Medine döneminin 4. yılında inmiştir. 24 ayettir. Ahirete ilişkin olarak kullanıldığında ‘toplanma’ anlamına gelen haşr , bu surede olguya uygun olarak ‘ kalkışma, ayaklanma, savaş için toplanma‘ anlamlarına gelmektedir.

Haşr suresini üç bölüme ayırmak mümkündür :

1 ila 10. ayetlerinin bölüm: Surenin ilk ayeti ile son üç ayetinde, bütün varlıkların Allah’ı eksikliklerden tenzih ettiği, O’nun  birliği, yüceliği, ilminin sınırsızlığı, rahmet ve şefkatinin enginliği, irade ve gücünün mutlaklığı, eşsiz yaratıcı olduğu belirtilmektedir. Bununla kalplere tevhid inancının, Allah sevgisi ve saygısının yerleştirilmesi hedeflenmektedir. Tespih terimi, bir yandan şuurlu varlıkların iradi olarak yüce Allah’ın her türlü eksiklikten uzak olduğunu söz ve davranışlarla ortaya koymaları; diğer yandan da evrendeki bütün varlıkların ilahi yasalara zorunlu olarak boyun eğip O’nun hükümranlığını itiraf etmeleri anlamına gelir. Eğer insan çevresindeki varlıklara ibret nazarıyla bakacak olursa, her zerresinin Allah’ı zikrettiğini anlayacaktır. Cin ve insan dışındaki varlıklar ilahi yasaya ister-istemez boyun eğmek durumundadır; zira öyle yaratılmışlardır. Bu armoniye uymayan iki varlık türü, cin ve insandır. Allah istiyor ki insanoğlu da bu armoniye iştirak etsin. Diğerleri gibi her daim Allah’ı tespih ederek şanını yüceltsin.

2 ila 10. ayetlerde antlaşmalarını bozan bir Yahudi kabilesinin başına gelen sürgün felaketi örnek gösterilip bundan ibret alınması istenmektedir. Müslümanlara toplum olarak elde edilen imkânların paylaş­tırılması konusunda yol gösterilip ideal mümin tipiyle ilgili tasvirler yapılmaktadır: Ayette Nadîroğulları doğal olarak ‘Ehl-i kitap’ olarak anılmışlardır; zira onlar Medine’deki üç Yahudi kabilesinden biridir. Yine onların ‘inkârcı‘ olarak nitelendirilmesi, Hz. Peygamber’in gerçekten kendi kutsal me­tinlerinde bildirilen Allah ‘ı n Elçisi olduğunu kabul ve ilan etmiş olmalar ı na rağmen daha sonra ihanet ederek ona karşı çıkmış olmalarındandır. Nadîroğulları, Hz. Peygamber ve Mekkeli Müslümanlar Medine’ye geldikten bir süre sonra Müslümanlarla birbirlerine karışmama ilkesine dayalı bir antlaşma yapmışlardı. Buna göre ortak yurt Medine’de Müslümanlar ile dost olarak yaşayacaklardı. Ancak Uhud savaşının ardından müminlere ihanet ettikleri ve bu nedenle Medine’yi terke zorlandıkları zaman bile onlara tarlalarının mülkiyetini muhafaza etme izni verilmişti. Ama ardından ihanetleri sebebiyle, hem vatandaşlık haklarını hem de toprakları üzerindeki mülkiyet haklarını kaybettiler. İşte böylece yurtlarını çift taraflı mahvetmiş oldular. ‘İbret alın’ şeklinde çevrilen ( فَاعْتَبِرُوا ) fiilin kökünde, ‘ bir yerden bir yere veya bir durumdan bir duruma geçme’ anlamı bulunmaktadır. Olayların hakikatini, sebep ve sonuçlarıyla birlikte kavrayıp gereğini yerine getirin demektir.

