İslam Hukukunun Kaynakları

admin
Aralık 26, 2019

İslam hukukunun kaynakları ifadesini, bu hukukun dayandığı deliller ile İslam hukukçularının bu delilleri kullanma yöntemlerini içeren genel bir ifade olarak değerlendirmek mümkündür. İslam hukukunun kaynakları konusunu deliller ve
yöntemler olmak üzere iki kısma ayırarak incelemek uygun olur.
Klasik dönemde kimi usulcülerin delilleri, “asl” (delil) ve “ma’kûl-ı asl” (asıl delilden akıl yoluyla anlaşılan) şeklinde bir sınıflandırmaya tabi tutmaları İslam hukukunun kaynaklarının ikili mahiyetini yansıtır. Delil ve yöntem ayırımının mantığı şudur: Delil, oluşumunda beşer katkısı olmayan ve insani eylemlerin hükümlerini içinde
barındırdığı düşünülen şeydir. Bazı özellikleri sebebiyle icmâ’ da delil kapsamına alınmış ve üçüncü delil olarak zikredilmiştir. Yöntem ise, bu delillerden hüküm çıkarmak için başvurulan çeşitli yolları ifade eder. Bu yolların başlıcaları, kıyas, istihsan, ıstıslah ve sedd-i zerî‘adır.

DELİLLER

Delil, genel olarak, üzerinde doğru düşünmekle doğrulanabilir veya yanlışlanabilir özellik taşıyan bir sonuca ulaşılabilen şey şeklinde tanımlanır.

Aslî Deliller

1-Kitab (Kur’ân-ı Kerîm)

İslam hukukunun en temel kaynağı Yüce Allah’ın kelamı olan Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Kitab (Kur’ân), “Hz. Muhammed’e Arapça olarak indirilmiş, mushafın iki kapağı arasında tevatüren nakledilmiş Tanrı kelamı” şeklinde tanımlanır.
Tevatür, yalan üzerinde birleşmesi aklen imkansız olan bir sayıdaki topluluğun yine kendileri gibi bir topluluktan nakilde bulunması anlamına gelir ve Kur’ân nesilden nesile bu şekilde nakledilmiştir. Kur’ân’ın Arapça oluşuyla ilgili olarak iki önemli problem gündeme gelmiştir. Bunlardan biri Arapçadan başka bir dille namazda kıraatin caiz olup olmadığı tartışması, diğeri de Arapça bilmenin ictihad şartlarından biri olmasıdır.

Arapçadan Başka Bir Dille Namazda Kıraat Olur mu?

Ebu Hanife’ye, namazda Arapça dışında bir dille kıraat edilebileceğine, dair bir görüş nisbet edilmiştir. Hanefi usulcülerin Kur’ân’ın “nazm ve mana” olduğuna dair vurguları, Ebû Hanîfe’nin o görüşten döndüğü rivayetini güçlendiren bir hu- sus olarak değerlendirilir. Diğer mezheplere göre namazda Arapçanın dışında bir dille okumak asla caiz görülmez.

Kur’ân Tercümesinden Hüküm Çıkarılabilir mi?

Tercümenin bir metnin anlamını olduğu gibi yansıtması genel olarak mümkün görülmez. Çünkü tercümede iki yönden hata söz konusudur. Bunlardan biri anlama hatası, ikincisi başka dile aktarma sırasındaki hata. İki yönden hata ihtimali bulunan bir metinde Allah’ın hükmünü aramak en azından işin ciddiyetiyle bağdaşmaz.
Fahreddin Razi gibi kimi usulcüler Arap dilini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğunu ileri sürmüşlerdir. İnsanla ilişkili olarak düşünüldüğünde Kur’an’ın bütün muhtevasını inanç, ahlak ve amel/davranış (ibadet ve hukuk) olmak üzere üç ana grupta toplamak mümkündür. Kur’an’ın inanç alanındaki ayetleri kelam ilminde, ahlak alanındaki ayetleri
tasavvuf ilminde ibadet ve hukuka ilişkin ayetleri de fıkıh ilminde sistematize edilmiştir. Kur’an’da yer alan 6 bin küsur ayetten fıkıh alanıyla doğrudan ilgili olan ayet sayısı 500 civarındadır. Kur’an’da en ayrıntılı biçimde yer alan hukuk konusu belki de aile
hukukudur. Evlenme ve boşanma ile ilgili hükümler, evlenilmesi yasak olan kadınlar, boşanma prosedürü, miras paylaşımının şekline dair birçok ayet vardır.

