İslâm medeniyetinde konuları, dinî, idarî, iktisadî, adlî, ilmî ve siyasî gibi birbirlerinden kesin çizgilerle bölümlere ayırmak pek mümkün değildir. Bundan dolayı müesseseler de iç içedir fakat iktisadi bakış açısıyla beş gruba ayrılmaktadır. Bunlardan ilki olan beytülmal, kelime olarak mal evi anlamına gelmektedir. Devlet hazinesi olan beytülmal, devlete ait malların muhafaza edildiği fizikî mekânı ifade edebileceği gibi devlete ait taşınır taşınmaz malların bütününü ve bunların idaresiyle ilgili hukukî kurumu da ifade etmektedir. Bir diğer ifadeyle devlete ait her türlü mal varlığının ve gelirlerin toplandığı, harcamaların yapıldığı, haklara ve borçlara ehil bağımsız bir kurumdur.
İktisadi bir kurum olarak beytülmalın ortaya çıkışı, Medine dönemine rastlamaktadır ve temellerini Hz. Peygamber tarafından atıldığı görülmektedir. Hz. Peygamber, Medine döneminde oluşmaya başlayan devlet gelirleri üzerinde bir mal sahibi olarak
değil, bir kamu görevlisi, bir devlet başkanı olarak tasarrufta bulunmuştur. Beytülmala ait nakit para Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilip kısa sürede dağıtılırken ürün türünden olan devlet gelirleri ise mescidin üst katındaki bir odada muhafaza edilmekte ve gerekli yerlere bundan sorumlu olan Hz. Ömer tarafından sarf edilmekteydi. Asr-ı saâdette, zekât gelirlerini toplamak, muhtaçlara dağıtmak, ziraî ürünlerin miktarlarını tahmin ve zekâtını belirlemek üzere çok sayıda kişi görevlendirilmiştir. Zekât âmili olan bu kimseler, bir anlamda beytülmal görevlisi sayılmalıdır.
İslâm topraklarının genişlemesi ve devlet gelirlerinin artması, Hz. Ömer döneminde beytülmalın kurumlaşmasını ve İslâm devletinin mâlî yapısını oluşturacak şekilde teşkilâtlanmasını gerekli hale getirmiştir. Onun döneminde Müslümanlar İran ile Bizans’tan epey yerleri alıp fethetmişlerdi. Bu fetihler sonucunda bir hayli gelir elde edildi. Söz konusu gelirlerin bir deftere yazılmak suretiyle kayıt altına alınması kararlaştırıldı ve böylece gelir ve masrafların miktarı ile bir anlamda bütçenin tespiti sağlanmış oldu.
Beytülmal, hukukî varlığı itibariyle vergilerle ortaya çıkmıştır. Beytülmalın gelir kaynaklarını üç kategoride değerlendirmek mümkündür:
Vergi, kamu hizmetlerinin düzenli bir şekilde devamlılığını temin için başvurulan bir çaredir. Bu yüzden, devletlerin ekonomik ve sosyal hayatında önemli bir yeri bulunmaktadır. İslâm vergi sistemi, birdenbire ve topyekûn olarak uygulama alanına konulmamıştır. O, İslâm’ın yayılışına paralel olarak yirmi senelik bir süreç sonunda müesseseleşmiştir.
İslam vergi sisteminde, zaman ve devletlere göre değişebilen, toplumun özel bazı ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve nevâib diye adlandırılan bir vergi sistemi mevcuttur ve savaş, deprem, kıtlık vs. gibi fevkalade hallerde devletin değişik isimlerle yeni vergiler koymaya yetkisi bulunmaktadır. Bazı vergilerin isim ve oranları ise vergi mükellefinin durumuna göre değişiklik göstermektedir. Bu anlamda Müslüman olan vatandaşının vereceği vergi ile Müslüman olmayan vatandaşının vereceği vergi birbirinden farklıdır. Bu bir adaletsizlik gibi algılansa da temel dayanağı şudur: İslâm’da bazı vergiler mâlî bir ibadet olarak kabul etmiştir. Hâlbuki Müslüman olmayan bir kişinin böyle bir mükellefiyeti yoktur. Bu nedenle Müslüman veya gayrimüslim olmalarına bağlı olarak vergi verirler.
Üzerinde yaşanılan ve gelirinden istifade edilen topraklara göre de değişebilen vergi sisteminde özellikle arazi ile ilgili vergiler söz konusu olduğunda toprak sahipliği önem kazanmaktadır. Savaş sonunda elde edilen topraklar, ya Müslüman gaziler arasında taksim ediliyor veya Müslüman olmayan eski sakinleri elinde bırakılıyordu. Böyle bir uygulamanın sonunda da toprak, ya öşrî veya haracî adını alıp ona göre işlem görüyordu. Ancak bir arazinin öşrî veya haracî olmasında rol oynayan en büyük etken yine arazi sahibinin dinidir.