Buna göre konunun izahı şöyle yapılabilir: Yüce Allah, bir ihanet olayını ve buna verilen cezayı açık bir örnek olarak göstermiş, sonra akıl ve muhakeme sahiplerini düşünmeye; benzer durumların benzer sonucu doğuracağını dikkate almaya çağırmıştır. Bu olayda Nadîroğulları’nın asıl mahkûm edilen davranışı, ahdi bozma ve antlaşma yaptıkları Müslümanları arkadan vurma çabası içine girmeleridir. Bunun yanı sıra, kalelerinin ve evlerinin sağlamlığına ve ikiyüzlü davrandıkları defalarca görülmüş olan münafıkların sözlerine güvenerek hiçbir hazırlık yapmamalarıdır. Hazırlık yapılmaması burada dolaylı olarak eleştirilmiş ve akıl sahibi herkes özellikle müminler bundan ders çıkarmaya davet edilmiştir. Allah onlara sürgünü takdir etmemiş olsaydı, bu dünyada onlar ı Müslümanlar karşısında büyük bir bozguna uğratıp ölüm ve esaretle cezalandırarak daha acı bir azaba uğratacaktı. Fakat asıl ceza ahirette gelecektir, bundan kaçış söz konusu değildir. Nadîroğulları’nın dünyada cezaya ahirette de azaba mahkûm oluşlarının sebebi, Ehl-i kitap olmaları na rağmen Allah’a ve Elçisi’ne karşı gelmeleri, bunlarla bağlarını koparmaları olarak belirtilmektedir. Allah ve Resûlü’nün hakkı; onların isteği doğrultusunda hareket edilmesidir. Allah’a rağmen iş yapanlar, O’nunla bağlarını kesenler, Allah’ın azabının çetin olduğunu unutmamalıdır. “Allah ve Resulüne karşı cephe alma” ifadesiyle daha çok ihanet ve Hz.Peygamber’e suikasta işaret edildiği belirtilir. Müminlerin Nadîroğulları Yahudilerinin kalelerini kuşatmaları sırasında askerî operasyonları kolaylaştırmak için harekâtı engelleyen bir kısım hurma ağaçlarının kesilmesi, engel olmayanların ise kökü üzere bırakılması, Allah’ın bilgisi dâhilinde ve O’nun rızasına uygun olmuştur. O’nun bilgisi ve izni olmadan hiçbir şey gerçekleşmez. Allah’ın izin vermediği durumlarda savaşta bile ağaç kesilemez. Müslümanlar, savaş sırasında tabiat varlıklarının korunmasını; sivillerin, kendilerini ibadete vermiş din adamlarının, kadınların, çocukların ve yaşlıların öldürülmemesini ilke haline getirme konusunda insanlık tarihinde öncü konumunda bulunmuşlardır. Müminler çok stratejik bir mıntıkada yer alan sayıları iki ila altı arasında değişen hurma ağacını kesmişler, Yahudiler bunu fırsat bilerek ‘Sana inen mesajda buna da mı yer var?’ diye Allah Resûlü’nü suçlamışlardı. 5. ayet, istismara dayalı söz konusu ithamı reddetmek için inmiştir. Allah’ın bir kısım hurma ağaçlarının kesilmesine izin vermesinin gerekçesi, ayette Allah ve Elçisi’ne karşı gelerek yoldan çıkmış o Yahudileri cezalandırmak; burunlarını sürtmek olarak açıklanmıştır. Yeryüzünü fesada boğan zalimlerin gücünün kırılması için bu tür tahribatın yapılması zorunluysa, bunda hiçbir sakınca ve günah yoktur.

6 ve 7. ayette geçen efâe ( اَفَاۤء ) fiili sözlükte “geri döndürmek, şeklini değiştirmek” anlamlarına gelir. Burada İslâm hukuk terminolojisinde fey olarak adlandırılan maddî değerler kastedilmektedir. Terim olarak fey , gayrimüslimlerden alınan haraç, cizye, ticarî mal vergisi (uşûr) ve diğer bazı gelirleri ifade eder. Ganimet de dahil olmak üzere gayrimüslimlerden alınan her türlü malın bu kapsamda olduğunu düşünenler bulunmakla beraber yaygın görüşe göre ganimet, feyin kapsamı dışındadır. Allah’ın, ciddî bir çarpışmanın yaşanmadığı bu kuşatma sonucunda onlardan alıp Elçisine verdiği mal, mülk, silah, arazi, bahçe ve benzeri feylere gelince; onlar, ganimetler gibi askerler arasında paylaşılmayıp 7. ayette belirtilen gruplar arasında dağıtılacaktır. Çünkü mücahitler, bunları ele geçirmek için ne at, ne de deve sürüp düşmanla çarpışmaya girmiştir. Fakat Allah, İslâm nizamının temsilcisi olan Peygamberini kâfirlere galip kılarak, İslâm toplumunun güçlenmesinde kullanması için bu nimetleri onun tasarrufuna devretti. Çünkü Allah, elçilerini dilediğinin üzerine gönderir de, zalimlerin kalplerine korku salarak onları yenilgiye uğratır. İşte bu kuşatma da aynen böyle olmuştur. Unutmayın ki, Allah’ın gücü her şeye yeter. Ganimet , savaş yoluyla düşman ordusundan ele geçirilen silah, teçhizat, hayvan, altın ve benzeri menkul mallardır. Bunun hükmü Enfâl suresi 1 ve 41. ayetlerde açıklanmıştır.

