İslâm Medeniyetinde Sosyal Dayanışma ve Vakıflar

admin
Aralık 18, 2019

İslam’da Sosyal Dayanışma Anlayışı

İslâm dini, bütün insanlığa hitap etmektedir ve onunla birlikte tüm sosyal hayat değişmiştir. Çünkü çok sayıda insan, cami ve medrese çevrelerinde, şehirlerde toplanmıştır ve onların medreseleri ve kütüphaneleri ile meşhur kültür ve medeniyet merkezleri kurmalarına vesile olmuştur. Hatta uzun ömürlü, yüzyıllar boyu kalan ve nesillerden nesillere geçen müesseselerin kurulması, yaşatılması ve yükselmeleri de böylece mümkün olabilmiştir. Bu müesseseler, fakirlere, dullara, öksüzlere, borçlulara para yardımı yapmak, öğrencilere elbise ve yemek vermek, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak gibi gündelik ihtiyaçlara hitap etmiştir. Bunun yanında efendileri azarlamasın diye kâse, bardak gibi kapkacak kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakfı yapılması ya da leylekler için, yılda yüz kuruş yem parası vakıf edilmesi gibi özel amaçla da hizmet vermiştir.

İslâmiyet, aile kurumuna çok önem vermiştir. İnsanları kul olmaları bakımından hür ve eşit olarak yaratan Allah’tan başkasına kulluk yapmamaya çağırmıştır. Böylece, diğer insanların zulmünden ve fenalıklarından korumak suretiyle de insanın şahsiyetini korumaya çalışmıştır. Kaldı ki insanların karşılıklı olarak haklara riayet esasına göre davranmaları, hak ve hukuka uymaları sosyal adaleti de beraberinde getirmektedir. Toplumun bütün müesseselerinde insanların haklarına riayet gerçekleştirildiğinde de, insanlar arasındaki sosyal dayanışma sağlanmakta ve sınıflar arasındaki sosyal dengenin kurulması da mümkün olmaktadır.

İslâm dini, insanlar arasında her türlü kötülük ve çirkinliği kaldırıp iyilik ve güzelliği yaygın hale getirmek suretiyle Müslüman olmasalar bile, bu toplumun üyesi olarak sosyal barış ve huzur ortamı içinde yaşayarak, insanca yaşayışı onlarla birlikte paylaşmak isteyenlerin sayısını artırmayı hedef almaktadır. Allah, adaleti, iyiliğin her türlüsünü ve yakınlarından başlamak üzere bütün topluma, hatta insanlığa yardım etmeyi emreder. Zinayı, kötülüğün her türlüsünü ve zulmü yasaklar. Bu emir ve yasaklar genelleştirildiğindeyse sosyal dayanışmayı gerçekleştiren bütün unsurlar olarak karşımıza çıkarlar.

İnsanlar, dünyada sahip oldukları her şeyden sorumludurlar. Bu sorumluluklar, insanların sorumsuzca davranmamalarını temin etmek için konmuştur. İçinde yaşadığı topluma ve toplumu oluşturan fertlere yapması gereken görevlerini yapmazsa, o toplumun çözülüp yıkılarak felâkete sürüklenmesine yol açan akıbetine sebep olmaktadır. Müslüman-Türk toplumlarında insanca yaşamanın ortamı hazırlanarak, sağlıklı bir toplumun oluşması için gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Böylece insanın, kadın-erkek, Müslim-gayrimüslim ayrımı yapılmaksızın mutlu olmasına mani olan engellerin, önce devlet eliyle, sonra da devlete destek olarak fertlerin yardımlarıyla ortadan kaldırılmasına çalışılmış ve sosyal adalete dayalı olarak sosyal dayanışmayı kuran gelişmiş bir toplumun doğmasına imkân hazırlanmıştır. Bu imkânı hazırlayan müesseselerin en kalıcı olanları şüphesiz dinî emir ve kuralların uygulanması sonucu tesis olunmuştur.

