Fıkıh ilminin başlangıç dönemi üç ana başlık altında ele alınır. Bunlar; Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemi, Sahabe dönemi ve Tabiîn dönemidir.
İslam Hukuku’nun doğuşu Peygamberimiz’in (s.a.v) hayatta olduğu zamanı kapsar. Bu dönemde vahiy gelmekte, hükümler yeni yeni ortaya konmaktadır. Kur’an-ı Kerim ve onun açıklayıcısı olarak sünnet-i seniyye peyderpey hükümleri beyan etmektedir. Önceki şeriatlerde var olan kimi hükümler aynen, kimileri uyarlama ile geçerli kılınmakta, bir yandan da yeni yeni hükümler konulmaktaydı. ”Def-i mefasid, celb-i menafiden evladır.” Külli kaidesine göre diyebiliriz ki fayda sağlayan şeyler emredilmiş, zararlı şeyler yasaklanmıştır. Bu dönemde hükümlerin kaynağı, Kitap ve Sünnet’in ortak adı olan nasslardır.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) tebliği, Mekke döneminde daha çok inanç ve ahlaki konulara yönelik olmuştur. Bu dönemde fıkhi hükümler az olmakla birlikte, ele alınan inanç ve ahlak ile ilgili ilkeler, daha sonraki dönemin temelini oluşturmuştur. Medine dönemi ise İslam’a davet dönemidir. Bu dönemde fıkıh, yeni oluşan toplumun esaslarını belirlemeye yönelmiştir. Gerek bireysel, gerekse toplumsal konularda önemli düzenlemelere yer verilmiştir. Örneğin, zekât, oruç gibi ibadetler bu dönemde emredilirken, içki, kumar ve faiz gibi yasaklar da bu dönemde yürürlüğe girmiştir.
Hz. Peygamber dönemi fıkhı, kolaylık, tedrîc ve nesh ilkeleri çerçevesinde şekillenmiştir:
Teşri: Bu dönemde teşri yani hüküm koyma kaynağı Allah ve Rasûlüdür. Allahu Teâlâ’nın hakkında hüküm bildirmediği konularda peygamberimiz de müstakil hüküm koyabilir.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sünneti de bizim hüküm kaynaklarımızdandır. Sünnet vahiyin denetimindedir ve bu yönüyle sıradan bir insanın beyanı değildir. Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) sünnetini devre dışı bırakmak, İslam’ı bozmak maksatlıdır. Ayet-i Kerime’de şu şekilde ifade edilmiştir:
يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهٰيهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ
الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَٓائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ اِصْرَهُمْ
وَالَْغْلَلَ الَّت۪ى كَانَتْ عَلَيْهِمْۜ
“…Peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır…”
Kolaylık: İnsanın gücünü aşan bir şey İslam’da emredilmemiştir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem her şeyin en hayırlısının orta yol ve denge hâli olduğunu bildirmiş ve aşırılıklardan kaçınmayı öğütlemiştir:
یَسِّرُوا وَلَ تُعَسِّرُوا وَ بَشِّرُوا وَ لَ تُنَفِّرُوا
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz , nefret ettirmeyiniz…”
İslam, sorumlu tuttuğu emirlerin yerine getirilebilmesi için birçok kolaylaştırıcı hükümler koymuştur: Su bulamayan için teyemmüm, ayakta namaz kılamayan için oturarak namaz kılmak, yolculukta Ramazan orucunu tutmama ruhsatı bunların bir kısmıdır.
İslamî hükümler, Müslümanlar tarafından kolayca uygulanabilecek özelliktedir. Bunlar içerisinde herkese zorunlu olarak emredilenler kolaylık özelliğini çok bariz şekilde yansıtırlar. Mesela 5 vakit farz olan günlük 17 rekât namaz kolaydır ve herkese emredilmiştir. Fakat teheccüd namazı gibi nafile bir namaz, kişisel isteğe bağlıdır ve farza göre zordur.
Tedrîc: Tedrîc son hükme varmak için basamak basamak ara hükümler koyup sonunda esas hükmü ortaya koymaktır. Mesela içki yasaklanırken insanları önce içkiden soğutucu ve uzaklaştırıcı ara hükümler konmuş, en sonunda tümden yasaklanıp kesin hüküm beyan edilmiştir.