Bir ülke savaşılarak fethedilmiş bile olsa, o ülkenin toprağı, evleri, menkul ve gayrimenkul mallar ı ganimet değil, feydir. Aynı şekilde, savaşılmadan ele geçirilen ganimetler de feydir ve bir sonraki ayette sıralanan kişilere paylaştırılmalıdır. Ayette, Allah’ın kullara ikram ettiği serveti, O’na nankörlük edenlerin elinden alıp kendisine iman ve itaat edenlere iade ettiği mesajı verilmektedir. Ayrıca ‘gölge’ anlamına da gelen fey ile dünya malının gölge misali gelip geçici olduğu, asıl amaç olmadığı, tersine Allah’a ulaşmada bir vasıta olduğu ifade edilir gibidir. Fiili savaş yoluyla elde edilen ganimetlerin beşte biri, Bedir zaferinden hemen sonra inen Enfâl suresinin 41. ayetinde say ı lan Allah’a, Peygamber’e, onun akrabalar ı na, yetimlere, yoksullara ve bir de yurdundan yuvasından ayrı düşmüş gariplere aittir. Geri kalan beşte dördü ise savaşa katılan mücahitler arasında paylaştırılır. Ganimetlerden farklı olarak fey şeklinde elde edilen mallarla ilgili iki ayrı durum vardır. Birincisi 6. ayetteki gibi gayrimenkullerdir. Bunların tamamı, Allah Resûlü’nün tasarrufundaır. İkincisi ise, 7. ayette ifade edilen menkullerdir. Bunların tümü Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yurdundan yuvasından ayrı düşmüş gariplere taksim edilir. Ganimet ve fey hukuku, savaş ahlâkının bir parçasıdır. Savaşçıyı mal elde etmek için insan öldürmeye teşvik eden keyfi paylaşım esası na dayalı cahiliye taksiminin yerine ikame edilmiş, çapula son verilmiştir. Zira çapulda savaşçı elde ettiği malı zimmetine geçirirdi. Kur’ân ise, çapulu ‘kamu malı yeme’ (ğulûl) olarak görmüş ve çapul yapmaya kalkan mücahidi, hem ga­nimetten mahrum etmiş hem de kıyamet günü bu yolsuzluğunun bedelini ödeyeceğini ilan etmiştir. Ayette tüm zamanlar için geçerli olan bir ilke ve uygulamaya dikkatler çekilerek tekelleşmeye gidilmemesi hükme bağlanmıştır.

Muhacir , sırf Allah’ın rızasını elde edebilmek için O’nun gönderdiği dini gereğince yaşayabilme adına yurdunu, yuvasını, evini,barkını terk ederek başka yerleşim yerine göç etmek zorunda kalandır. Bunlar, bu hareketleriyle Allah’ın dinine ve Peygamber’ine yardımcı olmaktadırlar.

Medine’nin yerli halkı olan ve ‘yardım edenler’ anlamına gelen ensarın özellikleri ise ayette şöyle sıralanmaktadır:

  1. İmanı içselleştirmişlerdir.
  2. İslâm’ı daha iyi yaşayabilmek için memleketlerine gelen muhacir müminleri can-ı gönülden severler.
  3. Muhacirlere verilen ganimetten dolay ı içlerinde bir rahatsızlık ve kıskançlık hissetmezler.
  4. Kendileri ihtiyaç sahibi olduklar ı halde muhacir kardeşlerini kendilerine tercih edecek (îsâr) kadar erdemlidirler.