Bundan başka Müslüman devletlerde mülkiyeti devlete ait olan ve kullanım hakkı vatandaşa verilmiş bulunan emîrî veya mîrî denilen üçüncü kategori diyebileceğimiz bir arazi daha bulunmaktadır. Bu arazilerden her birinin verdiği ürünün vergisi farklılık göstermektedir. İlerleyen bölümlerde ise yalnızca Müslümanların vermekle yükümlü oldukları vergiler ve da Müslüman olmayanların vermekle yükümlü oldukları vergiler anlatılmaktadır.
Divan kelimesi, devlet idaresindeki değişik idarî, mâlî ve askerî hizmetlerin yerine getirilmesinde kullanılan defterlere; mecaz olarak da bu defter ve ilgili memurların bulundukları yere verilen isimdir. Divanın ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Bazı araştırıcılar, Hz. Peygamber’in Kur’ân âyetlerini yazdırıp kaydettirmek için görevlendirdiği vahiy kâtiplerine bakarak İslâm tarihindeki ilk divanın bu şekilde ortaya çıktığını belirtmekteyse de Buhârî’de bulunan bir hadise göre ise Hz. Peygamber, Medine’de bulunan Müslümanların isimlerini yazdırdıktan sonra bir tür sayım yaparak 1500 isim olduğunu tespit etmesinin divan olduğu anlatılmaktadır.
İslâm dünyasında, Halife Hz. Ömer’in fey gelirlerini dağıtmak için kurduğu divan teşkilâtı ile birlikte yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanan divan tabiri, Emeviler ve özellikle Abbasiler zamanında başta askerî ve mâlî sahalar olmak üzere çeşitli devlet hizmetlerine bakan kurumlara isim olarak verilmiştir. Gerçek manasıyla ilk defa kullanılması ise Halife Hz. Ömer tarafından mümkün olmuştur. Bu dönemde İslâm devleti, gerek toprak, gerekse maaş bakımından çok geniş ve büyük imkânlara kavuşmuştur. Fethettikleri ülkelerdeki yönetim sistemlerini ve uygulamalarını gören Müslümanlar, divanı burada görmüşlerdir. Emeviler döneminde birçok çeşide ulaşan divan teşkilatı, iktisadi anlamda dörde ayrılmaktadır:
Abbasiler döneminde divanların sayısında bir hayli artış olduğu görülmektedir. Bu divanların başında da divanü’l-harac gelmektedir. Bu divan, hem gelir tahsil eden, hem de gerekli yerlere harcama yapan bir dairedir. Gelir tahsil ettiği için harac arazilerinin ölçümünü yaptığı gibi arazilerdeki mahsul çeşitlerini tespit edip buna göre vergi mükellefi ve vergi oranlarını tayin etmekteydi. Harac divanı, hem gelir tahsil ettiği, hem de harcama yaptığı için burada meclis denilen iki ayrı şube bulunmaktaydı.
Selçuklularda, divan-ı istifâ veya divanü’z-zimam ve’l-istifâ adını alan bu divandan sorumlu olan devlet adamına sahib-i divan-ı istifâ veya sadece müstevfî denirdi. Bu divanın vilayetlerde müstevfi, amid, âmil vs. gibi isimler altında temsilcileri bulunurdu. Osmanlı döneminde Orhan Gazi döneminde geliştiği görülen divan teşkilatının üyelerinden biri defterdardır ve başında bulunduğu kuruma da defterdarlık denilmektedir. Bu görevli, Osmanlı maliye teşkilâtının aynı zamanda başı idi. Osmanlılarda diğer pek çok müessesede olduğu gibi defterdarlık da daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinin teşkilâtlarına dayanmaktadır.
Başlangıçta sadece bir defterdar varken devletin büyüyüp gelişmesine bağlı olarak mâlî işlerin çoğalması, defterdar sayısının artmasını gerekli hale getirmiştir. Fatih Kanunnamesi’nde baş defterdar ve defterdarlar tabirlerinin geçmesi, ikinci ve yeni bir defterdarlığın bu dönemde kurulduğunu göstermektedir. Defterdar sayısı ikiye çıkarılınca biri Rumeli, diğeri Anadolu’nun mâlî işlerine bakmaya başlamıştır. Ancak yetki ve protokol itibariyle Rumeli defterdarı, daima Anadolu defterdarından önce gelmiş ve baş defterdar olarak kabul edilmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Suriye ve diğer bölgeleri alması üzerine devlet topraklarının mâlî işleri ile uğraşmak için merkezi Halep’te olmak üzere Arap ve Acem Defterdarlığı adıyla yeni bir defterdarlık kuruldu. Görev, isim ve yetkilerindeki birtakım değişikliklerden sonra defterdarlık müessesesi 1841’de Maliye Nezâreti adını aldı.