Sosyal Dayanışmada Aile ve Toplum

Aile kurumunun nikâh, mehir, miras ve nafaka gibi hukukî bağları bulundurması, bu müessesenin sağlam temellere oturduğunu göstermektedir. İslâm toplumunun en sağlam müessesesi olan aile ocağını, yalnızca anababa veya karı-kocadan ibaret saymamak gerekir. Bunlara, ailenin diğer fertleri de eklendiğinde onların da sosyal hakları teminat altına alınmalıdır. Anne ve babaya iyi davranılmasını emreden Kur’an, küçükken çocukların güzelce eğitilip büyütülmesi gerektiğini ve her türlü kötülükten korunarak onların maddî ve manevî bilgilerle yetiştirilerek toplumun yararlı bir üyesi olmalarının sağlanması hususuna dikkat çekmektedir. İslâm, insanın en yakınından başlayarak bütün insanların birbirleri ile yardımlaşması yolunda hükümler getirmiştir. Böylece bütün toplumun dayanışması yolunda müminler uyarılmaktadır. İslâm ilk andan itibaren ırk, renk, memleket ve dil farklarını, mü’minleri kardeş sayarak, bunlar arasında dostluk kurarak, barış halinde bulunmaları düstûrunu getirmiş olmakla insana verdiği değeri ortaya koymaktadır. İslâm ferdî hak ve hürriyetleri güven altına alan bir birlik ve hareket dinidir ve aynı zamanda kollektif refahı sağlar.

Sosyal Dayanışmada Zekât ve Sadaka

Zekât, İslâm yapısının beş temelinden biridir ve akıllı, buluğa varmış ve hür olup nisab miktarından fazla mala sahip olan her Müslümana farzdır. Yerine getirilmediğinde büyük günah, inkâr edildiğinde ise, İslâm’dan çıkmış saydıracak kadar önem taşıyan bir tür ruhî vergidir.

Zekât almaya hakkı olan kimseler şu şekilde sıralanmaktadır:

  • Fakir ve yoksullar
  • Düşkünler
  • Amiller
  • Müellefe-i kulûb
  • Kölelikten kurtulacaklar
  • Borçtan kurtulacaklar
  • Allah yolunda çalışmakta olanlar
  • Yolda kalanlar

Burada açıklanması gereken birkaç husus bulunmaktadır. Fakirler (fukara), ihtiyaç sahibi olup istemekten çekinen, hasta olan, bir ülkeden başka bir ülkeye hicret eden veya hiçbir şeyi bulunmayan yahut da nisaba malik olmayan yoksul kimseler olarak kabul edilmektedirler. Yoksullar ise (miskinler/mesakin) zillet içinde dilenen ve sağlıklı olsa da ihtiyaç içinde kıvranan, çalışmaya gücü yettiği halde nisab miktarından az, fakat kendine yetmeyecek kadar varlığı bulunanlar veya fakirin aksine hiç bir şeyi bulunmayanlar yahut da gayrimüslim olan fakirlerdir.

Amilleri, zekât toplamak üzere görevlendirilen tahsildarlar yanında, toplanan zekâtın muhasebesini yapan, teftiş işlerini yürüten ve bunların harcamasını, kontrolünü ve veznedarlığını yapan memurlar olarak da anlamak mümkündür. Müslüman olmadığı halde, Müslümanlığa meyilleri ve İslâmiyet’i kabulleri umulan ya da Müslümanlara eza ve cefa etmelerinden korkulup yapacakları eziyet ve kötülüklerin önlenmesi düşünülen kişiler müellefetü’l-kulûb denen grubu oluşturmaktadır. Zekâtın müellefetü’l-kulûb fonundan yararlandırılması gerekenler dört grupta incelenmektedir:

  • Kalplerindeki imân tam anlamıyla yerleşmemiş imanı zayıf kişiler.
  • Herhangi bir kabilenin ileri gelenlerinden Müslüman olup da Müslüman olmayan dostları ile kendi kabileleri içindeki nüfuz sahibi kişilerin İslâmiyet’e rağbetlerini artıracağı umularak, bu kabilenin Müslüman olan büyükleri.
  • Yahudi ve Hıristiyanlardan Müslümanlığı kabul edenlerin hem İslâm’a bağlılıklarını artırmak, hem de diğer Yahudi ve Hıristiyanların ilgilerini çekmek üzere Müslüman olanlar.
  • Hudut boylarında ve stratejik ehemmiyeti olan tehlikeli bölgelerde düşman hücumlarına karşı kendilerini savunmak durumunda bulunan Müslümanlar.

