Kelâm ilminde bilgi, öncelikli ve önemli bir konudur. Bu konunun önemi, Kur’ân’ın ilk inen ayetlerinde bütün açıklığı ile ortaya konmuştur: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı rahim duvarına yapışan bir nesneden yarattı. Oku! Rabbinin çömertliği sınırsızdır. O kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” (el-Alak 96/1-5) Hz. Peygamber’e ilk inen bu ayetlerde ilk sözün “Oku!” emri olması, ilme ne denli önem verildiğinin açık kanıtıdır. “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (ez-Zumer 39/9) ayeti ile “Allah’tan hakkıyla sakınanlar ancak bilen insanlardır.” (Fâtır 35/28) ayeti bu gerçeği dile getirir.
Bilginin ne olduğunun ve İslam düşünce tarihi içinde nasıl anlaşıldığının bilinmesi önem arz etmektedir. Arapça bir kelime olan “ilim” ve Türkçe’de bunun yerine kullanılan “bilgi” sözlükte “bilme”, “biliş” ve “tanıma” gibi anlamlara gelmektedir.
Terim anlamına gelince, kelâm âlimleri ilmin tam bir tarifinin yapılabileceği konusunda ittifak içinde görülmemektedir. Cüveynî (ö. 478/1085) ile Gazzâlî (ö. 505/1111) ilmin tarifinin zor olduğunu söylerken, Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) bunun mümkün olmadığı ancak mahiyetinin bilinebileceği şeklinde bir görüş ortaya koymaktadır. Bu iki olumsuz tavra karşılık ilmin tarifinin yapılabileceğini iddia edenler de olmuş ve bu alanda bazı tarifler yapılmıştır. Bunların en çok kabul görenlerini şöylece sıralamak mümkündür: “Akla ve duyulara konu olan objenin tanınması”, “Aksine ihtimal verilmeyecek şekilde anlamların birbirinden ayırt edilmesi.” Birinci tarifte hem aklın ve hem de duyuların bilgi edinmede rolü vurgulanmıştır. İkinci tarifte ise duyular göz ardı edilerek sadece aklın bilgi edinmedeki rolüne vurgu yapılmıştır.
Kur’ân’da bilgi, insanın özelliklerinin tümünü dikkate alan bir çerçeve içinde sunulur. Duyulardan akla kadar insanıp sahip olduğu özellikler veya bilgi edinme yetenekleri bir bütün olarak değerlendirilir. Bunlar arasında kuvvetli zayıf, yeterli-yetersiz ayrımına gidilmez.
Kur’ân’da geçen kalb ve fuâd kelimeleri incelendiğinde, bunların ya aklın değişik bilgi düzeylerini ifade eden kavramlar ya da aklın yanında ona destek veren farklı bilgi araçları olduğu görülür. Çünkü bunlar Kur’ân’da olumlu ve olumsuz kullanılmaya uygun imkânlar olarak zikredilir. Öte yandan Kur’ân’da duyular ile aklı ifade eden kavramların bir arada zikredilmesi, ancak bunların hep birlikte kullanılması durumunda gerçeğe uygun doğru bilgi elde edilebileceğinin ifadesidir.
Kur’ân’da bilgi elde etme aracı olarak geçen kalbe, sezgi demek bile mümkündür. Çünkü sezgi, insanın içine aniden doğan bir bilgi türüdür. Bu bilginin elde edilmesinde ne aklın ne de duyuların bir rolü vardır. Yine Kur’ân’da sezgiyi çağrıştıracak bir başka kavram olarak basiret kavramı kullanılır. Basiret kavramı halk arasında daha çok öngörü, iç görü ve bir şeyi önceden sezme/hissetme anlamında kullanılır. Bu yönüyle Kur’an’daki kullanımı ile örtüşür.
Bilgi Edinme Yolları
Kelâmda bilgi edinme yolu, duyular, haber ve akıl şeklinde belirlenmiştir.
Beş Duyu: Kelâmda duyular görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama şeklinde beş duyu olarak geçer. Her bir duyunun ancak kendi alanı ve belirlendiği hususlarda işlev göreceği özellikle belirtilir. Bunun anlamı, görme duyusu ile işitilmeyeceği, işitme duyusu ile tat alınamayacağı, dokunma duyusu ile görülemeyeceğidir. Çünkü her bir duyu Yüce Allah tarafından, belli ve belirlenmiş bir alanda işlev görmek üzere yaratılmıştır. Ancak bazı duyuların eksilmesi ile diğer duyuların meydana gelen açığı bir ölçüde kapatmak için gelişmesi de söz konusudur. Sözgelimi görmeyen bir kimsenin insanları dokunma duyusu ile tanıması veya koklama duyusu ile eşyayı veya kişileri kokularından ayırt edebilmesi mümkün olabilmektedir.