 

9. ayette ahlâkî hastalık olarak anılan “buhl”, kendi elindekini başkasından kıskanmak, cimrilik; ” şuhh ” ise, başkasının elindekine göz dikmek, fakirlere vermeyi sevmemektir. Ayette kendilerinden övgüyle bahsedilen ensarın, insanın hem bu dünyada ve hem de öteki dünyada mutluluğu elde etmesinin önündeki başlıca engeller olarak gösterilen cimrilik, açgözlülük ve ihtirası aşmış oldukları beyan edilmektedir.

8 ila 10. ayetlerde, ideal mümin tipi ve karakteriyle ilgili tasvirlerin ve eğitici-öğretici uyarıların hâkim olduğu görülür. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:

a) Bütün hayırlı eylemlerde, başarılı olmak için kendi gücüne değil, Allah’ın lütuf ve inayetine olan inancı öne çıkarmak; kişisel tercih ve yeteneklerini kusursuz kabul etme değil, özündeki imanın kurtarıcılığına güvenmek.

b) Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı amaç edinmek, bütün davranışlarını bu ilkeye göre anlamlandırmak.

c) Allah’a ve Resulüne yardım, yani Allah’ın buyruk ve yasaklarını tebliğ uğruna gerektiğinde en değerli dünyevî arzu ve çıkarlarını feda edebilmek.

d) Dürüstlükten ödün vermemek, söze sadakat göstermek.

e) Darda olan mümin kardeşine kucak açmak; imkânlarını onunla pay­laşırken ve onun için özveride bulunurken bunun sevgi temeline dayalı kalmasına özen göstermek, davranışlarının içtenliğini korumak, yapmacıklıktan ve gösterişten uzak durmaya çalışmak.

f) Beşerî zaaflara karşı daima Allah’ın yardımına ve korumasına sığınmak.

g) Allah’ın şefkat ve merhametinin herkesi kuşatacak enginlikte olduğuna yürekten inanmak; kendisi için olduğu kadar mümin kardeşleri için de O’nun bağışlamasını dilemek; başkalarının kusurunu gördüğünde kendisinin de bir beşer olduğunu ve benzer kusurlar işleyebileceğini hatırlamak.

10. ayet: “Muhacirler ve Ensardan sonra gelen diğer müminler, “Ey rabbimiz!” derler, “Bizi ve bizden önce imana ermiş olan kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde müminlere karşı kötü niyet ve düşünceden iz bırakma. Ey rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” Ayette, didaktik bir üslûp kullanılarak bir yandan sonraki Müslüman nesillerin nasıl davranmaları gerektiği açıklanmakta, onların da ben merkezli değil özgeci bir düşünce ve davranış biçimine sahip olmaları özendirilmekte; öte yandan da dolaylı olarak her dönemdeki müminlerin daha sonra gelecek nesillerin kendilerini hayırla yâd etmelerini sağlayacak tarzda hareket etmeleri gerektiği hatırlatılmaktadır. İlk muhacirler ve ensar, Allah’ın her bakımdan örnek gösterdiği, adalet ve ihsan sahibi seçkin müminlerdir. Onlara adalet ve ihsanda tabi olanlar, onların güzel ahlâkını ve yaşayış tarzını örnek edinir ve yolundan giderler. Onları beğenmeyip gittikleri yoldan sapanlar ise, hiçbir zaman Allah’ın rızasına erişemezler (Tevbe: 100).