Zekâttan pay alacak bir diğer sınıf olarak el-Gârimîn ise ağır borçlara batmış kimseleri tanımlamaktadır. Sel, yangın ve zelzele gibi tabii âfetlerden zarar görerek veya hiç bir kastı olmaksızın kaza sonucunda bir kimsenin ölümüne sebep olarak tazminat ödemeye ya da kendi ihtiyaçları için borçlananlar şahsen borçlu olanlardır. Ancak bir de toplum yararına borçlu olanlar vardır ki onlar, Müslümanlar veya gayrimüslimler arasında umumun menfaatini sağlamak, fitneleri yatıştırıp sulh ve sükûnu temin etmek için kefil olan veya tazminatla borçlanarak, borcunu ödedikten sonra da geride nisab miktarı parası artmayan fakir veya zengin kimselerdir.
Allah yolunda olanlar (fî sebîlillâh) birçok anlama gelebildiği gibi en çok kabul gören yorum, Allah için savaşanlar olduğudur. Yol oğlu (ibnü’s-sebil) ise yola çıkmış yolcular, seyyah veya turistlerdir. Bunlar, kendi ülkelerinde zengin olsalar bile, yolculukları sırasında fakirleşen garip kimselerdir. Öyle ki şehir, kasaba veya köy gibi belli bir yerleşme bölgesinden gelip geçen bütün yabancılara üç gün müddetle yiyecek-içecek verilmesi, hatta barınması için yatacak yer gösterilmesi bütün Müslüman toplumların âdeti olarak yaygınlaşmıştır. Müslümanlar bu âdeti vakıf olarak, ribat ve kervansaray gibi yolcuların emniyet içinde yollarına devam edebilmeleri için kurulan sağlam ve korunaklı kurumlarla müesseseleştirmişlerdir.

Tüm bunlardan çıkarılabilecek yorum, zengin ile fakir arasındaki diyaloğun kurulmasına yardımcı olan ve bu yolda zengine dinî bir sorumluluk yükleyen İslâmiyet’in, fakirlik ve yoksulluk gibi toplumların en yaygın hastalıklarını tedavi etmek için birçok müessesenin kurulmasını teşvik etmekle kalmadığı, bilakis emrettiğidir. Nitekim yukarıda da değinildiği gibi mâlî bir ibadet olan zekât ve sadakalar bu tür müesseseleşmenin en açık örneğini teşkil etmektedirler.

SOSYAL DAYANIŞMA MÜESSESESİ OLARAK VAKIFLAR

Vakıflar, insanların toplu olarak yaşadıkları köy, kasaba ve şehir gibi yerleşim merkezlerinin kurulup gelişmesinde önemli rol oynayan sosyal müesseselerdir. Bu kurumlar yeni yerleşim merkezlerinin kurularak küçük yerleşme yerlerinin büyüyerek şehirleşmelerine de katkıda bulunmuşlardır.

Vakıf Nedir?

Vakıf kelimesi, sözlükte durdurma, alıkoyma, ayırma, bağlama gibi anlamlara gelirken ıstılahta, bir malı veya mülkü satılmamak kaydıyla bir hayır işine bağışlama, bırakma şeklinde ifade bulmaktadır. İslâm hukukunda, bir malın veya mülkün gelirinin tamamen insanların yararına olarak, şahısların sahiplenmesine imkân verilmeksizin tahsis ve hayır işine terkedilmesine vakıf denilmektedir.