Nesh: Nesh daha önce konmuş bir hükmün sonraki yeni hükümle ortadan kaldırılmasıdır. Mesela Peygamberimiz (s.a.v) önceleri kabir ziyaretini yasaklamışken, sonradan ziyarete müsaade etmiş ve önceki hükmü kaldırmıştır.
Nesh olayı vahyin sona ermesiyle yani Peygamberimizin vefatı ile son bulmuştur. Dolayısıyla Kur’an’ın tarihsel ve mahallî/yerel olduğu iddiaları tamamen batıl ve insanı küfre götüren iddialardır. Bu gibi iddialardan son derece uzak durmak gerekir.
Bu dönem Efendimiz’in (a.s) vefatından sonra dört halife ve Emeviler döneminin başlarını kapsar. Bu dönemde sahabe içerisinde fıkıh bilgisi ile ileri çıkmış ve ictihad etmiş kimseler vardı. Sahabenin tümü için bunu söylemek mümkün değildir. Sayısı yüz binleri bulan sahabe toplumu, müctehid sahabileri taklid ederek onların fetvalarıyla amel etmişlerdir. Bu durum bize sahabe döneminde de müctehid ve mukallidin olduğunu açıkça göstermektedir ki zaten sünnetullah’ın gereği budur.
Bu dönemde Sahabe fukahâsı, meydana gelen hâdise ve meselelerin üzerine eğilmiştir. Sahabe arasında kendi re’yi ile ictihad yapanlar olmakla birlikte onlar hata yapma endişesiyle kendi re’yleri ile ictihad yapma yerine çoğunlukla şura yoluyla ictihad yapmayı tercih etmişlerdir. Bu da “sahabe icması”nı ortaya çıkarmıştır.
Bu müctehid sahabeler içerisinde yedi tanesi çokça ictihadda bulunmuş olup onların fetvaları büyük birer cilt tutacak kadardır. Bu yedi kişi Hz. Ömer ve Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ûd ve Abdullah b. Abbas, Zeyd b. Sabit ve Hz. Aişe’dir.
Emeviler döneminin sonlarını teşkil eden bu dönemde Medine, Mekke, Basra, Kûfe, Şam ve Mısır’da fıkıh önderi tabiîn âlimleri yaşamaktaydı. Bu dönemi daha çok sahabenin talebeleri olan tabiînîn oluşturduğu görülmektedir. Tabiîn dönemindeki fakihler, ileride oluşacak olan meşhur mezhep imamlarının hocaları olmuştur.
Bu dönemde fıkıhla ilgili yazılı metinler ortaya çıkmaya başlamıştır. Fıkhın alanı genişlemiş, önemli mescitlerde fıkıh halkaları oluşmaya başlamıştır. Gerek hoca gerekse bölge farklılığından dolayı çeşitli görüşler meydana gelmiştir.
Bu dönemde iki fıkıh merkezi ön plana çıkmıştır: Hicaz (Medine) ve Irak (Kufe).
Tabiîn döneminde yetişen Medineli yedi meşhur İslam hukukçusu vardır ki bunlara fukaha-i seb’a denir. Bunlar fıkıh, hadis ve tefsir alanında şöhret kazanmış kişilerdir. İsimleri şöyledir: Urve b. Zübeyr, Said b. Müseyyeb, Ebu Bekir b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Harice b. Zeyd b. Sâbit, Kasım b. Muhammed b. Ebu Bekir Sıddık, Süleyman b. Yesâr.
Hicazlılara Ehl-i Eser, Iraklılara Ehl-i Rey denilir. Ehl-i Eser’in temsilcisi Medine’de Said b. el-Müseyyeb, Iraklıların temsilcisi ise İbrahim en-Nehaî’dir. İleride ehli reyi İmam-ı Âzam Ebu Hanife ve ehli reyi İmam-ı Malik temsil edecektir.
İctihâd, sözlükte “bütün gücü harcamak, ısrarcı olmak” gibi anlamlara gelen “ جَهَدَ ” kökünden bir mastardır ve kelime olarak “bir şeye ulaşabilmek için bütün gücü harcamak” demektir. Fıkıh usulü terimi olarak ise ictihâd, fakihin herhangi bir şer‘î hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşabilmek için bütün gücünü harcaması” anlamındadır. İctihâd ehliyetine sahip olan âlime müctehid denir. Fıkıh literatüründe fakîh ve müftî de benzer anlamda kullanılır.