Haber: Kelâmda haber aktarma yoluyla insanda hâsıl olan gerçeğe uygun bilgi şeklinde tanımlanır. Gerçeğe uygun olması haberin doğru olduğu, aktarma şeklinde gerçekleşmesi de dış bir araç ile insana ulaşması anlamına gelir. Çünkü kişinin duyularını ve aklını kullanarak bizzat kendi çabasıyla elde ettiği bilgi haber olarak değerlendirilmez. Bir bilginin haber olabilmesi için kişinin kendi dışında bulunan bir aracı vasıtasıyla onu elde etmesi gerekir. Peygamberlere melek aracılığı ile gelen vahiy olarak adlandırılan bilgiler de haberdir. Aynı şekilde peygamberin kendisine gelen bu vahyi insanlara aktarması ve onların da diğer insanlara aktarması haber kategorisinde değerlendirilir.
Kelâm kaynaklarında haberler kesinlik hiyerarşisine göre birkaç sınıfa ayrılır. Kesinlik düzeyinin en üst noktasında bulunan haber mütevatir olandır. Mütevatir olmayan haber, tek kişinin veya yalan üzere birleşmesi imkân dâhilinde olan bir topluluğun verdiği haberdir. Bu tür habere âhâd haber adı verilir. Bir haberin mütevatir veya âhâd haber olması, haberin gerçekliği ve gerçekleşmişliği ile alakalıdır.
Akıl: İnsanda bulunan düşünme, anlama ve kavrama gücüne genellikle akıl denilir. Aslında akıl gücü insanın kavrama mekanizmasının merkezini oluşturur. İnsan bu güç sayesinde anlama, anlatma ve seçme faaliyetini yürütür. Bir başka deyişle insanın bir konuyu anlaması, onu bir başkasına açıklaması ve önüne çıkan seçeneklerden birini tercih etmesi bu akıl gücü sayesinde gerçekleşir.
Keşif ve rüyanın bilgi edinme yolu sayılması: Keşif, genel kabule göre Allah’ın bazı sevgili kullarına ilham yoluyla çeşitli konularda bilgiler vermesidir. Seven ve sevilen kul mertebesine erişen müminlere Allah’ın lütfu ile bazı perdelerin açılması ve kulun bilgilendirilmesidir. Bu mertebeye ulaşan kişiye de, Allah dostu anlamında velî denilir. Ancak bu tür olağanüstü olaylar sadece velî denilen kişilerde değil, başka şahıslarda da görülebilir. Sözgelimi isyankâr ve inanmayan kişilere de Allah bazen olağan üstü olayları verir. Bu onları sınamak veya isyan ve küfürdeki durumlarını diğer insanlar nezdinde açığa çıkarmak veya inatları sebebiyle bulundukları yerden daha kötü bir duruma gitmelerinin yolunu açmak içindir.
İslâm âlimleri, itikadî ve amelî konularda hüküm verirken keşif ve ilhama hep ihtiyat ile yaklaşmışlar ve her ne kadar sahibi için bir değer ifade etse bile, başkaları için kesinlikle bağlayıcı olamayacağını dile getirmişlerdir. Çünkü keşif/ilham ile elde edilen bilgi kapalı, ispatı imkânsız ve kişinin vicdanı ile sınırlıdır. Bu yüzden sufîlerin de içinde bulunduğu büyük çoğunluk, keşfin inanç alanında delil olmasını uygun bulmazlar. Aynı husus rüyalar için de geçerlidir. Her ne kadar rüya, gören açısından bir değer taşısa bile, rüyadan hareketle dinî bir hüküm verilemez. Sadık/ doğru olan rüya ile olmayanı birbirinden ayırmak çok kolay değildir. Çünkü ilham ve keşifte olduğu gibi rüya da, test edilemez ve sübjektiftir.