Müslüman topluluklarda devletin asli görevi, sosyal, ekonomik ve siyasî sıkıntılara düşmüş olanlara yardım etmektir. Bu bağlamda devlet, ihtiyaç içinde bulunanların muhtaç oldukları şeyleri temin etmek zorundadır. Aşağıda bu durumun birkaç örneği bulunmaktadır:

  • İş sahibi olmayanlara yardım elini uzatmak,
  • Erkek-kadın, hür-köle, müslim-gayrimüslim olduğuna bakılmaksızın devlet hazinesinden yapılacak harcamalarla savaş esirlerini kurtarmak,
  • Dul ve yetimlere devlet güvencesi vermek,Okullar, hastahaneler, camiler, belediye ve sosyal hizmetleri yapabilmek için gerekli olan bütün kamu binalarını inşa ettirmek,
  • Yabancıların ağırlanması, yolcu ve seyyahların yararlanacakları müesseselerle yol güvenliğinin sağlamak ve yolcular için sağlık tedbirleri almak vb.

Devletin tüm bu görevlerini hafifletici ve destekleyici müesseselerden biri olan vakıflar; bu dünyada ve ahirette mutluluğa ve refaha kavuşma, mallarını arttırıp çoğaltma, manevî ve sosyal mevkiini yükseltme, adını kendisi öldükten sonra da yaşatma gibi dinî, psikolojik, sosyolojik ve ekonomik düşünce ve niyetlerle kurulmuşlardır. Toplumun sosyal dayanışmasını temin etmektedirler. Çünkü bu müesseselerde, Müslüman Türk toplumunda, halkın devlete desteği, hiçbir zorlama olmaksızın gerçekleşmektedir. Yalnız devlete desteği bakımından değil, zengin ve hâli vakti yerinde kimselerin halk arasında kazandıkları mevki ve itibarlarını korumak düşüncesiyle ya da içinde yaşayıp sayesinde zengin oldukları topluma karşı bir vicdan borcunu yerine getirmek niyetiyle de kurulmuş olmaları, insanların birbiri ile kaynaşmalarına da vesile olmuştur. Bir diğer ifadeyle, toplumun sosyal dayanışması açısından da önemli bir fonksiyonu yerine getirmişlerdir. Bölgelere ve zamana göre ihtiyaç duyulan hususlar farklılık gösterdiğinden, Türk-İslâm tarihinde çok değişik alanlarda vakıflar tesis edildiği anlaşılmaktadır. Çevreye gelen leyleklere yiyecek temininden, mahallede dolaşan köpeklere ekmek dağıtımına kadar, insanların dışındaki varlıklar, canlılar için bile vakıf belgelerinde şartlar bulunduğu, fakat daha çok insanların fakir, muhtaç, dul ve yetimlerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere vakıflar tesis edildiği bilinmektedir. Bu anlamda vakıflar, aşağıdaki gibi birçok farklı amaca hizmet edebilmektedirler:

  • Borçluların borçlarını ödeyebilmeleri,
  • Esirlerin esaretten kurtarılmaları,
  • Alışverişe çıkanların aldatılmasını önlemek üzere çarşı ve pazarlara ölçek ve kantar konulması,
  • Evlâtlık ve hizmetkârların azarlanıp dövülmemeleri için kırdıkları kap-kacağın yerine konularak tazmin edilmesi,
  • Yoksul kızlara çeyiz verilmesi, düğünlerinin yapılması, çalışamayacak kadar yaşlanan veya sakatlanan meslek erbabı ile işçilere fonlar tahsisi,
  • Halkın faydalanacağı eserlerin yazdırılması,
  • Cezaevlerindeki mahkûmların birtakım ihtiyaçlarının karşılanması vb.

Camiler, mescitler, namazgâhlar, mektep, medrese ve kütüphaneler, dergâh, dârüşşifâ ve hastahaneler, aşevleri, kervansaray, çeşme, kaldırım, suyolu ve tesisleri ile köprüler, kale, ribat ve istihkâmlar, mesireler, dul ve yetim evleri, emzirme ve büyütme yuvaları vakıflara verilebilecek örnekler arasında yer almaktadır.

Vakfın Tarihçesi

Vakfın başlangıcı hakkında tam ve kesin bir tarih göstermeye imkân yoktur. Bazı Müslüman ilim adamlarına göre ilk vakıf İbrahim (as) tarafından Kâbe-i Muazzamanın vakfedilmesiyle başlar. Eski kavimlerde de vakıflar mevcuttu. İskenderiye Kütüphanesi, Kudüs havuzları, Zemzem kuyusu, yollar, köprüler, mabetler birer vakıf eseridir. Bütün bunlar bu kurumların gelir ve kazançlarından halkın tamamının yararlanması için vücuda getirilmiştir.