Bütün şer’î hükümler içtihada konu olamaz. Bazılarında ictihad caizdir, bazılarında ise caiz değildir. İctihâd, hakkında kesin hüküm bulunmayan meselelerde söz konusu olur.
Mânâya ve hükme delaleti kesin olan, kendisiyle şer‘î bir hükmün açıkça anlaşılabildiği, başka türlü anlaşılmasına imkân olmadığı delillere, “subûtu ve delâleti kat‘î deliller” denir. Bu nedenle subûtu ve delâleti kat’î olan nassların belirlediği hükümlerde ictihâd yapılamaz. Örneğin; حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ اُمَّهَاتُكُمْ
(Analarınızla evlenmek size haram kılındı…) ayeti, hem Kur’an ayeti olması hem de mânaya delaletinin açık olması bakımından subûtu ve delaleti kat’î bir delildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim korunmuş, bütün ayetleriyle Allah’tan geldiği şekliyle sabit olmuş bir kitaptır. Yani subûtu kat’îdir. Ayet, kendisinden başka bir anlam çıkarılamayacak açıklıkta ve kesinlikte annelerle evlenmenin haram oluşunu ifade etmektedir. Dolayısıyla bu konu ictihâda kapalıdır. Dolaylı şekilde hüküm bildiren, yorum ve izaha muhtaç olan ayet ve mütevatir hadisler ise subût bakımından kat’i, delâlet bakımından ise zannî delillerdir. Bu tür nasslar, ictihada açıktır. Farklı ihtimaller sebebiyle de değişik görüşler ortaya çıkmaktadır. Kurban kesme hükmü örnek olarak zikredilebilir. Kurban ibadeti ile ilgili ayetlerin delaletinin zan ifade etmesi nedeniyle kurban kesmek, Hanefîlere göre vacip, diğer mezheplere göre ise mendub sayılmıştır.
Tek kişiden rivâyet edilen âhâd haberler ile meşhur hadisler subût bakımından zannî delillerdir. Zira bu türden rivayetler, subût bakımından kesin değildir. Nikâhta velinin izni ile ilgili hadisler buna örnektir. Her mezhep fıkıh usulü eserlerinde kendi kabul şartlarına göre bu hadisleri değerlendirmiş ve ictihadlarında kullanmışlardır.
Subût ve delâlet yönünden kat’î nassların belirlediği hükümlere “te’abbüdî hükümler” denir. Bunlar değişmeye ve ictihâda kapalıdır. Sebebi de bu hükümlerdeki insanların faydasının (maslahat) zaman ve mekana göre değişmemesi, sabit olmasıdır. İbadetler, hadd kapsamına giren cezalar, helaller haramlar, miras hükümleri, belli bir sayıya bağlanan hükümler buna örnek olarak zikredilebilir. Mesela domuz eti, usulüne uygun kesilmemiş murdar hayvanların etleri (meyte), kan, Allah’tan başkası adına kesilmiş hayvanların etleri haramdır ve bu hükümler değişmez. İctihad ile elde edilmiş hükümler, Kur’an ve sünnetin açık hükümlerine aykırı olamaz. Haramlar helal, helaller haram kılınamaz.
İctihâd, uzmanlık derecesinde ilmi bir faaliyettir. Dolayısıyla ictihad yapmak için gerekli donanıma sahip olmak gerekir.
Bu şartlar da şunlardır:
• Müctehit öncelikle dinin temel kaynakları olan Kur’an ve sünneti bilmelidir. Ayetlerin kendine has bir dili, üslubu ve nüzul sebebi vardır. Hadislerin ise bir vürûd sebebi ve kültürel arka planı vardır. Müctehidin bu konularda gerekli birikim ve donanıma sahip olması gerekir. Ayrıca müctehid Kur’an ve sünneti anlayabilecek derecede Arapçayı da bilmelidir.
• Müctehit, fıkıh ilmini ve tarihini bilmelidir. Fıkıh, hem uygulama hem de düşünce düzeyinde tarih boyunca büyük bir gelişim göstermiştir. Bazı konularda icmalar oluşmuştur. İctihat yapılırken tarihî mirastan yararlanmak gerekir.
