm yapmaz zulme razı olmaz. Dünyanın zorluklarına dayanır, acılarına katlanır. Ölüm düşüncesi, onu dünyaya tapacak kadar bağlanmaktan uzak tutar; sahip olduklarını kaybedince kendisini kaybetmez. İbadetlerini yerli yerince yapar, hayır hasenatı eksik etmez; bunların karşılığını da Rabb’inden bekler. Hasılı bu dünyada gerçek bir mümin hayatının, ahirette mutluluk demek olduğunu bilir. Allah’ın (c.c) razı olduğu salih amel yapmanın ahirette karşılığının kat kat kendisine döneceğinden emindir. Böyle insanların oluşturduğu bir toplum her gün daha güzele, daha mutlu bir hayata doğru sürüklenir.
Manası:
De ki: “Sabahın Rabb’ine sığınırım; yarattığı şeylerden gelebilecek kötülüklerden; karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden; düğümlere üfürenlerin şerrinden; bir de kıskandığı vakit kıskanç kişinin şerrinden!”
Tefsiri:
Sure ismini ilk ayetteki el-felak kelimesinden almıştır. Kur’an-ı Kerim’de 113. sırada yer alır. Bu ve Nas suresi Allah’a (c.c) sığınmayı emrettiği için ikisine birden Muavvizeteyn (iki koruyucu, iki sığınılan) ismi verilmiştir. Her iki sure de Mekke döneminin ilk yıllarında, peş peşe inmiştir. Medine döneminde indiğine dair rivayetler var ise de surelerin içerik ve üslubu Mekke dönemine uygundur.
Surede, manası açıklanması gerekli kelimeler şunlardır: E‘ûzü, felak, ğâsik, neffâsâti fi’l-ukad. E‘ûzü (sığınırım), fiili, ‘başkasına sığınmak, iltica etmek, ona bağlı olmak’ anlamındaki a- ve -ze kökünden gelir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a (c.c) sığınmak” ile ilgili olarak birkaç defa geçer. Felak, “bir şeyi yarmak, bir kısmını diğerinden ayırmak” demektir. Kelime En’âm suresi 95, 96. ve Şuarâ suresi 63. ayetlerde bu manada geçer. Ğâsik, “karanlığın çökmesi”; neffesâti fi’l-ukad ise “düğümlere üfleyen büyücüler” demektir. Dört defa tekrar eden şerr kelimesi ‘herkesin kaçtığı şey, kötülük’ manasına gelir.
Surenin ilk kelimesi olan ‘Kul’ (de, söyle) ile Allah Tealâ, peygamberi Hz. Muhammed’e (s.a.v) hangi kelimelerle sığınacağını öğretmektedir. Buna göre, ‘‘Karanlığı ortadan kaldırıp sabahın aydınlığını çıkaran Allah’a (c.c) sığınırım’’ demesi istenmiştir. Bu ayette, Allah’ın (c.c) manevi olarak cahiliye ve küfür karanlığını yarıp tevhid aydınlığına kavuşturması da ima edilmiştir. Allah’a (c.c) sığınılacak kötülüklere gelince, onlar da 2-5. ayetlerde bahsedilen şu dört şeydir: Yaratılanların şerri; karanlıktan istifade edilerek yapılan kötülükler, sihirbazların şerri, hasetçinin şerri.
Surede dört şeyden kaynaklanan kötülük sayılmıştır. Yaratılanlar, karanlık, haset ya da sihir yapan insanlar, varlık olarak kötü değildir. Fakat yaratılan herhangi bir varlık başkalarına kötülük yapabilir, başkalarının sahip olduğu şeyleri kıskanarak haset edebilir, yine dünyalık çıkar için başkalarına sihir yapar ya da yaptırabilir. Haset, birçok insanda hastalık derecesindedir, onu kendisi ile yüzleşerek, kendi gerçekliğini kabullenerek aşabilir.
Sihir yapanlar ise çeşitli yol ve araçlar kullanarak hem başkalarına zarar verir hem de hak etmedikleri kazançlar sağlarlar. Bunu yapan ve yaptıranlar lanetlenmiştir. Haset, sihir ve benzeri kötülüklerin çoğu gizli, çeşitli hile ve desiselerle yapıldığı için insanlar farkına varamayabilir. Burada örneği verilen ve benzeri başka kötülüklerden haberimiz olursa sakınmaya çalışırız, ancak hakkımızdaki düşmanca ve haince birçok kötülüğün farkına varamayız. İşte o zaman her şeyi görüp gözeten, her şeyden haberdar olan Yüce Rabb’imizin korumasına sığınmaktan başka çaremiz kalmaz. Şüphesiz O, farkına varmadığımız nice bela ve kötülükten bizi korumuştur da biz farkında değilizdir. Nitekim Allah Resulü Mekke’de kendisi hakkında gizli ve açık kötülük planlayanların şerrinden Allah’a (c.c) sığınarak korunmuştur. Resulünü çok seven Rabb’i ise hiçbir zaman onu yalnız bırakmamış, daima onu korumuştur. O, bu korumayı kendisine sığınan her kuluna yapar.