Hz. Peygamber sağlığında Fedek, Kureyza, Nadr ve Hayber’deki arazilerinde bulunan hurmalıklarının gelirlerinden hanımlarının nafakası ile işçilerin ücretinden geri kalanlarının vakıf mahiyetinde olmak üzere tahsis edildiği bilinmektedir. Hz. Ömer’e ait Semğ arazisindeki hurmalık ise İslâm tarihinde vakıf statüsü taşıyan ilk işlem olarak kabul edilmektedir. Ashabın da

Peygamber Efendimizi her konuda olduğu gibi bu hususta da takip ettikleri görülmektedir. Enes b. Malik Medine’deki evini, Zübeyr b. Avvam kızlarından birinin boşanması hâlinde oturması için yine evini; Abdullah b. Ömer de babasından kendisine miras olarak kalan hissesini vakfetmişlerdir. Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin de vakıfları vardır.

Emevi halifeleri zamanında vakıf müesseseleri genişlemiştir. Abbasiler devrinde İslâm toplumunun muhtelif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun kurulmasıyla Doğu Müslümanlarının Türk hâkimiyeti altına girmesi vakıf müessesesinin bir kat daha gelişmesine sebep oldu. Tekke ve zaviyelerin birden bire çoğalması yanında imparatorluğun vücuda getirdiği bir yığın dinî ve hayrî kurumlar vakıf sermayesinin büyük oranda artmasına sebep oldu. Büyük bir mâlî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamlarıyla ileri gelenler, büyük vakıflar tesisinde birbirleriyle yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar, Atabekler, Eyyûbiler, Mısır-Suriye Memlûkleri ve Anadolu Selçuklu sülâleleri hâkim oldukları yerlerde, mâlî güçleri nispetinde vakıflara önem vermişlerdir.

Vakıflar ve Vakıf Eserleri

İslâm medeniyeti ve Türk-İslâm medeniyeti tarihinde, vakıfları dinî ve ilmî, sağlık ve sosyal gayelere yönelik olmak üzere iki ana noktada toplamak mümkündür. Vakıfların, vakıf senetlerine (vakfiye) dayanarak, bütün İslâm devletlerinde ve topluluklarında görüldüğü şekliyle özellikle Osmanlılarda ne tür vakıflar kurulduğu ve vakıf eserleri yapıldığına dair örnekler şu şekildedir:

