İslam düşünce tarihinde ‘Ehlü’s-sünnet ve’l-cemâat’ terkibinin ne zaman ortaya çıktığı, sünnet ve cemâat kavramlarıyla neyin kastedildiği ve buna kimlerin dâhil olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Kimileri Eş‘arî öncesi dönemde kullanılan Ehl-i sünnet ifadesinin yalnızca Ashâbü’l-hadîs’i kapsadığını söylerken, kimleri ise Ashâbü’l-hadîs ile birlikte Ehl-i rey taraftarlarının da bunun içinde yer aldığını söylemişlerdir.

Bağdâdî Ehl-i sünnet içinde yer alan grupların sekiz, İbn Hazm beş, İsferâyînî ise iki olduğunu söylemiştir. Bu durum Eş‘arî öncesi dönemde Ehl-i sünnet terkibiyle kimlerin kastedildiği konusunda bir ihtilafın olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Eş‘arî öncesi dönemde söz konusu terkiple kimlerin kastedildiğini tespit edebilmek için öncelikle bu kavramların ne ifade ettiklerini, ne zaman ortaya çıktıklarını ve bu kavramlarla ne anlatılmak istendiğini ortaya koymak gerekir.

Ehl-i Sünnet Kavramı

Ehl-i sünnet terkibinde yer alan ehl kelimesi nisbet ifade eder. Ehl-i sünnet, ‘sünnet ehli’, ‘sünnete mensup olanlar’ gibi anlamlara gelir. Sünnet kelimesi ise sözlük anlamı itibariyle; yol, gidiş, tarz, üslup, adet ve davranış gibi anlamları ihtiva eder.

Ehlü’s-sünne ve’l-cemâa’ kavramı da bir araya getirilmiş, toplanmış şeydir. Istılahta ise ümmetin siyasi birliği, bütünlüğü, Müslümanların çoğunluğu anlamındadır.

Esasen siyasî bir kavram olan cemâat kavramı ilk dönemlerde tek bir halife ya da başkan etrafında bir araya gelen bütün Müslümanları, çoğunluğu veya çoğulcu siyasi-toplumsal yapıyı (es-sevâdu’l-a’zam) ifade etmek için kullanılmıştır.

Bağdadî, mezhepleri tasnif ettiği el-Fark beyne’l- fırak adlı eserinde Ehl-i sünnet olarak nitelendirilen sekiz guruptan bahseder. Bağdadî’nin tasnifi şöyledir.

  1. Allah’ı yaratılmışlara benzetmek anlamına gelen teşbih ile ilahî sıfatları yok sayma anlamına gelen ta’tîl anlayışından uzak durup Rafizîler, Hâricîler, Cehmiye, Neccâriye ve diğer bidat fırkalarının dışında kalan kelâmcılar.
  2. Ehl-i rey ve Ehl-i hadîs’e mensup olan ve selef itikâdı üzere bulunan İmam Malik (ö. 179/795), Şafiî (v. 204/819), Evza’î (ö. 157/773), Sevrî (v. 161/777), Ebû Hanîfe (ö. 150/767) İbn Ebi Leyla (ö. 148/765) Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Davud ez- Zahirî (ö. 270/883) gibi fakihler.
  3. Ehl-i bid’atın inançlarına meyletmeyen muhaddisler.
  4. Ehl-i bid’ata meyletmeyen sarf, nahiv, lügat ve edebiyat âlimleri.
  5. Kur’ân’ı Ehl-i sünnetin anlayışına uygun olarak anlayan müfessirler ve kıraat âlimleri.
  6. Benimsedikleri prensipleri şeriata ters düşmeyen sufiyye.
  7. Ehl-i sünnet itikadı üzere bulunan cihad ehli.
  8. Ehl-i sünnet akidesinin yayıldığı memleket ahalisi.

İbn Hazm ise Ehl-i sünnet adı altında şu beş guruba yer verir. 1. Sahabe 2. Onların yolundan giden seçkin tabiûn nesli 3. Ashâbü’l-hadîs 4. Onlara tabi olan fakihler. 5. Nesil nesil günümüze kadar onları takip eden, yollarını izleyen yeryüzünün doğusunda ve batısında bulunan Müslümanlar. İsferâyini de bunları Ehl-i hadîs ve Ehl-i rey olarak belirtir.

Yukarıdaki izahlar dikkate alındığında birbirlerinden farklı kesimlerin kendilerini Ehl-i sünnet’e nisbet etikleri görülmektedir.