İkinci Bölüm: 11 ila 17. Ayetlerde, Müslüman göründükleri halde ahitlerini bozan Ehl-i kitap’la gizli ilişkiler kurarak türlü entrikalar çeviren münafıkların ve yandaşlarının bazı zaaflarına değinilerek; Müslümanlar, hem bu tür davranışlardan sakındırılmakta hem de kendilerine moral verilmektedir: ‘ Yandaşlar’ olarak çevirdiğimiz 11. ayetteki ‘ihvan’ (kardeşler) kelimesinin ‘inkâr eden‘ sıfatıyla birlikte kullanılmış olması, münafıklarla Yahudilerin bazı inançlarda kesiştiklerini göstermektedir. Buna göre ‘Ehl-i kitap’tan inkârcı yandaşları’ diye çevrilen ifade, bu iki kesimin, Hz. Muhammed’in peygamberliğini inkâr hususunda birleştiklerini belirtmektedir. 13. ayette kişilik problemi yaşayan münafıkların yüreklerinde Allah korkusu taşıdıkları izlenimini vermeye çalıştıkları ; hâlbuki gerçekte Müslümanlardan korktukları bildirilmektedir. Onlar tüm kalpleriyle Allah’a inanmadıklarından, bu dünyada karşılaşacakları maddi/somut tehlikeler, onları Allah’ın hesaba çekme düşüncesinden daha fazla korkutur. Zira onlar ahiret, cennet, şehâdet ve benzeri ulvî hakikatleri idrak edemeyen bir toplumdur. Ayetteki korku anlamına gelen rehbe; korku, hüzün ve kaygının bileşimidir. Buna göre başa gelmesinden korkulan bir şeyden dolayı olağanüstü sakınma ve ürkme halini ifade etmektedir. 14. ayette ise onların, Müslümanlarla toplu halde göğüs göğse bir savaşa giremeyecekleri belirtilmektedir. Ancak iyi korunmuş kalelerde veya siperlerin arkasında müminlerle savaşı göze alabilirler. Kendi aralarındaki anlaşmazlıklar, çarpışmalar ve savaşlar da çok çetindir. Dışarıdan bakınca onları birlik ve beraberlik içinde sanırsın; oysa kalpleri dar­madağınıktır.

Bir inanç etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket ede­mezler. Çünkü onlar, akıllarını kullan(a)mayan bu yüzden de, doğru bir inanca ve sağlam ahlâkî ölçülere sahip olmayan inkârcı bir toplumdur. Bu ayette, bir toplumun birlik ve beraberlik ruhu içinde olmaması durumunun ‘aklını iyi kullanamamaları’ gerekçesiyle açıklanması, toplumsal dayanışmanın sırf duygu bağları temeline değil, ayn ı zamanda rasyonel esaslar üzerine dayalı olabileceğini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Verilmek istenen mesaj şu olmalıdır: Müslümanlar münafıkların ve ahitlerini bozan Yahudilerin blöflerine aldırış etmemelidir. Zira onlar bütün şartlarda savaşı göze alacak cesaret ve özveri duygusuna ve müşterek bir gaye uğruna canlarını feda edebilecek imana ve ruha sahip değildirler. Böyle bir birlik ruhu içinde değil, sadece kendilerini sağlama alabildikleri durumlarda veya bulundukları mevzide kendilerini korumak üzere savaşırlar. Yahudileri kışkırtan münafıkların durumu, şeytanın durumuna ne kadar da benziyor. Şeytan, insana vesvese vererek, ‘Allah’ı, peygamberini ve ayetlerini inkâr et! Korkma, ben senin yanındayım!’ der. Fakat insan onun sözüne güvenip Rabbini inkâr edince hemen ardından Bedir savaşında olduğu gibi ve de Hesap Gününde onu yapayalnız bırakarak, ‘Ben seni tanımıyorum ve yaptıklarının sorumluluğunu da kabul etmiyorum! Çünkü ben her ne kadar isyankâr olsam da, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım!’ diyecektir.

18-24. ayetlerin oluşturduğu Üçüncü Bölüm: 18-21. ayetlerde her insanın yapması gereken nefis muhasebesinin, ebedî hayat için hazırlıklı olunmasının önemine ve sonuçlar ı na dikkat çekilmekte; Kur’ân’a muhatap olmanın ne büyük bir şeref olduğunu ama ayn ı zamanda ne büyük bir sorumluluk getirdiğini de hat ı rlatan bir örnek verilmektedir: “Allah’ı unutmak” tan maksadın, Allah’ın kulu olduğu bilincinden yoksunluk ve O’na karşı kulluk borcunu umursamama olduğu anlaşılmaktadır. Tövbe suresinin 67. ayetinde aynı fiil kullanılarak münafıkların Allah’ı umursamadıkları, Allah’ın da onları kendi hallerine bıraktığı, yani O’nun yardımına lâyık görülmedikleri ve kendi tercihlerinin sorumluluğuyla baş başa kaldıkları belirtilmiştir. Burada ‘Allah’ı unutmanın yaptırımı ve sonucu; “Allah’ın da onlara kendilerini unutturması” şeklinde ifade edilmiştir. Bu, Allah bilincine sahip olmayan kişinin kâmil manada insan olma şuurunun da zayıflayacağı anlamına gelir. 19. ayetten, insanın kendini tanıması, yani var oluş amacını idrak edip onu unutmaması halinde rabbini de bilmiş ve tanımış olacağı manası da çıkarılabilir. Hz.Ali’den nakledilen “Sen kendini bil ki rabbini de bilesin” ve “Kendini bilmeyen rabbini de bilmez” anlamındaki vecizeler bu yorumu destekleyici niteliktedir. Allah’ı unutan, Allah’ın da onları kendilerine unutturduğu kimseler ‘yoldan çıkmış kimseler’ (fâsık) olarak nitelenmiştir. Bu nitelenme, Allah’ın insana emanet olarak bağışladığı en büyük akıl melekesini kasıtlı bir şekilde yanlış kullanarak O’ndan gafil olmanın sonucunda kendi rûhî/manevî potansiyelini boşa harcadıkları içindir.