  • Dini ve İlmi Amaçlara Yönelik Vakıflar: Bazı vakıf belgelerinde, yalnız öğrencilere değil, okullarda görevli diğer personele de hisse tahsis olduğuna dair ifadeler yer almaktadır. Örneğin bunlardan birinde, cami avlusunda yapılan muallimhanede muallim olan kimseye günde 50 akçe ücret,kalfa olan kişiye de günde 20 akçe ücret, hat hocasına günde 10 akçe ücret verilmesi gerektiği yazılıdır. Diğer taraftan mektepteki fakir öğrencilerden 40’ının vakıf gelirlerinden yılda birer çift mest pabuç, başlarına birer fes ve birer kuşak alınıp giydirilmesi belirtilmektedir. Kış günlerinde öğrencilerin soğuktan korunması için yeteri kadar kömür alınıp mangalda yakılması ve yılda bir defa mektebin hocası ile birlikte şehir dışına pikniğe gitmeleri, buradaki yemek ve diğer masraflarının karşılanması amacıyla vakıf gelirinden yeterli miktarda ödenek verilmesi yazılıdır. Kimi vakıflar, piknik için 3.000 akçe tahsis edebilmektedir.
  • Sağlık ve Sosyal Yardım Gayelerine Yönelik Vakıf Eserleri: İslâm tarihinde çeşme, sebil, sarnıç, havuz, kuyu, göl gibi tesisler ile yolların tamir ve düzenlenmeleri için tahsis edilen vakıflar bulunmaktadır. Yanı sıra kervansaray, hastane,Müslümanların ölenlerinin defnedilmesi için hazire ve mezarlıklar da sosyal yardım amacına hizmet eden vakıflardandır. Zayıf hayvanların otlayıp beslenmeleri için meralar, çayırlar, göç edemeyen kuşlar için yem almak üzere vakıfların yapılmış olması da yine bu kapsamda değerlendirilmektedir.
  • İmaret: Dar manasıyla aşevlerini, geniş anlamıyla ise bir şehrin veya kasabanın nüvesini teşkil eden külliye olarak nitelendirilebilecek imaretler kapsamına cami, medrese, bîmârhane, aşevi, tâbhane, mektep, kervansaray, kütüphane, hângâh, arasta, hamam, meşrûta binâlar girebilmektedir. Ancak sadece öğrenci ve memleket fukarasının ihtiyaçlarının temin edildiği yerler olmayan imaretler, aynı zamanda ülke dâhilinde birçok kimseye iş bulma imkânlarının da sağlandığı yerlerdi.
  • Darüşşifalar: Sağlık yurdu anlamına gelen dârüşşifâdan başka, aynı manada kullanılan diğer ifadeler şöyle sıralanmaktadır: Dâru’s-Sıhha, Dâru’l-Âfiye, Dâru’r-Râha, Dâru’t-Tıb, Mâristan, Bîmârhâne, Tâbhâne, Şifâiye vb. Hastaların tedavi edildikleri ilaçların yapıldığı bu yerlere günümüzde hastahane denilmektedir. Bulaşıcı hastalıkları önlemek amacıyla, gelen yolcuların bir müddet şehir halkıyla karışması önlenerek müşahade altına alındıkları yerler için “karantinahane” tabirleri kullanılmıştır. Medreselerin bünyesinde açılan dâruttıblar, tıp tahsili yaptırmakla birlikte devrinin en gelişmiş hastahanelerine de sahip bulunuyorlardı.
  • Su, Yol ve Diğer Alt Yapı Tesisleri: Su, İslâm kültüründe önemli bir yer tutar. Sadece temizlik maksadı ile yapılan mimarî eserler yanında, yaz günlerinde soğuk su dağıtılması için çeşitli vakıflar tahsis edilmiştir. Mahalle halkının, gelip geçenin su ihtiyacını karşılamak üzere sadece hayır gayesiyle yapılan çeşmelerin mimarî tarz bakımından sade yapıda olanları bulunduğu gibi âbidevî, kubbeli ve saçaklı olanları da vardır. Türk hamamları, hem mimarî tarzları, hem de fonksiyonları bakımından bütün dünyanın hayranlığını üzerine çekmiştir. Soyunma yeri ve kurulanma ile peştemal değiştirmeye mahsus soğukluğu, yıkanma yeri olan sıcaklığı olmak üzere üç kısımdan oluşan ve kubbeli olarak inşâ edilen hamamlar, Müslüman Türklerin önemli vakıf eserleri arasında yer alırlar.

Yol yapımı için de vakıflardan tahsisatlar ayrılmıştır. İnsan ve hayvanların gelip geçtikleri yolların düzeltilmesi, temizlenmesi ve tamiri de vakıf yoluyla yapılmıştır. Hatta işlek yollarda, konak yerlerinde ve ticarî merkezlerde; yolcuları ve bineklerini barındırmak, kervanlarını dinlendirmek gibi hizmetler için yapılmış olan han ve kervansarayların çoğu vakıf eserleridir.

Kervansaraylar, daha önce İslâm dünyasında vakıf ve hayır duygusu ile kurulmuş bulunan ribatların devamı müesseseler olarak kabul edilebilir. Bundan dolayı, Selçuklu devrine ait vakfiye, kitabe ve kroniklerde bunlara, kervansaray ve han tabirlerine eş olarak ribat da denilmektedirler. Ortasında geniş bir avlusu bulunan ve iki katlı müstahkem binalar halinde yapılan kervansaraylar yalnız Müslümanların değil, gayrimüslim olanların ve her millete mensup insanların da yol emniyeti ve huzurunu sağlarlardı. Misafirlerin üç günlük yeme, içme ve yatmaları buradan sağlanırdı.