Ehl-i Sünnet Ekollerinin Temel Görüşleri

Ehl-i sünnet kavramı Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehl-i rey taraftarları başta olmak üzere Ashâbu’l-hadîs ve daha başka birçok gurubu içine alan bir kavramdır. Nassları anlama ve inanç esaslarını temellendirme noktasında hem metot hem de bakış açısı yönünden aynı gurup içinde değerlendirilmeleri mümkün olmayan birçok gurup bu kavramın içinde yer almıştır. Bu gurupları bir araya getiren ve onların Ehl-i Sünnet kavramı ile nitelendirilmelerini sağlayan şeyin belli bazı inançlar, temel esaslar olduğu görülmektedir. İsferayinî’nin söylediği “Ehl-i sünnet kavramı Râfizîler, Hâricîler ve Kaderîleri red konusunda ittifak edenleri ifade eder” sözü Ehl-i sünneti meydana getiren, onları bir araya toplayan hususların ne olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ehl-i sünnet, Râfizîleri reddetmekle imamet konusunda, Kaderîleri reddetmekle kader ve insan fiilleri konusunda, Hâricîleri reddetmekle de büyük günah meselesinde bu guruplardan kendisini ayrıştırmıştır.

İmâmet

İmamet olarak ifade edilen ve Hz. Peygamberden sonra kimin ve kimlerin devlet başkanı olması gerektiği ve olabileceği sorunu etrafında gelişen bu tartışmayı ifade eder.

Büyük Günah

Büyük günah (el- Murtekibu’l- kebîre) meselesi özellikle Cemel ve Sıffîn savaşlarında Müslüman toplumu oluşturan bireylerin birbirilerini öldürmeleri sonrasında ortaya çıkan bir problemdir. Kur’ân- kerimde kasten adam öldürmenin cezasının ebedi cehennem olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla bu savaşlarda birbirilerini öldüren Müslümanlar cezası cehennem olan bir büyük günah işlemiş olmaktadırlar.

Hâricîler bu noktada hem savaşlarda birbirlerini öldüren Müslümanların hem de hakem olayına karışanların büyük günah işlediklerinden kâfir olduklarını söylemişlerdir. Ehl-i sünnet ekolu ise büyük günah işleyen kimsenin kâfir değil, günahkâr Müslüman olduğunu bu dünyada işlediği günahtan dolayı kendisine kâfir muamelesi yapılamayacağını söylemişlerdir.

Kader ve İnsanın Özgürlüğü

Bu konu Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin hilâfet dönemlerinde gündeme geldiyse de ayrışmaları beraberinde getirecek bir seviyede olmamıştır. Bu konunun Müslüman toplumu birbirinden ayrıştıracak şekilde fırkalara bölmesi Emevîler dönemine denk gelmektedir.

Ehl-i sünnet içerisinde değerlendirilen Ebû Hanîfe, Ömer b. Abdülaziz, Hasan el-Basri gibi zatlar kaderi kabul etme noktasında ortak bir görüşlerinden bahsedilebilse de, kaderi anlama biçimleri farklıdır. Nitekim Hasan el-Basri, ‘kaderi inkâr eden kâfirdir, fakat günahını Allah’a yükleyen de zalimdir’, derken, Ömer b. Abdülaziz insana hiçbir şekilde hürriyet tanımayan bir kader anlayışını dile getirmiştir. Ona göre Allah’ın ilmi tenfiz edicidir. Yani Allah’ın bir şeyi bilmesi o şeyin meydana gelmesini zorunlu kılar. Ebû Hanîfe ise Allah’ın ilminin tavsifi olduğunu ve Allah’ın bir şeyi bilmesinin o şeyin meydana gelmesini zorunlu kılmayacağını ifade etmiştir. Öyleyse Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi altında birleşen guruplar kaderin inkâr edilemeyeceği noktasında itifak içinde olmuşlardır, fakat kaderi anlama biçimleri birbirinden farklıdır, denilebilir.

Mâtürîdîlik

Ebû Mansûr el- Mâtürîdî’ye (ö.333/794) nisbet edilen kelâmî düşüncenin adıdır. Mâtürîdîlik, Eş‘arîlik ile birlikte Sünnî kelâm ekolünü temsil etmektedir. Hanefîlik ile olan yakın ilişkisi dolayısıyla da zaman zaman kaynaklarda Hanefîlik-Mâtürîdîlik şeklinde yer almıştır.

Mâtürîdîlik, dönemin hilâfet merkezi olan Bağdat’ın nispeten uzağında Mâverâünnehir bölgesinin Semerkant kentinde ortaya çıkmıştır. Semerkant, Buhara ile birlikte IV./X. ve V./XI. yüzyıllarda ilim merkezi idi. Mezhebin önderi Mâtürîdî, Hanefî anlayışın hâkim olduğu Semerkant medreselerinde eğitim görmüş ve zihni bu doğrultuda şekillenmiştir. Mâtürîdî ekolün önemli temsilcilerinden olan Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Ebû Hanîfe’yi bu düşüncenin en büyük önderi Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye de Ebû Hanîfe’nin görüşlerini en iyi bilen kişi olarak zikretmiştir.