Kelâmda bilgi birkaç bakımdan kategorize edilebilir. Birinci ayrım, Allah’a ait bilgi ile insana ait bilgi, hem mahiyet hem de içerik olarak birbirinden farklıdır. Allah’a ait bilgi öncesiz ve sonrasızlık özelliklerine sahip iken, insana ait bilginin bir öncesi bir de sonrası vardır. Çünkü Allah için zaman ve mekân söz konusu olmadığından O’nun için önce ve sonradan söz edilemez. Ancak insan zaman ve mekân içinde bulunduğundan öncesi-sonrası, arkası-önü, sağı-solu bulunmaktadır. İnsanın sahip olduğu bilginin de öncesi-sonrası ile belli bir niceliği ve niteliği vardır. Bu yüzden kelâm âlimleri Allah’ın ilmine öncesiz ve sonrasız anlamında kadîm bilgi, insana ait bilgiye de öğrenme ile sonradan meydana geldiğinden ve başlangıcı bulunduğundan, sonradan olma anlamında hâdis bilgi demişlerdir. İkinci ayrım ise bilginin akıl ile elde edilmesi ile nakletme yani haber yoluyla elde edilmesi bakımındandır. İnsanın düşünmesi ve akıl yürütmesi ile elde ettiği bilgiye aklî bilgi denilirken, bir başkasından nakil yoluyla alınan haberlere ise naklî bilgi denilmiştir.
Aklın hiçbir çaba sarfetmeksizin elde ettiği bilgi, zaruri/zorunlu bilgidir. Bu bilgiye, herhangi bir şüpheye ve ihtilafa yol açmayacak şekilde son derece açık olduğundan apaçık bilgi anlamında bedihî bilgi de denilmiştir. Bunun tersine insanın bir çaba ve düşünmesi sonucu elde edilen bilgiye kazanılmış anlamında iktisâbî bilgi adı verilmiştir. Bu tür bilgiye bir kanıt/delil yoluyla ulaşıldığından delile gereksinim duyan bilgi anlamında istidlalî bilgi adı da verilmiştir. Ayrıca nazar yani düşünme yoluyla elde edilmesi dikkate alınarak nazarî bilgi diye de adlandırılmıştır.
Aklî bilgi sağlam ve objektif delillere dayanıyor ve kesinlik ifade ediyorsa burhanî bilgi, şayet şüphe taşıyan veya sübjektif delillere dayanıyorsa ve ancak ikna yoluyla anlatılması söz konusu ise buna hatâbî bilgi adı verilir.
Haber yoluyla elde edilen naklî bilgi ise kesin bilgi anlamında yakînî ve şüpheli bilgi anlamında zannî şeklinde
iki gruba ayrılır. Yukarıda geçtiği gibi haber yalan söylemesi imkan ve ihtimal dâhilinde olmayan bir topluluk tarafından aktarılmışsa yani mütevatir ise ve anlaşılması noktasında bir kapalılık yoksa bu bilgi kesinlik ifade eder ve yakinî bilgi olarak değerlendirilir. Şayet haber tek kişinin bildirmesi ile gerçekleşmiş âhâd haber ise veya mütevatir olmakla birlikte kapalılık özelliği taşıyorsa bu tür bilgiye zannî denilir.
Kelâm alanında bir bilginin inanç açısından değer ifade etmesi için öncelikle naklî ise yakînî, aklî ise burhanî olması gerekir. Diğer bir deyişle inanç ilkesi oluşturulurken bilginin akıl ve nakil bakımından sağlam ve apaçık delillere dayanıyor olması aranır. Bilginin değeri bilgi araçlarının değeri ile de doğru orantılıdır.
Haber yoluyla elde edilen bilginin değeri, haberi getiren kişinin güvenilir olması ile birebir irtibatlıdır. Haberi getirenin güvenilmez oluşu, aynıyla haberi etkiler ve değerini düşürür.
Bundan dolayı Kur’ân’da “Size bir fasık haber getirdiğinde onu araştırın” (el-Hucûrât 49/6) emri verilmiştir.
Kelâm, İslam akaidini açıklamak ve savunmak için ortaya çıkmış bir ilim dalıdır. Kelâm ilminin savunduğu İslam akaidinin temel kaynaklarını tanımak aynı zamanda kelâmın temel kaynaklarını tanımak anlamına gelir. Akaid ise, dinin inanç esaslarıdır. Bunun da yegâne kaynağı, Allah’ın peygamberine vahiy yoluyla gönderdiği Kur’an’dır. Kur’ân’ın iki temel özelliği vardır: 1. Vahiy getiren melek Cebrail aracılığı ile Hz. Peygamber’e ulaşması. 2. Sadece vahiy yoluyla Kur’ân kendisine inzal olunan Hz. Peygamber değil, Kur’ân’ın gönderildiği bütün insanların ondaki hükümlerle yükümlü tutulmasıdır.