Korunması amaçlanan beş temel değer şunlardır:

  1. Canın korunması,
  2. Aklın korunması,
  3. Dinin korunması,
  4. Neslin korunması
  5. Malın korunması.

Kur’an’da genel anlamlı sözcükler (âmm) ve özel anlamlı sözcükler (hâs), emir-nehiy, hakikat-mecaz, sarih-kinaye, açık
anlamlı-kapalı anlamlı sözcükler bulunmaktadır.

2-Sünnet

Sünnet fıkıh usulünde Hz. Peygamberin söz, fiil ve takrirleri olarak tanımlanır ve rivayet açısından mütevatir, meşhur ve ahad olmak üzere üç kısma ayrılır.
Mütevatir sünnet, yalan üzerinde birleşmeleri düşünülemeyen bir sayıdaki topluluğun naklettikleri sünnettir. Meşhur sünnet ilk tabakada ahad iken sonraki tabakalarda mütevatirin niteliğine sahip olmuş sünnettir.

Meşhur sünnet, mütevatir gibi kesin bilgi ifade etmemekle birlikte Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda çok güçlü bir kanaat (ilm-i tuma’nîne) ifade eder.

Ahad sünnet ise, bütün tabakalarda tevatür sayısına ulaşmayan kişilerce nakledilen sünnettir. Ahad haberler (tekili: haber-i vâhid), bilgi değil, belli düzeyde “zan” ifade eder. Sünnet’in Kur’an’dan bağımsız bir hüküm kaynağı olarak görülmesi onun vahiyden bağımsız olduğu anlamını içermez.
Kur’an’ın “vahy-i metlüv” (tilavet edilen, okunan vahiy) olarak, Sünnet’in ise “vahy-i gayr-i metlüv” (tilavet edilmeyen, okunmayan vahiy) olarak isimlendirilmesi Sünnet’in de vahiy kapsamında değerlendirildiğini gösterir.

3-İcmâ

İcmâ Fikrinin Doğuşu
Sünnet yanında, sahabe icmâının bağlayıcı kabul edilmesinin, “Kim doğru yol belli olduktan sonra peygambere karşı gelir ve müminlerin yolunun dışında bir yola girerse… onu ateşe sokarız” (Nisâ 4/115) ayetiyle temellendirilmiş olması mümkündür. Gazzâlî sonraları bu ayetin icmâ ile doğrudan ilgili olmadığını iddia edecekse de, Şâfiî’nin icmâın gerekçesi olarak özellikle bu âyeti kullanmıştır.

İcmâın Terim Anlamı

icmâ, “Muhammed (s.a) ümmetinden olan müctehidlerin O’nun ölümünden sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde görüş birliği etmeleri” biçiminde tanımlanır. İcmâ (sarih icmâ), esas itibariyle, birçok müçtehidin şer‘î bir meselenin hükmüne dair tek tek açıkladıkları görüşlerinin aynı noktada buluşması yoluyla meydana gelir. sükûtî icmâ: Müctehidlerin bir görüşten haberdar oldukları halde, aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte inkar veya itiraz beyanında da bulunmayıp susmaları suretiyle oluşan bir icmâ’ya denir.
Ebû Bekr Bâkıllânî gibi kimi usulcüler, ümmetin tamamının katılımını şart koşarken, çoğunluk bunun şart olmadığını, sadece ümmetin müctehidlerinin katılımıyla icmâın gerçekleşeceğini savunmuşlardır.
İbnü’l-Hâcib gibi icmâın şer‘î hükümler yanında başka konular üzerinde de gerçekleşebileceğini savunan az sayıda usulcü de vardır. Hanefî usulcü Sadruşşerîa İcmâın sadece şer‘î hüküm üzerinde olabileceğini savunur.Ve şöyle der; “Hükümler, dînî ve dindışı (gayri dini) olmak üzere ikiye ayrılır. Hint yağının müshil olması din dışı bir konu olup bu gibi konulardaki görüş birliği icmâ sayılmaz. Birinin bunu inkar etmesi küfür sayılmaz, sadece cehalet sayılır. Dinî hükümler ise kendi içerisinde şer‘î ve gayri şer‘î olmak üzere ikiye ayrılır. Şer‘î hüküm, Şâri‘in hitabı olmaksızın bilinemiyecek şeylerdir. Bilinmesi Şâri‘in hitabına bağlı olmayan konular ya his (duyular) ya da akıl yoluyla bilinir ve her ikisi de bilgi ifade eder”.
İcmâın rüknü, yani mahiyetini oluşturan öz, “ittifak”, yani görüşlerin bir noktada buluşmasıdır.
İcmâın gerçekleşmesine ilişkin olarak kimi usulcüler tarafından öne sürülen fakat yaygın kabul görmeyen iki şart daha vardır. Birincisi ınkırâzu’l-asr, diğeri de sahabe ihtilafının bulunmamasıdır.
Inkırâzu’l-asr, icmâa katılan müctehidlerin hepsinin ölmesi anlamına gelir. Hanefilere göre icmâın gerçekleşmesi için ınkırâzu’l-asr şart değildir. İcmâ ehliyeti konusunda müçtehidlerde aranan en genel şart, fısk ve bid’at ehli olmamaktır. Fısk, töhmet doğurur ve adaleti düşürür. Bid’atçi ise bu bid’atin propagandasını yaptığı için genel anlamda ümmet kapsamına dahil değildir. Avâm, yani müctehid olmayan sıradan kişiler, Kur’an’ın nakli ve dinden olduğu rey ve ictihada gerek duyulmaksızın bilinen temel konularda icmâ ehli sayılsalar da, rey ve ictihadı gerektiren konularda dikkate alınmazlar.