Münafıklar, sadece başkalarına ikiyüzlü davranmaz, nifakı giderek öyle benimser ki, artık kendi kendisinin de münafığı olur. İşte kendi kendini unutmak budur. Kendini unutan kendine yabancılaşır ve giderek kendisiyle kavgalı hale gelir. Kendini unutan kendisine şah damarından daha yakın olan Allah’ı da unutur. Böylece hem kendinden hem de yaratıcısından iyice uzaklaşmış olur. İnsanı ayartmada çok mahir olan Şeytan’ı dinleyip telkinleri doğrultusunda hayat süren ve böylece kendini unutan sorumsuzların varacağı yer ateştir. Sorumluluk bilinciyle hareket edip Kur’ân’a kulak verenlerin gideceği yer ise her türlü nimetin olduğu cennetlerdir. Fakat cenneti hak edebilmek için, omzumuzdaki sorumluluk yükünün farkında olmamız ve Kur’ân ile hayatımızı şekillendirmemiz gerekir. Şayet bir dağa, insana verildiği gibi şuur verilmiş olsaydı; o heybet timsali eğilmez dağ bile Allah’ın sıfatlarını bilmenin ve sorumluluk duygusunun sonucu olarak O’nun azameti, kudreti ve evrendeki mutlak egemenliği karşısında sonsuz bir saygıyla eğilirdi. Fakat bununla kalmaz, O’na kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise genellikle omuzlarındaki yükü hissetmemek için âdeta direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler. 21. ayetin birçok mesaj içerdiği muhakkaktır. Birincisi, bu Kur’ân dağa-taşa değil, akıl ve irade sahibi insana emanet olarak verilmiştir. Ama ne gariptir ki, akıl ve bilinç yeteneğiyle donatılarak kulluk emanetini yüklenen insanoğlu, bir taraftan cehennem ateşi, diğer taraftan cennet nimetleriyle kuşatılmış bir geleceğe doğru yol alırken pervasız ve gamsız davranıyor, bu muhteşem Kur’ân karşısında duyarsız kalabiliyor! İkincisi, başta münafıklar olmak üzere, Kur’ân’ın büyüklüğünü hissetmeyen tüm çevrelerin taş kalpli olduğu vurgulanmaktadır. Üçüncüsü ise, Kur’ân dağa inmiş olsaydı onu da akıllandırır ve duygulu hale getirirdi. Vicdanı olan insanların Kur’ân okunduğunda, onu dinlediklerinde duygulanıp ağlamaması ne mümkün! Ayetteki huşû sözcüğü, kalbî fiillerden olup sadece akleden kalp sahibi varlıklar için kullanılır. Burada dağ için kullanılmış fakat Kur’ân’ın iniş şartına bağlanmıştır.Bu gerçekleşmediğine göre burada mesaj amaçlı bir varsayım olarak kullanılmıştır.