Hanefîlik ile Mâtürîdîlik arasında sıkı bir ilişkinin varlığından bahsetmek mümkün olsa da, bu iki mezhebi aynileştirmek mümkün görünmemektedir. Zira Mâtürîdîlik, Ebû Hanîfe’nin görüşlerinden esinlenerek ve ondan etkilenerek ortaya çıkmış olmakla birlikte, Hanefîlikte olmayan bazı görüşlere yer vermesi ve olaylara yaklaşım biçimi dolayısıyla farklı bir yerde durmaktadır.

Mâtürîdîlik Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile başlayan; onun yöntemini ve itikâdî konulara yaklaşımını benimseyen öğrencileri ve taraftarları vasıtasıyla geliştirilmiştir. Onların bu çabaları ve gayretleri İmâm Mâtürîdî’nin görüşlerinin vefatından yaklaşık bir asır gibi uzun bir zaman diliminde ekolleşmesini sağlamıştır.

Mâtürîdîliğin Temel Görüşleri

Ulûhiyet

Mâtürîdîlere göre Allah’ı bilmek aklen vaciptir. Eğer Allah peygamber göndermeseydi yine de insanlar akıllarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini, evrenin yaratıcısı olduğunu bilmeleri gerekirdi.

İnsanın Özgürlüğü

Mâtürîdîler göre insan kendi eylemlerinin sahibidir. İnsanın kendi fiillerinin sahibi olduğuna akıl, duyular ve Kur’ân ayetleri delalet etmektedir. İnsana belli görev ve sorumlulukların verilmesi ve bunların karşılığı olarak ceza ve mükâfatın konulması da bu esasa dayanmaktadır.

Büyük Günah

Mâtürîdîlere göre Müslüman bir insan işlediği büyük günah sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O bu dünyada hakiki mümindir, ona mümin muamelesi yapılır. Fakat işlediği günah sebebiyle de ayıplanır ve günahkâr Müslüman anlamında fasık olarak nitelendirilir. Bir kimse Müslüman olduktan sonra Allah’ı inkâr etmedikçe veya Allah’a ortak koşmadıkça ya da Allah’ın açıkça haram kıldığı bir şeyi helal veya helal kıldığı bir şeyi haram saymadıkça İslam Dininin dışına çıkmaz, küfre girmez.

Amel- İman İlişkisi

Mâtürîdî mezhebine göre iman tasdikten ibarettir. Kişi Allah ve resulünü gönülden tasdik ederse mümin ve Müslim vasfını kazanır.

Nübüvvet

Mâtürîdî kelâmcılara göre Yüce Allah’ın peygamber göndermesi Allah’ın hikmetinin bir gereğidir. Hatta insana nefsânî arzuların peşinde gitmenin kötülüğünü öğretecek, topluma iyilik ve güzellikleri anlatacak bir kılavuzun/ rehberin bulunması gereklidir.

Eş‘arîlik

Önderi Ebû’l- Hasan el-Eş‘arî’ye (ö. 324/ 935-936) nispetle Eş‘arîlik (el-Eş’ariyye) adını alan bu mezhep muhalifleri tarafından müşebbihe ve mücbire gibi isimlerle de anılmıştır. İlahi sıfatlar, kulların fiilleri, iman-amel ilişkisi ve bunlara bağlı konularda kendine özgü fikirler ortaya koyan Eş‘arîlik, Mâtürîdîlik ile birlikte Ehl-i sünnet kelâmını oluşturmaktadır.

Hayatının önemli bir kısmını Mu‘tezile arasında geçiren Eş‘arî, hocası Ebû Ali el-Cübaî (ö. 303/ 915-16) ile girdiği ve kaynaklarda üç kardeş meselesi olarak geçen Yüce Allah’a bir şeyin vacip olup olmaması meselesinde Mu‘tezilî izahın yetersiz kalması dolayısıyla Mu‘tezile’den ayrıldığı kaydedilmektedir.

Eş‘arîlik, Kuruluş ve Mütekaddimîn Dönem ve Müteahhirîn Dönem olmak üzere iki döneme ayrılır.

Eş‘arîliğin Temel Görüşleri

Ulûhiyet

Allah’ın varlığına ancak akıl yürütme yani istidlal ile ulaşılabilir. Allah’ın varlığına ilişkin bilgiler doğuştan değil, istidlal ile ulaşılan bir bilgidir. İnsanların Allah’ın varlığı konusunda farklı düşünmelerinin temelinde yatan sebep de budur. Allah’a ilişkin bilgi zaruri olmuş olsaydı insanlar Allah’ın varlığından şüphe etmez ve herkes O’na inanmak zorunda kalırdı.