İslam Medeniyet Tarihinde Vakıfların Yeri ve

Vakıflar, bir malın veya mülkün gelirinin tamamen insanların yararına olarak, kişilerin sahip çıkmalarına imkân bırakmaksızın, hayır işine tahsis olarak kabul edilmişlerdir. Buna göre; insanlar vakfolunan eserlerden faydalanacaklardır. Faydalanmak için bu eserlere yakın yerlerde bulunacaklardır. Böylece vakıf veya benzeri eserlerin çevresinde iskân sahaları, yerleşme bölgeleri oluşacaktır. Burada toplu yaşamanın gereği olarak insanların birbirlerine yakınlaşmaları, birbirleriyle kaynaşmaları mümkün olacaktır.

Vakıf eserlerden kadın-erkek, zengin-fakir, büyük-küçük; herkes belli ölçüde yararlanabilmektedir. İyi işlediği ve korunduğu devirlerde vakıf eserler muhtaç ve yoksul insanların sığınacakları yuvalar olmuşlardır. Hatta bu vakıflardan Yahudi, Hıristiyan ya da bir başka dine mensup olan her ihtiyaç sahibinin yararlanması için gerekli önlemler alınmıştır. İslâm dünyasında, muhtaç olsun olmasın bütün insanların ihtiyaç duydukları konularda vakıflar tesis etmeleri ve insanların hatta diğer varlıkların bu müesseselerden yararlanmaları vakıf müesseselerine verilen önemi ortaya koyar.

Öncelikle zengin-fakir ayırımı gözetmeksizin insanlığın istifadesine sunulan vakıf eserlerinden çoğunlukla muhtaç olanların faydalandıklarında şüphe yoktur. Nitekim eğitim-öğretim hizmetlerinde, okul öğrencilerinin çeşitli vesilelerle yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak üzere tahsis olunan vakıf eserleri yanında, fakir olup olmadıklarına bakılmaksızın kış mevsimlerinde öğrencilerin soğuktan korunmaları için kömür alınarak gerekli şekilde ısınmalarına imkân hazırlayan vakıflar da tesis olunmuştur. Hatta öğrencileri piknik yerlerine götürerek dinlenmelerini ve eğlenmelerini sağlamak gibi pedegojik maksatlar yanında, okulların ihtiyaçlarını karşılayan, öğretmen ve idarecilerin geçim sıkıntılarını hafifleten vakıf eserlerine de rastlanmaktadır.

Devrin tam teşekküllü hastahaneleri niteliğini taşıyan imaretler, dârüşşifâlar, medreseler, hamamlar ve diğer tesisleriyle bir külliye halinde topluma hizmet vermişlerdir. Çeşme, sebil, sarnıç, havuz, kuyu, hatta göl gibi tesislerle yolların tamirleri ve düzeltilmeleri maksadıyla toplumun birçok ihtiyacına cevap veren vakıf eserlerinin yanı sıra yolcuların hizmetine açılan kervansaraylar da önemli vakıflar arasındadır. Hayatının baharında olan genç insanların elinden tutulması, kızların çeyizlerinin hazırlanması, erkeklerin meslek sahibi olup dükkân açmaları gibi birçok konuda hizmet gören vakıflar sayesinde insanlar topluma kazandırılmışlardır. Bu tür vakıflardan en belirgin olanı esnaflarla mahallenin dayanışmasını ortaya koyan avârız vakıflarıdır.

Tüm bu anlatılanlardan varılacak sonuç, Allah’ın rızasını kazanma isteği daha ağır basan vakıfların, dünyada canlıları mutlu ve rahat ettirmek gibi yüce bir gayenin gerçekleşmesine zemin hazırladıklarıdır. Böylece insanların, birbirlerine sevgi ve saygı bağları ile bağlanmalarına, karşılıklı yardımlaşmalarına vesile olan vakıflar; netice itibariyle, sosyal dayanışmayı meydana getiren çok önemli müesseseler olarak tarihimizde lâyık oldukları yeri almaya hak kazanmışlardır.

DHBT Sınavı
22.09.2024
0
Gün
0
Saat
0
Dakika
0
Saniye