Burada hemen belirtelim ki surenin son iki ayetinde bahsedilen sihir yapmak ve haset etmek, insanların kaçınması gereken kötü işler olarak anılmıştır. Buna göre bir Müslümanın, inandığı kitabın kötü gördüğü bir işi işlememesi gerekir. Onlardan kaçınması, yapanları da uyarması gerekir. İyi mü’min olmak aynı zamanda başkalarına zarar veren şeyleri yapmaktan kaçınmakla olur. Çünkü dinimiz sadece Allah’a (c.c) karşı vazifeler yüklemez, aynı zamanda O’nun yarattığı insanlara karşı da görev ve sorumluluklar yükler. Bu surede onların bir kısmına işaret edilmiştir.
Manası:
Rahman ve Rahîm olan Allah´ın adıyla De ki: “Cinlerden olsun insanlardan olsun, insanların kalplerine vesvese sokan sinsi şeytanın şerrinden insanların Rabb’ine, insanların mâlik ve hâkimine, insanların mâbuduna sığınırım!”
Tefsiri:
Bu sure yapı, üslup, mahiyet, maksat ve sebeb-i nüzul bakımından Felak suresi ile bütünleşir. İsmini ilk ayetteki en-nâs (insanlar) kelimesinden alır. Kur’an-ı Kerim’in 114. ve son suresidir, 6 ayettir. el-Vesvâs (çok vesvese veren) ismi vesvese kökünden gelir. Vesvese, “şüphe, tereddüt, gizli fısıltı, boş kuruntu, gereksiz yere meşgul eden düşünce” demektir. Hannâs, “geride kalan, yakalayan, gizlice sokulan”, sadr, göğüs, kalp, akıl el-cinnet, “cinler topluluğu” manasına gelir.
Sure birbirinin devamı olan iki bölümden oluşur. Birinci kısmı ilk üç ayetteki Allah’a (c.c) sığınmadır. “İnsanlar” kelimesi üç defa tekrar ederken, her birinde onun Allah ile olan ilişkisinin farklı bir boyutunu ifade eden Rab, Melik, İlah kelimeleri seçilmiştir. Rab, yaratan, terbiye eden ve ihtiyaçları gideren; Melik, insanların hakimi, onlara buyruklar veren; İlah tapınılacak yegâne varlık demektir.
İkinci kısım ise sığınılacak şeyi, insanları, sinsice kötülüğe sürükleyen cinlerin ve insanların şerrini konu edinir. “İnsanlardan ve cinlerden vesveseciler” şeklindeki ifade sadece bu surede vardır. Her iki kelime de çoğuldur, ortak noktaları insanların kalplerine şüphe düşürmek, akıllarını karıştırarak anlamsız düşüncelerle meşgul etmek ve yıpratmaktır. Bunlar vesveseyi, bir sanat haline getirmiş, çeşitli sinsi yollarla icra ederler. Cinlerden olan şeytanlar, görünmeyen varlıklar olduğu için böyle bir işi kolayca yapabilirler. Fakat başkalarının kalbine ve aklına Allah ve yapacağı doğru işler hakkında şüpheler bırakan ve bunu da sinsi yollarla uygulayan insan da şeytan ile aynı kategoriye girmiştir. Onun için ikisi birlikte anılmıştır. Esasında insanın iman ve amel konusunda asıl düşmanı şeytandır, fakat öyle insanlar var ki şeytanı bile geride bırakacak metotlar ile insanları yoldan çıkarır. İşte şeytanların ve onlara benzeyen insanların şerrinden korunmak için Allah’a (c.c) sığınma tedbirini almak gerekir. Sonra da iman, amel ve ahlakı sağlamlaştırarak ve güzelleştirerek onlara üstün gelmeye çalışmalıdır.
İnsan-Allah ilişkisi, dediğimizde çok genel bir ilişkiyi anlatırız. Fakat rab-kul ilişkisi çok özel bir ilişkidir. Rab-kul ilişkisi kısaca, Allah ile O’na inanan, tapan ve yardım isteyen, O’nu Rab edinen insan ilişkisi demektir. Felak ve Nâs sureleri işte bu özel durumu anlatır. Her ikisinde de Peygamber’in (s.a.v) şahsında öğretilen sığınma duaları onun ümmetine öğretilmiş, dolayısıyla onların da bu sığınmayı yapmaları istenmiştir. Böylece birçok ayeti kerimede olduğu gibi Kur’an-ı Kerim’in ilk suresinde de son iki suresinde de bu ince nokta perçinlenmiştir. Konuya ilişkin bir incelik de şudur: Kur’an-ı Kerim’in hem nüzul sırasına göre ilk inen Alak suresi 1. ayette ve son inen sure olan Nasr suresinin son ayetinde hem de normal sıralamada ilk ve son ayette Rabbe sığınma ve onun yardımı söz konusu edilir.
Allah’a (c.c) sığınmanın gerekçesi çok açıktır. İnsan bu dünyada sahip olduğu yetenekleri, makamı, serveti vs. ile hayatını devam ettirebilir. Fakat İslama göre insan sadece dünya, maddi varlık ile sınırlı değildir. Her şeyden önce bir dünya hayatı bir de ahiret hayatı vardır. Yine o, dünyaya kendi başına gelmemiş, her şeyi kendi çabası ile elde etmemiştir. Onu yaratan, çeşitli imkan ve yeteneklerle donatan, çalıştığında onun karşılığını veren bir Yüce Kudret vardır. İşte O, Allah’tır. O, insandan sadece gösterdiği yolda yürümesini, kendisini unutmamasını ister. Onu unutmamanın, ilişkiyi sıcak tutmanın yollarından birisi de Rabb’ine teşekkür etmesi, O’nu yüceltmesi, dua etmesi ve O’na sığınmasıdır.