• Müctehit, fıkıh ilminde yeterli derecede bilgi ve birikime sahip olmalıdır. Özellikle fıkhın kaynaklarını ve bu kaynaklardan hüküm çıkarabilmenin yol ve yöntemlerini bilmelidir.
• Müctehit, dinin genel amaçlarını bilmelidir. Çünkü yapılacak ictihat, dinin genel amaçlarına uygun ve yerinde olmalıdır. Müctehit hakkında kesin delil bulunan hükümlerde ictihat yapılamaz. Örneğin, namazın ve orucun farz olması içtihada konu olmaz. Ancak hakkında kesin delilin bulunmadığı konularda ictihad yapılabilir. Örneğin, cuma namazının farz olması ictihada konu olmaz ama cuma namazının şartları konusunda ictihat yapılabilir. Müctehit nasih mensuh kunularını da bilmelidir.
• Müctehidin, toplumun değişen hayat şartlarını ve ihtiyaçlarını iyice kavramış olması gerekir. Ayrıca içinde yaşadığı toplumun örf ve âdetlerini iyi bilmelidir. Çünkü örf ve âdetler de fıkhi hükümler çıkarılırken istifade edilen delillerdendir.
İctihad, her zaman ve her yerde dinin hayat ile bağlantısını kuran, dinin pratiğe yansımasını sağlayan faaliyettir. İctihad dini bir görevdir ve ilke olarak farz-ı kifayedir. Bu durum aynı zamanda bu alandaki boşluğun doldurulması için müctehidlerin yetiştirilmesinin ümmet üzerinde de farz-ı kifâye derecesinde bir görev olduğunu da göstermektedir.
İctihad bilimsel bir faaliyet olduğu için ehline bu kapı her zaman açık olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v) ictihadı teşvik amaçlı usulüne uygun yapılan ictihadlarda müctehidlerin isabet hâlinde iki, hata durumunda bir ecir alacaklarını beyan eder.
Bunlar içtihada verilen önemin göstergesidir. Çünkü İslam dininin hayata intibakını sağlayan ve fıkha dinamizm kazandıran yol, budur.
Bu konuya Sevgili Peygamberimizin hayatından bir örnek verecek olursak;
Hz. Peygamber (s.a.v.) Muâz b. Cebel’i Yemen halkına dinî hükümleri öğretmek ve yargı görevini ifa etmek üzere gönderirken sorar:
– Ne ile hükmedeceksin?
Muâz: Allah’ın kitabı ile.
– Ya onda açık bir hüküm bulamaz isen?
Muâz: Rasûlünün sünneti ile.
– Onda da bulamaz isen?
Muâz: İctihad ederim, meseleyi çözümsüz bırakmam.
Bu cevaplar üzerine Hz. Peygamber:
“Rasûlünün elçisini muvaffak kılan Allah’a hamdolsun” der.
Bu diyalog, bütün zamanlar ve makanlarda içtihadın gerekli olduğuna ve onun işlevine işaret etmesi açısından son derece önemlidir.
Değişen zamanın ve farklılaşan coğrafyanın ihtiyaçlarına uygun çözüm üretmede böylece fıkhın gelişmesinde ictihat güçlü bir faktör olmuştur.
İctihadın gerekli olduğunu başta Peygamberimiz olmak üzere sahabe ve sonraki dönemlerdeki ictihad faaliyetlerine bakarak da anlamak mümkündür.
Namaza nasıl çağrılacağı konusunda sahabe ile yaptığı istişareden sonra ezanın meşruiyeti yönünde karar vermesi;
Evladın, ölen babası adına hacc yapabileceği;
Ramazanda eşini öpenin orucunun bozulmayacağı Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ictihadlarına örnek olarak zikredilmiştir.
Sahabe ictihadlarından da birçok örnek zikredilebilir. Mesela Hz. Ömer ferdi olarak kılınan teravih namazlarının ortaya çıkardığı dağınık görüntüyü ortadan kaldırmak amacıyla cemaatle kılınmasına hükmetmiştir.
Hz. Ömer’in aynı anda üç boşamayı sahabe fakihleriyle istişareden sonra üç talak sayması bir başka örnektir.