Hisbe veya ihtisab da denilen kurum, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde tam teşkilâtlı bir müessese haline gelmiştir. İyiliklerin yapılmasını sağlamak ve kötülüklerin yapılmasına mani olmak gayesiyle kurulan bu teşkilâtın başında bulunan ve muhtesib, ihtisab emini, ihtisab ağası gibi isimlerle anılan görevli, dinin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü ortadan kaldırmaya çalışırdı.
Başlangıçta, İslâm toplumunda iyiliklerin yapılmasını emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle sosyal huzuru sağlayan dinî bir müessese olarak ortaya çıkmıştır. Ancak kuruluşundan itibaren farklı ve çok yönlü görevler yürütmüştür. İslâm ülkelerindeki şehir merkezlerinde günlük hayatın düzenlenmesinde önemli derecede rol oynayan ihtisab teşkilâtı, bilhassa esnaf teşekküllerine karşı sahip olduğu geniş yetki ve yaptırıma sahip olma bakımından önem taşımaktadır.
Bu teşkilâtın başına bir görevlinin resmen ne zaman getirildiği kesin olarak bilinmemekle birlikte bazı tarih kaynaklarına göre Germiyan Beyliği vatandaşı olan birisinin Osman Gazi’ye gelerek Bâc-ı Bazar denilen semt pazarı esnafının, yaptığı ticaretten dolayı kendisine vergi vermesini talep etmesiyle birlikte gündeme gelmiştir. Osman Gazi ile başlayan bu uygulama sayesinde bir anlamda pazar yerlerinin kontrolü de sağlanmış oluyordu. Ticarî alanda örf, âdet ve geleneklerin oluşmasında da önemli rol oynayan bâcın, sağlam kanun ve kurallara bağlanması Fatih Sultan Mehmed zamanında gerçekleşmiştir.
Osmanlılarda kadının yardımcısı olarak vazife gören muhtesibin vazifeleri arasında hem ekonomik ve sosyal hayatla ilgili olanlar hem dini hayatla ilgili olanlar hem de adli hayatla ilgili olanlar bulunmaktadır. Bu anlam da muhtesib, Osmanlı toplumunda günlük hayatın akışı içinde, halk ile esnaf arasındaki münasebetleri düzenleme ve esnafla ilgili kanunların uygulanıp uygulanmadığını kontrol etmekle de görevlidir. Devlet, onun aracılığıyla hem işçi kesimini kontrol etmekte, hem de onların haklarını koruyup loncaların gaye ve standartlarını devam ettirmek amacıyla esnaf loncalarını yakından denetlemektedir. Yerli mallarla rekabet edebilecek ithal eşyadan ihtisabiye adında bir vergi almak suretiyle işsizliği önlemeye çalışması ve gıda güvenliğiyle ilgili sorunları ortadan kaldırmaya çalışması da esnaf teşkilâtları üzerindeki etki ve nüfuzunun sebeplerinden biridir.
Özetle Osmanlı toplumunda muhtesibin görevleri şu şekildedir:
Görüldüğü gibi ihtisâb nezâreti kadı veya divan tarafından tesbit edilmiş bulunan fiyatların uygulanıp uygulanmadığını kontrol eden, satış yerlerini teftiş eden, lonca üyelerinin tabi olduğu ve ihtisab rüsûmu denilen vergilerin satıcılar ile sanatkârlardan toplanıp toplanmadığını kontrol etmek suretiyle esnafa nezaret eden bir kurumdur. Ancak II. Mahmud zamanında, (16 Ağustos 1855 tarihinde yayınlanan resmî bir tebliğ ile) ortadan kalkmış ve yerine Şehremaneti kurulmuştur.
Vakıflar, ilerleyen bölümlerde hizmet alanlarına ve idarelerine göre iki yönde ele alınmaktadır.
İslâm dinini kabul etmelerinden sonra Türklerin, ekonomik, sosyal ve dinî hayatlarında asırlar boyu etkin rol oynamış bulunan vakıf kurumu, sadece fakirlere yardım etmek gibi dar bir çerçevede kalmamış, aynı zamanda fikir, kültür, irfan ve imar gibi müesseseler üzerinde de derin izler bırakmıştır.