İcmâın Hükmü: Üzerinde icmâ edilen konunun hükmünün yakinen sabit olup, inkarının küfrü gerektirmesidir. Ancak bu hüküm icmâın bütün mertebeleri için geçerli değildir.

İcmâın Mertebeleri (Merâtibu’l-İcmâ)

1) Sahabe icmâı,
2) Sonrakilerin, sahabenin ihtilafı bulunmayan bir konudaki icmâı,
3) Sonrakilerin, sahabîlerin ihtilaf ettiği bir konuda mevcut görüşlerden biri üzerinde icmâı.
4) Gerçekleştikten sonra içlerinden birinin vazgeçtiği icmâ.(son ikisi tartışmalıdır)

İcmâın Dayanağı (Senedu’l-İcmâ)

Kimi usulcüler, icmâın ancak kat’i bir delil üzerinde olabileceğini savunurken, Hanefiler, haber-i vâhid ve kıyas gibi zannîi deliller üzerinde de icmâ olabileceğini ve icmâın bu zanni delilleri kat’ileştireceğini savunmuşlardır. İcmâın gerçekleşmesi yanında, bir de nakledilmesi vardır. İcmâın nakli de tıpkı Sünnetin naklinde olduğu gibi, mütevatir veya meşhur ya da âhad yolla olabilmektedir.

İcmâın Deliller Hiyerarşisindeki Yeri

İcmâ, deliller hiyerarşisinde genel olarak Kitab ve Sünnetten sonra üçüncü sırada yer alsa da usulcüler, bu sıralamanın şeref sıralaması olduğunu, kuvvet açısından yapılacak sıralamada icmâın birinci sırada yer alacağını açıkça ifade etmişlerdir.

İcmâın İşlevi

1. Muhafaza: İbadet ve ibadet içerikli konularda Hz. Peygamberden intikal eden ve sahabede somutlaşan mevcut anlayış ve uygulamaları korumak ve sürdürmek. İcmâın bu fonksiyonu, sahabe icmâı tarafından yerine getirilmiştir. Nazzam ve Şia hariç tutulacak olursa, sahabe icmâına karşı çıkan kimse yoktur.
2. Bağlayıcılık: Özellikle hukuk alanına ilişkin olmak üzere, yeni karşılan problemlerde ortak ve bağlayıcı karar alabilmek.
3. Kamu otoritesini sınırlamak: Her iki işlevi itibariyle de icmâın, aynı zamanda mevcut anlayış ve uygulamayı, yöneticilerin değiştirme girişimlerine karşı korumak suretiyle bir anlamda onların otoritelerini sınırladığı da söylenebilir.
4. Bazı usûl konularının meşruiyetini sağlamak: Usulcülerin, icmâa özellikle sahabe icmâına yükledikleri fonksiyonlardan birisi de, kıyasın hüccet oluşu, haber-i vâhid ile amel gibi usulî konuların meşruiyetini ispatlamak ve temellendirmektir.