Tabiînden birçok müçtehidin içtihadı kaynaklarımızda yer almaktadır. Mesela kadılık görevinde bulunan ve Hz. Ali’yi gördüğü, İbn Mes’ûd’dan hadis rivayet ettiği belirtilen dolayısıyla tâbiûndan olan İbn Şübrüme’nin içtihadlarından iki örnek:
Karısının nafakasını karşılayamayacak kadar fakir olan bir kimsenin evliliğine mahkeme kararı ile son verilemez.
İslam ülkesine izinle giren bir gayri müslimi öldüren Müslüman’a kısas uygulanır.
Günümüz dünyasında birçok yeni mesele ortaya çıkmıştır. Bunlar Müslümanları da ilgilendirmektedir. Bunların dini hükmünü bilmek için ictihada ihtiyaç vardır. Mesela genetik bilimindeki gelişmeler, gıdalarla ilgili yeni uygulamalar, tıp ve sağlık konularındaki organ nakli gibi yeni uygulamalar, ilaç sanayiindeki helal gıda ve sağlık problemleri, sürekli güncellenen ticaret ve ekonomik meseleler, bankacılık, bireysel emeklilik, sigorta gibi konular yeni tartışmalar örnek olarak zikredilebilir.
Bazı âlimler mezheplerin oluşumunu tabiîn dönemi olarak kabul etseler de genel kabule göre mezhepler tebe-i tâbiînin yaşadığı hicri 1-2 / miladi 8-9. asırlarda oluşmaya başlamıştır. Bu dönemde fıkhi çalışmalarda önemli gelişmeler olmuştur. Meşhur imamların yaşadığı ve mezheplerin oluştuğu dönemi kapsamaktadır. İlim merkezi olan Kûfe’nin yanı sıra Bağdad da merkez hâline gelmiştir.
Fıkhın bütün alanlarında ictihadlar yapılmış, fıkıh kitapları yazılmaya başlanmış, böylece fıkıh tedvin edilmiştir. Fıkıh çalışmaları mezhep merkezli olarak yürütülür olmuştur. Bu dönemde o kadar çok fıkıh çalışması yapılmıştır ki bu miras hâla İslam âlemine yetmektedir. Oluşmuş olan meşhur mezhepler tüm ümmet tarafından kabul görmüştür. Öyle ki sonraki fakihler, bu dönemden devraldıkları kaide ve esaslar ile yeni çıkan meselelere fetvalar verir olmuştur. Bu dönem rahatlıkla denebilir ki fıkhın yüz akı ve gurur vesilesi olduğu dönemdir.
Mezheplerin bir ekol olarak ortaya çıkmasına sebep olan sosyal etmenler şunlardır:
• Müslümanların nüfusunun çoğalması,
• Farklı kavimlerin Müslüman olması,
• İslam topraklarının Ensülüs’ten Orta Asya’ya kadar çok geniş bir coğrafyaya genişlemesi,
• Çok farklı örf ve adetlerin İslam kültürü arasına girmesi,
• Ticari ve sosyal münasebetlerin olağanüstü gelişmesi,
• İlim merkezlerinin etkin hâle gelmesi,
• Pek çok toplumsal ihtiyaçların ortaya çıkması,
Mezheplerin bir ekol olarak ortaya çıkmasında etkili olan ilmi etmenler:
• Nassın anlaşılmasındaki ihtilaflar,
• Nassın subûtu ile ilgili ihtilaflar,
• Müctehidlerin bazı hadislere ulaşıp ulaşamamasından kaynaklanan ihtilaflar,
• Müteâriz nasların telifi veya bu nasların tercihindeki ihtilaflar,
• Usül kaidelerindeki ihtilaflar,
• Hüküm çıkarma metodlarındaki ihtilaflar.
Mezhepler arasında yaşanan ilmi tartışmalar, farklı görüşlerin ve mezheplerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.
Müctehidlerin, ayet ve hadisleri farklı yorumlamaları ile ortaya çıkan görüş ayrılıkları sonucunda, fıkıh mezhepleri ortaya çıkmıştır. Mezheplerin ilk nüveleri tabiîn döneminde oluşmaya başlamış, bu oluşum tebe-i tabiîn döneminde daha sistemli hâle gelmiştir.