Vakıflar, farklı hizmet alanlarına göre yapılmaktaydı ve her vâkıf, vakfı üzerinde arzu ve iradesinin devam etmesini istemekteydi. Bu durum normal karşılanmalıdır. Çünkü senelerin çaba ve emeği ile kazanılmış bir mülk veya mal üzerinde o kadar zahmet çekmiş olan bir kimsenin, tescil ettirdiği şartlarla vakıf üzerinde tasarruf sahibi olması son derece normaldir. Aksi halde vakıfların devam etmeme tehlikesi de göze alınmalıydı. Ayrıca bu durumda, vakıfların yüklendiği nice önemli hizmetlerden hiç birisinin yapılmaması söz konusu olurdu. Eğitim-öğretim, ekonomi, sosyal, kültürel, ulaşım ve sağlık gibi alanlarda hiçbir eserin yapılmaması ülkenin gelişmesine indirilen en büyük darbelerden biri olurdu.
Emeviler döneminde vakıflar, vâkıf tarafından tayin edilen mütevellilerce yönetilirdi. Nazır, mütevellinin kontrolcüsü olarak, kendilerine bağlı vakıf işlerinin doğru bir şekilde devam edip tamamlanmasını denetlerdi. Bunların genel kontrolü ise emiru’l-mü’minîn olan halifeye aitti. Devlet, kadılık ve nakiblik gibi teşkilâtları aracılığıyla vakıfların yönetimini denetim ve kontrol etmekte idi. Vakıf işleri, mütevellilerin keyfî yönetimlerine bırakılmıyordu. Onlar, kadılık dairelerinde ve merkezî idare teşkilâtında düzenli ve sıkı bir şekilde takip ediliyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam eden Evkaf-ı Hümâyûn Nezâreti, 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı kanunla ortadan kaldırıldı.
Ahilik, esnaf ve sanatkârın kaliteli mal üretmesine, tüketiciye daha rahat ve ucuz ulaştırılmasına hizmet eden bir teşkilât olduğu için iktisadî kurumlarımızdan biri olarak değerlendirilmektedir. Teşkilât, elinde bulunduğu yetkiyle doğru çalışmayan, kalitesiz mal üreten, hile yapan ve tüketiciyi aldatan sanatkâr ile esnafı mesleğini icra etmekten men edebilmektedir. Fütüvvet geleneğinden esinlenerek ortaya çıktığı bilinen ahilik, Arapça kardeşim anlamındaki ahî kelimesinden gelmektedir.
Abbasi halifesi en-Nâsır Lidinillah rehberliğinde kurulan ahilik, Arap dünyasından Müslüman Türk dünyasına geçmesinden sonra burada da büyük hizmetler ifa etmiştir. Anadolu’daki kurucusu Şeyh Nasiruddin Mahmud’dur. Daha sonraları Ahi Evran ismiyle şöhret olan bu kişi, esnaf ve sanatkârı bir birlik etrafında toplayarak sanat ve ticaret ahlâkını, üretici ve tüketici menfaatlerini güven altına almaya ve böylece kötü politik ve ekonomik atmosfer içinde onlara yaşama ve direnme gücü vermeye çalışmaktadır.
Özellikle I. Alaeddin Keykûbad’ın büyük destek ve yardımlarını gören Ahi Evran, İslâmî düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak iş yerlerine usta, kalfa ve çırak münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadî hayatı düzenleyen ahiliğin gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır. İlk defa Kırşehir’de kurulan ahilik teşkilâtı, kısa bir zaman içinde Anadolu’nun hemen her tarafına yayılmıştır. Büyük şehirlerde çeşitli gruplar halinde teşkilatlanan ahilerden her birinin, müstakil bir zâviyesi bulunmaktadır. Küçük şehirlerde ise muhtelif meslek grupları, tek bir birlik teşkil edebilmektedirler. Bu birlikler, Anadolu Selçuklu Devleti zamanında kendi mesleklerine ait problemleri bizzat kendileri hallettikleri gibi devlet ile olan münasebetleri de düzenlemektedirler. Bu birliklerin asli görevleri, mal ve kalite kontrolü ile fiyat tespitidir.
Bütün prensiplerini dinin asıl kaynağından alan ahiliğin, nizamnamelerine fütüvvetname adı verilmektedir. Fütüvvetnâmelere göre teşkilât mensuplarında bulunması gereken özellikler, vefa, doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, nasihat, doğru yola sevk etme, affedici olma ve tevbe idi. İçki kullanma, zina, yalan, gıybet ve hile gibi davranışlar ise meslekten atılmayı gerektiren sebeplerdi. Meslekten ihraç ise günümüze kadar gelen pabucu dama atıldı uygulaması ile gerçekleşiyordu. Dolayısıyla ahi baba veya onun vekâlet verdiği kimse tarafından ayağındaki pabuçlardan biri dükkânın damına atılan esnaf veya sanatkâr artık o mesleği icra edemiyordu.