4)Istıshâb

Beraber bulunma, beraberliğin devam etmesi gibi anlamlara gelir. Terim olarak ıstıshâb, mevcut olan bir şeyin aynı şekilde devam etmesi, diğer bir ifadeyle, daha önce varlığı bilinen bir durumun, aksine delil bulunmadıkça, varlığını koruduğuna hükmedilmesi şeklinde tanımlanır. Usulcülerin “Bekâu mâ kâne alâ mâ kân” sözleri bunu ifade eder.
Istıshâb anlamını vermek üzere literatürde ‘asıl’, ‘en-nefyu’l-aslî (aslî yokluk)’, ‘ibâha-i asliyye’, ‘berâet-i asliyye’ gibi deyimler de kullanılır. Gazzâlî bu anlamı ifade etmek için ‘akıl’ terimini de kullanmış ve bu aklı ‘asli nefy’ olarak açıklamıştır.
Hanefilere göre ise ıstıshâb bir hüccet olmayıp, yalnızca, delili ile sabit olmuş bir hükümde sonradan kuşku (şek) doğması durumunda kullanılabilir. Hanefilerin “ıstıshâb defi‘ hususunda hüccettir” sözlerinin anlamı budur. Istıshâbla irtibatlı olarak düşünülen iki temel ilke vardır. Bunlardan birisi “Eşyada aslolan ibahadır” ilkesi, diğeri de “Berâet-i
zimmet asıldır” ilkesi.
Eşyada aslolan ibahadır ilkesi eşyada aslolan mubahlıktır.
Beraet-i zimmet asıldır” ilkesi ise, aksi yönde bir delil bulunmadıkça herkesin suçsuz ve borçsuz kabul edilmesi anlamındadır.

5) Mülhak Deliller

Bağımsız delil olmaktan çok, Kur’an veya Sünnet’in veya her ikisinin bir uzantısı mahiyetinde olan önceki şeriatler, sahabî sözü ve Medine halkının uygulaması’dır.

A)Önceki Şeriatler (Şer’u Men Kablenâ)

Kur’an’da ve Sünnet’te bazen eski şeriatlerdaki bazı uygulamalara atıf yapılır. Bu atıf, aynı hükmün Müslümanlar için de geçerli olduğunu bildirme şeklinde olabileceği gibi, onlara emredilen veya yasaklanan bir şeyin Müslümanlar için söz konusu olmadığını bildirme şeklinde de olabilir. Ancak bilmek gerekir ki, hükmün sübutu eski şeriatlerin bir gereği olarak değil, Kur’an’ın yeni bir buyruğu sebebiyledir. Mesela “Ey iman edenler oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır” ayetinde önceki şeriatlerde de
orucun emredildiği belirtilmekte ve bu Müslümanlara da emredilmektedir.
İkinci atıf ise önceki şeriatlerdeki hükmün kaldırıldığını gösterir. Meselâ yahudilere haram kılındığı bildirilen yiyeceklere ilişkin hükmün (En’âm 6/146), bir önceki âyetin delâletiyle müslümanlar hakkında geçerli olmadığı anlaşılmaktadır. Genel olarak Hanefî ve Maliki usulcüler, red ve inkar edilmeksizin Kur’an veya Sünnet’te eski şeriatlera ait olduğu bildirilerek yer alan hükümlerin Müslümanlar hakkında da bağlayıcı olduğunu kabul ederler.

B) Sahâbî Sözü

Sahabî sözleri sonrakiler açısından dört şekilde ortaya çıkabilir:

  1. Sahabîlerin görüş birliği (icmâ),
  2. Sahabîlerin görüş ayrılığı (ihtilaf),
  3. Bir sahabînin, sahabe arasında biliniyor olmasına rağmen bir muhalefetle karşılaşmamış sözü (sükûtî icmâ) ve
  4. Bir sahabînin sahabe döneminde yaygınlık kazanmayıp, sonraki dönemlerde yaygınlık kazanan sözü.