Kur’anın Beşerî alandaki ilk muhatabı Hz. Muhammed’dir. Hz. Muhammed peyamber olma özelliği ile görevini aksatacak veya zarar verecek her türlü maddi-manevi tehlikeden korunmuştur. Buna masum olması veya ismet sıfatına sahip olması denilir. Hz. Peygamber’e inen bu Kur’ân, korunmuş özelliğine sahip Hz. Peygamber aracılığı ile insanlara ulaştırılır. Bu işleme tebliğ adı verilir. İşte böyle güvenli bir şekilde hedefine ulaşan Kur’ân “İçinde hiç şüphe bulunmayan bir kitaptır” (el-Bakara 2/2). Bu güvenirlik, Hz. Peygamber’in hem Kur’ân’ı algılaması hem de onu aktarması noktasında Allah’ın koruyuculuğu altında olmasındandır.
İnanç esaslarının ikinci kaynağı bizzat Hz. Peygamber’in kendisidir. Hz. Peygamber, Kur’ân’ın ilk ve en güvenilir yorumcusudur. Çünkü o dinî her türlü tasarrufunda Allah’ın koruyuculuğu altındadır. Bu onun yorumunun ilahî gözetim altında olması anlamına gelir. Nitekim “Sana Kur’ân’ı okuduğumuzda onun okunuşunu takip et; sonra onun açıklaması/yorumu bize aittir” (el-Kıyâme 75/18-19) mealindeki ayette Kur’ân’ın Hz. Peygamber tarafından çıklaması ile uygulamasının ilâhî kontrol altında olduğu ifade edilir. Ayrıca “O kendinden bir şey söylemez ne söylüyorsa vahiydir” (en-Necm 53/3) mealindeki ayet özellikle peygamberin söz, fiil ve kabullerinin ilahî gözetim ve denetim altında olduğunu göstergesidir.
Kur’ân ve Sünnet’in yanı sıra kelâmda aklın da bir kaynak olması söz konusudur. Aklın kaynak olması, istidlâl veya istinbât denilen çıkarsama yolunun kullanılmasıdır. İlk dönem kelâmcıların çıkarsama yöntemi daha çok görünenden hareketle görünmeyen hakkında hüküm vermek şeklinde formüle edilebilecek fıkhî kıyastır. Ancak daha sonraki kelâmcılar mantığın da etkisiyle bilinenlerden hareketle bilinmeyen hakkında hüküm vermek anlamına gelen mantık kıyasını kullanmaya başlamışlardır.
Birinci yöntemi kullananlar, iki husus arasında bir benzerlik kurarak değerlendirme yapıyorlardı. Böylece görünen âlemde var olan olgu ve olaylardan hareketle görünmeyen âlemdeki olgu ve olaylar hakkında hüküm vermiş oluyorlardı. Sonraki kelâmcıların uyguladığı mantıkî kıyas yöntemi ise bilgiyi esas alır. İnsan zihninde var olan bilgiden hareketle, bilinmeyen hakkında hüküm vermemiz mümkündür. Bu tür bilgide iki öncül, bir sonuç şeklinde tam bir kıyasın bulunması gerekir. Öncüllerin de sağlam ve sağlıklı olması aranan bir şarttır.
Aklın kaynak olması mümkün ise de, dinî alanda kesin kaynak olması hususu tartışmaya açıktır. İlk dönem İslam düşünürleri ile günümüzde Selefî yöntem ve düşünceyi benimsediğini iddia eden âlimler, aklın dinde asla hüküm vermeye yetkili olmadığını ileri sürerler. Başka bir deyişle aklın yetkisi sadece anlama ve aktarmadan ibarettir, bağımsız olarak hüküm koyma yetkisi yoktur. Kelâm âlimleri ise yukarıdaki esaslar çerçevesinde aklın hüküm koyabileceği kanaatindedirler. Ancak onlar da aklı aşan hususlar bulunduğunu göz önüne alarak sınırlama yoluna gitmişlerdir.