Surenin son üç ayeti, Allah’ın kendi zatı hakkında konuştuğu bölümdür. Resûl-i Ekrem, Allah’ı tanıtan bu ayetlerin her günün sabahında okunmasını tavsiye eder. Bu tavsiyede, söz konusu ayetlere başlarken istiâze okunması da yer alır. Bunun anlamı, Mutlak Hakikat olan Allah hakkında düşünürken Allah’a sığınma tavsiyesidir. Amacı, insan aklının mutlak zatını kavramaktan aciz olduğu Allah ‘ı isim ve sıfatlarıyla bilmek, tanımak ve anlamaktır. Bütün bu isim ve sıfatlarla verilmek istenen mesaj, dünyanın fâni, Allah’ın ise baki olduğudur. O Allah ki, kendisinden başka emrine kayıtsız şartsız boyun eğilecek hiçbir otorite, kulu kölesi olunacak, her dediği dinlenecek hiçbir ilâh yoktur! O, yaratılmışların algılama sınırlarının ötesinde bir âlem olan gaybı da, duyularla kavranabilen şehâdet âlemini de en mükemmel şekilde bilmektedir. Görünen ve görünmeyen, açıkta ve gizli olan her şeyden haberdardır. Aynı zamanda O, sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Bu şefkat ve rahmetinin bir tezahürü olarak rehberliğinde yol almalar ı için tüm insanlığa Kur’ân ve onun tebliğcisi ve tatbikçisi olan Hz. Peygamber’i lütfetmiştir.

O Allah ki, kendisinden başka kulluk edilecek hiç bir otorite, hiç bir ilâh yoktur! O, mutlak hükümranlık sahibi, mülkün hakiki maliki: Melik ‘tir. Her türlü kusurdan, noksanlıktan uzak, kutsalın kaynağı: Kuddüs‘tür. İslâm,kurtuluş, huzur ve esenliğin kaynağı: Selâm’dır. İman, güven ve emniyet veren: Mümin’dir. Her an her şeyi gözetip koruyan, her muhtacın ihtiyacını karşılayan; iyi ile kötüyü belirlemede mutlak otorite sahibi: Müheymin‘dir.

Gerçek anlamda kudret, izzet ve şeref sahibi, mutlak üstün ve yüce olan: Aziz ‘dir. Dağınıkları toparlayan, yaraları sarıp sarmalayan; gücüne karşı konulamayan, sonsuz kudret sahibi, her şartta iradesini yürüten: Cebbâr’dır. Her konuda yüceliğini gösteren, yüceliğiyle övünmeye hakkı olan, büyük­lüğünde sınırsız olan: Mütekebbir ‘dir. Daha büyüğü olmayan en büyüktür. Allah, müşriklerin düşünce ve anlayışlarının bozukluğundan kaynaklanan şirkin her şeklinden ve her türünden münezzehtir; acziyet ve noksanlık anlamına gelebilecek her türlü nitelikten uzaktır; insanların ilahlık payesi vererek O’na ortak koştukları her şeyin üzerinde ve ötesindedir, yüceler yücesidir! Mütekebbir demek aslında hiçbir konuda hiçbir kimseye hiçbir şekilde asla ihtiyacı olmayan demektir. Bundan dolay ı da mütekebbir sıfatı sadece Allah’a ait bir özelliktir.

O Allah ki, her şeyin mutlak yaratıcısıdır: Hâlık‘tır, yoktan var eden ve var ettiğinin ilk örneklerini yaratandır: Bâri‘dir ve her varlığa en uygun şekil ve özellikleri verendir: Musavvir‘dir. En mükemmel nitelikler, en güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, daima Allah’ın sınırsız kudret ve azametini övgüyle anarak yüceltmektedir. Şu muhteşem kâinat nizamı içerisinde yer alan her şey, kendisini yaratan Allah’ın her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olduğunu haykırmakta, O’nun mükemmelliğini gözler önüne sermektedir. Gerçekten O, sonsuz kudret ve hikmet sahibidir. Asla yersiz ve gereksiz hüküm vermeyen ve hükmüne karşı konulamayan Yüce Yaratıcıdır. Bu son üç ayette Allah’ın bazı isimleri zikredilmektedir. Bu nedenle Haşr suresi ‘en güzel isimler’ anlamı na gelen bir el-esmâü’l-hüsnâ suresidir. Rabbimiz kendisini bize bu isim ve sıfatlarıyla tanıtmaktadır. Zikredilen isimler, bizi Allah’a ulaştıran meşru vesilelerdir. Nitekim A’râf suresinin 180. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na bu güzel isimlerle dua edin!”

DHBT Sınavı
22.09.2024
0
Gün
0
Saat
0
Dakika
0
Saniye