 

Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı konusundaki görüşler iki grupta toparlanabilir.
Birinci görüşe göre, sahabî sözü ister kıyasa uygun isterse aykırı olsun mutlak olarak hüccettir. İmam Malik bu görüşte olduğu gibi, Şâfii ve Ahmed b. Hanbel’den bu yönde bir görüş nakledilmektedir. Önde gelen Hanefi usulcülerden Ebû Bekr Razi Cessâs, Ebû Zeyd Debûsî, Serahsî ve Pezdevî bu görüştedir.

Sahabî sözlerinin tamamını değil, sadece kıyasa aykırı olanlarını hüccet sayan güçlü bir eğilim daha vardır. Sahabî sözünün kural olarak hüccet olmadığını savunan Kerhî de dahil olmak üzere bütün Hanefiler bu görüştedir.
İkinci görüşe göre ise sahabî sözü kural olarak hüccet değildir. İçlerinde Ebu’l-Huseyn Basrî, Gazzâlî, İbnü’l-Hâcib ve Âmidî’nin bulunduğu çoğu kelamcı usulcünün tercihi bu yöndedir. Bu görüş sahiplerinin tutunduğu akli gerekçelerden biri, ‘sahabenin masum olmaması’dır.
Sahabî sözünün hüccet olup olmadığı tartışmasının pratik sonuçları şu şekilde sıralanabilir.
1. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde, kıyasa takdim edilmesi, yani sahabî sözü varken kıyasa başvurulmaması gerekir.
2. Sahabî sözü hüccet kabul edildiği takdirde bununla Kur’ân’ın umûmî ifadeleri tahsis edilebilir.

C)Medine Ehlinin Ameli

Ahkam âyetlerinin büyük çoğunluğu Medine döneminde inmiş ve şer‘i hükümlerin tamamına yakını Medine’de belirlenmiştir. Medine halkı bu süreci Hz. Peygamberle birlikte yaşamıştır. İşte İmam Malik bu durumu dikkate alarak, Medine ehlinin
uygulamasına bir değer atfetmiş ve onu hüccet olarak görmüştür. Kimileri Medine ehlinin
amelinin huccet olmamakla birlikte “tercihe şayan” olduğunu; Kuzey Afrika Malikileri, Medine ehlinin ictihadının huccet olmakla birlikte ona karşı çıkmanın haram olmadığını; kimileri Medine ehlinin amelinin, ezan, kamet, sa‘ ve müd gibi tekrarlana gelen nakillere mahsus olduğunu; kimileri bütün nakillere şamil olduğunu; kimileri Medinelilerin rivayetinin diğerlerinin rivayetine takdim edileceğini; kimileri Medine ehlinin amelinin ictihad ve istidlal ile bilinmeyen konularda huccet olduğunu (Karafi); kimileri Medine ehlinin amelinin, ancak haberle bilinebilecek konularda huccet olduğunu (Ebu Bekir
Ebherî) öne sürmüşlerdir.

YÖNTEMLER

1) Kıyas

Sözlükte mukayese etmek, benzetmek, örneğine göre yapmak gibi anlamlara gelir. Kıyasın dört rüknü vardır.

  1. asıl,
  2. fer‘,
  3. aslın hükmü
  4. ortak illet

 

Mansus illet: Asıldaki hükmün konuluş gerekçesi açıkça belirtilmiş olmasına denir.
Müstenbat illet: asılda açıkça yer almayan ve fakih tarafından bulunup çıkarılacak olan illete denir.
Münasip vasıf: bir yarar sağlayan veya bir mefsedeti/zararı gideren vasıfa denir.
Kıyasın meşru bir yöntem olduğu Sünnî ve Mutezilî usulcülerin geneli tarafından kabul edilir. Zahiriler ve Şia kıyası şiddetle redderler.

2)İstihsan

İstihsan, sözlükte, güzel bulmak anlamına gelir.Hanefi usulcü ve fakih Serahsi istihsanın değişik tanımlarına işaret etmektedir.
Bunlar,
a) Kıyasın bırakılıp insanlara en uygun olanı almak,
b) Özel ve genel herkesin karşı karşıya kalıp mübtela olduğu hususlarda hükümlerde kolaylığı talep etmek,
c) Genişliği almak, sıkıntılı olanı terk etmek,
d) Müsamahayı almak, rahatlık taşıyanı istemektir.
Serahsi bu tanımlardan sonra, istihsanın gerçekte, bir kıyas olduğunu, celi (açık) fakat ‘eser’i (tesir) zayıf olana ‘kıyas’; hafî (gizli), fakat eseri kuvvetli olana ise ‘istihsan’ yani ‘güzel bulunmuş kıyas (el-kıyasu’l-mustahsen)’ denildiğini belirtir.