Fıkıh mezheplerinin en belirgin özellikleri şunlardır:
• Mezhebler din değil dinin yorumudur.
• İnsan ürünü olan ictihad farklılığından temayüz etmişlerdir.
• İslam’ın fikir özgürlüğünün ve düşünce zenginliğin göstergeleridir. Farklı mezhepteki görüşler, İslam’ın yaşanmasında zaman, mekân ve şartlara göre kolaylık sağlamaktadırlar.
• Değişime açıktırlar. Fıkıh mezhepleri yeni gelişmeler karşısında farklı çözümler üreterek İslam’ın daha rahat yaşanmasını sağlarlar.
• Fıkhi mirasımızdaki ilkeler temel alınarak güncel meseleler çözülebilir.
Günümüzde fıkhi mezhepler denilince daha çok Müslümanlar arasında meşhur olmuş ve hâlen yaşamakta olan dört mezhep (Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik ve Hanbelîlik) akla gelir. Ancak tarihte bunların dışında da mezhepler ve bu mezheplere ictihadlarıyla öncülük etmiş müctehid imamlar var olmuştur. Ne var ki temsilcileri günümüze kadar ulaşamadığı için bunların görüşleri sadece kitaplar arasında kalarak Müslümanlar arasında yaygınlaşamamıştır.
Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin (80/699 – 150/767) adı Nu’man b. Sâbit’tir. Aslen Afganistanlıdır. Babası Sabit Kûfe’ye göç etmiş, Numan Kûfe’de doğmuştur. Ebu Hanife küçük yaşta hafız oldu. İlim hayatına Kelam ile başladı daha sonra fıkha yöneldi. Bir yandan ticaret ile uğraşan Ebu Hanife kısa zamanda Fıkıh ilminde zamanının en parlak simalarından olmuştur. Kabiliyet yanında gayreti de bunda etkilidir. Kendisi şöyle demiştir: “Hz. Ömer’in fıkhını, Hz. Ali’nin fıkhını, Abdullah b. Mes’ud’un ve Abdullah İbn Abbâs’ın fıkhını onların ashâbından aldım”
En etkili üstadı Hammad b. Ebi Süleyman’dır. İbadet, ilim, ticaret ve ziyaret hayatı haftalık program dahilinde düzenli bir şekilde devam ediyordu. Emeviler’in son ve Abbasilerin ilk döneminde yaşamıştır. Nihayet 70 yaşında iken Bağdad’da vefat etmiştir. Türbesinin yeri Dicle kenarında kendi adıyla anılan Cami’nin içindedir. Mahallesi onun adı ile anılmakta olup ismi A’zamiyye’dir.
İmam-ı Âzam’ın fıkıh ilmi birikimi talebeleri tarafından kaleme alınmıştır. Bizzat kendisinden bize birkaç tane risalesi gelmiştir. el-Fıkhu’l-Ekber’i bunların en meşhurudur. Bu eserin ana konusu inanç esaslarıdır.
Ebu Hanife hüküm çıkarmada kitap, sünnet, sahabe icmaı veya sahabe kavli sıralamasına uyar, tabiîn fetvası ile kendini bağlı saymadığını ifade eder. Bu delillerden sonra kıyas istihsan ve örf gibi delillerle ictihad eder.
Hanefî mezhebi günümüzde Orta Asya, Balkanlar, Türki Cumhuriyetler, Türkiye’nin çoğunluğunda, önemli ölçüde Kafkasya ve Hint alt kıtasında, kısmen de Ortadoğu ve Mısır’da yayılmıştır.
Her dönemde varlığını devam ettirmiş olan Hanefî mezhebi, fıkhi sorunlara çözüm üretmede en aktif mezhep olmuştur. İmam-ı Âzam ve talebeleri fıkhi meselleri tartışarak gelecekte olma ihtimali olan olaylar üzerinden de fıkhi hükümler çıkarmışlardır.
Hanefî mezhebinde kaynak eserler üç bölümde ele alınır: Zahiru’r-Rivaye, Nadiru’r-Rivaye ve Vakıât, Fetava veya Nevazil.