Eş‘arî anlayışa göre Allah vardır, birdir, ezeli ve ebedidir; eşi-benzeri yoktur. O madde değildir, cisim değildir, araz değildir; herhangi bir yönde ve bir mekânla sınırlı değildir.

Kaza-Kader ve İnsanın Özgürlüğü

Eş‘arîlere göre yaratan, yoktan var eden yalnızca Yüce Allah’tır. Onun dışında ne bir yaratıcı ne de yoktan var eden (ihtira’) vardır. Havadis yani sonradan var olan her şey Yüce Allah’ın kudretiyle var olmuşlardır. Bu konuda insanın kudretiyle ilişkili olan fiillerle yalnızca Yüce Allah’ın kudretiyle ilişkili olan şeyler arasında fark yoktur. Hepsini Allah yaratmıştır.

Nübüvvet

Eş‘arîler öncelikle Allah’ın insanlara peygamber göndermesinin aklen mümkün olduğunu ortaya koymuşlardır. Buna göre yüce Allah’ın kullarının dünya ve âhirette mutlu olmalarını sağlamak için emirler, yasaklar, öğütler içeren alimatlar göndermesi ve bunları insanlar arasından seçeceği kimseler vasıtasıyla insanlara bildirmesi aklen imkânsız değildir.

Eş‘arîler ve Mâtürîdîler Arasındaki Farklar

Eş‘arîler ile Mâtürîdîler arasında ortak birçok görüş olduğu gibi birbirinden farklı görüşleri ve yaklaşım biçimleri de vardır. Kimileri aradaki farkları 50’ye çıkarırken kimileri bunları 13’e, kimileri de sekize kadar indirmişlerdir.

Bu farkların bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

  1. Cüz’i İrade: Mâtürîdîlere göre insanda müstakil bir cüz’i irade vardır ve bu irade itibarî bir varlığa sahip olup Allah tarafından yaratılmamıştır. Eş‘arîlere göre ise insan müstakil bir cüz’î iradeye sahip değildir, iradeyi insanda yaratan Yüce Allah’tır.
  2. Tekvîn: Mâtürîdîlere göre Yüce Allah’ın kendisiyle fiillerini gerçekleştirdiği bir tekvîn sıfatı vardır. Bu da irade, kudret gibi sübûtî sıfatlardandır. Eş‘arîlere göre ise Allah’ın sübûtî sıfatları arasında tekvîn diye bir sıfat yoktur. Kudret sıfatı yaratma işlevini yerine getirir.
  3. Güç yetirilemeyenin teklif edilmesi: Eş‘arîlere göre Yüce Allah insanın güç yetiremeyeceği bir şeyi yapmasını isteyebilir ve onunla mükellef kılabilir, Mâtürîdîlere göre ise böyle bir sorumluluk yüklemek caiz değildir, zira bunda herhangi bir hikmet yoktur.
  4. Nübüvvet: Mâtürîdîlere göre peygamber olmanın şartlarından biri erkek olmaktır. Eş‘arîlere göre ise, peygamber olmak için erkek olmak şart değildir, kadınlar da peygamber olabilirler.
  5. Sebep ve hikmet: Eş‘arîlere göre Allah’ın fiilleri hikmetli olmak ve bir sebebe bağlı olmak zorunda değildir. Çünkü Allah dilediğini yapandır ve Allah yaptıklarından sorumlu değildir.Mâtürîdîler ise Allah’ın fiillerinin bir hikmete bağlı olduklarını ve bir sebebe dayandıklarını ileri sürmüşlerdir. Zira Allah boşuna iş yapmaz. Hikmetsiz ve sebepsiz iş yapmak ise boşunadır/abestir.
  6. İbadet mükellefiyeti: Eş‘arîlere göre kâfirler iman etmekle yükümlü oldukları gibi, ibadet etmekle de yükümlüdürler, ibadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir. Mâtürîdîlere göre ise kâfirler iman etmekle yükümlüdürler, ibadetle değil, ayrıca ceza görmezler.
  7. İrtidat: Eş‘arîlere göre irtidat eden kimse tekrar İslam dinine dönerse amelleri de geri döner. Mâtürîdîlere göre ise amelleri geri dönmez.
  8. Ümitsizlik halinde yani son nefeste tövbe (tevbe-i ye’s): Eş‘arîlere göre bu durumdaki bir tövbe geçerli değildir. Mâtürîdîlere göre ise geçerlidir.

DHBT Sınavı
22.09.2024
0
Gün
0
Saat
0
Dakika
0
Saniye