Ana kuraldan ayrılmayı meşru kılan sebepler şunlardır:
1) Kurala aykırı olan bir nassın bulunması. Unutarak yiyip içmekle ilgili hadis buna örnektir.
2) İcmâın bulunması
3) Zaruretin bulunması. Bu sebeplere göre değerlendirdiğimizde karşımıza üç tür istihsan çıkar:
a) Nass sebebiyle istihsan,
b) icmâ veya teâmül sebebiyle istihsan
c) zaruret sebebiyle istihsan. Kapalı kıyas sebebiyle yapılan istihsan da istihsanın dördüncü türü olur.

3)Istıslâh (Mesâlih-i Mürseleyi Dikkate Alma)

Maslahat, asıl itibariyle, yararı sağlama (celb-i menfaat) veya zararı gidermeden (def-i mazarrat) ibarettir. Şer‘in amacını koruma’ anlamını kastettiğini belirtir. Şer‘in insanlara ilişkin olarak amacı, onların din, can, akıl, nesil ve mallarını korumak olmak üzere beş noktada toplanabilir. İşte bu beş temelin korunmasını içeren her şey maslahat, bu beş temeli ortadan kaldıran her şey de mefsedet olup, bu mefsedetin giderilmesi maslahattır.

Maslahatın Türleri

Mahiyeti ve gücü açısından maslahatlar;
1. Zarûriyyât: Din ve dünya işlerinin varlığı için zorunlu olan ve bunlar olmadığı takdirde fesat ve kargaşanın doğacağı maslahatlardır. Beş aslın yani din, can, akıl, nesil ve malın korunması,
2. Hâciyyât: Kolaylık sağladığı için ihtiyaç duyulan, bulunmadığı takdirde genelde sıkıntı ve güçlüklere yol açan maslahatlardır. Denk biriyle ve eşdeğer mehirle evlendirmek şartıyla veliye küçükleri evlendirme yetkisinin tanınması bu türden bir maslahattır.
3. Tahsîniyyât: Bir zaruret veya ihtiyaca ilişkin olmamakla birlikte güzelleştirme, süsleme, kolaylaştırma, gündelik ilişkilerde, âdet ve muamelelerde en güzel yöntemlerin uygulanması kabilinden olan konular ise tahsiniyyat mertebesinde yer alır. Mesela temizlik ile ilgili hükümler, avret yerlerinin örtülmesi, necis olan şeylerin satımının yasaklanması, cihad esnasında kadınların, çocukların ve din adamlarının öldürülmemesi bu türden maslahatlardır. Şâri’in dikkate alıp almaması (Şer‘in itibar edip etmemesi)açısından ise maslahatlar;
Muteber maslahatlar: Şâri‘in dikkate aldığı ve o doğrultuda hüküm düzenlediği maslahatlardır. Mesela ‘Sarhoş edici her içecek veya yiyecek, şaraba kıyasla haramdır.
Mülğâ maslahatlar: Şâri‘in dikkate almadığı, geçersiz saydığı maslahatlardır. Mesela şarap elde edilmesin diye bağcılığın yasaklanması bu türden, geçersiz bir maslahattır.
Mürsel maslahatlar: Geçerli ya da geçersiz kılındığına ilişkin muayyen bir nassın bulunmadığı maslahatlardır. Maslahat-ı mürseleye göre hüküm vermenin caiz olup olmadığı usulcüler arasında tartışmalıdır. Daha çok İmam Malik ve Malikiler ile son
dönemlerde Hanbelîlerin maslahat-ı mürseleye göre amel ettikleri, diğer ekollerin ve usulcülerin buna sıcak bakmadıkları yaygın bir kanaattir.
Buna örnek olarak, mushafın yazılması, Ebu Bekr’in Ömer’i veliahd tayin etmesi, Ömer’in hilafeti bir şuraya devretmesi, divanlar oluşturması, para basması gibi hususlar gösterilmiştir.

4)Sedd-i Zerâi‘

Kötülüğe giden yolun kapatılması demektir. Daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde işletilen bir yöntemdir.

DHBT Sınavı
22.09.2024
0
Gün
0
Saat
0
Dakika
0
Saniye