Malikî mezhebinin kurucu imamı İmam-ı Malik’in (93/711 – 179/795) tam adı Malik b. Enes el-Esbahî’dir. Doğma büyüme Medinelidir. Medine dışına pek çıkmamıştır. İmam Nafi’, Zührî ve özellikle fıkıh ilminde Rabietu’r-Re’y en etkili hocalarıdır. İmam-ı Şafiî onun talebesidir. Hadis ilminde de en güvenilir (sika) imamlarımızdandır. Muvatta’ adlı kitabı ilk yazılan kaynak hadis kitaplarımızdandır. Medine’de vefat etmiş olup mezarı Cennetu’l-Baki’dedir.
Medinelilerin yaşantısını fıkıhta rehber edinen İmam Malik, mesalih-i mürseleyi de en çok kullanan müctehidler arasında sayılır.
İmam-ı Malik’in kurduğu bu mezhep özellikle Kuzey ve Orta
Afrika’ya yayılmıştır.
Mezhebin imamı İmam-ı Şafiî’nin (150/767 – 204/819) asıl adı Muhammed b. İdris eş-Şafiî’dir. Aslen Kureyşlidir. Sülalesi, Peygamber Efendimizin sülalesi ile Abdulmenaf’ta birleşir. Filistin’in Gazze şehrinde doğmuştur. Çok küçük yaşta babadan yetim kalmıştır.
İlk tahsilini Mekke’de yapmıştır. 20 yaşına gelince Medine’ye
İmam-ı Malik’ten ders okumaya gitmiş ve ondan Hicazlıların fıkhını
tahsil etmiştir. Şafiî yaklaşık 15-16 yıl Bağdad’da kalmış ve
orada Iraklıların fıkhını tahsil etmiştir. Ömrünün son dört yılında
Kahire’ye göç etmiş ve orada vefat etmiştir.
Türbesi kendi adıyla anılan caminin içerisinde olup ziyaret edilmektedir.
İmam-ı Şafiî’nin Bağdad’taki görüşlerine mezheb-i kadîm, Mısırdaki görüşlerine mezheb-i cedîd denilmektedir. İmam-ı Şafiî, pek çok eser yazmıştır. Ayrıca bir de şiir divanı vardır.
Şafiî mezhebinde en eski eserler bizzat İmam Şafiî tarafından yazılmıştır. Risale, Hücce, Ümm gibi eserlerini sayabiliriz.
İmam Şafiî kendi kitabında fıkıh yöntemini kendisi bizzat ifade etmiştir. Öncelikle Kuran ve Sünneti daha sonra icmayı, sahabe kavlini ve kıyası delil olarak kabul eder. Ayrıca istishab delilini sıklıkla kullanır.
Şafiî mezhebi Güneydoğu Asya, kısmen Hint alt kıtası, Kafkasya, Türkiye’nin doğusu, Ortadoğu ve Afrika’nın batısında yayılmıştır.
Hanbelî mezhebinin kurucusu Ahmed b. Hanbel’in (164/780 – 241/855) tam adı Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî’dir. Bağdad’da doğdu. Hadis toplamak ve ilim tahsil etmek için diyar diyar gezdi. Bağdad’da İmam-ı Şafiî’nin ders halkalarında bulundu. Ezberlemediği hadis kalmadı diye bilinir. En güvenilir (sika) hadis âlimlerimizdendir. Meşhur Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesâî kendisinden hadis nakletmişlerdir. Hadisçiliği fıkıhçılığından önce gelir. Ahmed b. Hanbel’in fıkıh usulü temel olarak hadislere dayanır. Bağdad’da vefat etmiştir. Mezarı Bağdad’da Babu’l-Harb mezarlığındadır ama yeri tam bilinmemektedir.
Ahmed b. Hanbelin en önemli eseri el-Müsned adlı hadis kitabıdır. Hanbelî Mezhebinde en eski çaplı eser İbn Kudame’nin el-Muğnî’sidir. Mezhebin en eski metni ise Hırakî’nin el-Muhtasar’ıdır.
Genel olarak Suudi Arabistan, çok az da Kafkasya, Balkanlar ve Suriye’de yayılmıştır.
Şii mezhepler, aşırılıkları söz konusu olduğundan tarih boyunca İslam ümmetinin geneli tarafından kabul görmemiştir. İran’da yaygın olan Caferilerin usulü, dört sünnî mezhepten farklıdır. Sünnet kapsamında sadece ehl-i beyt ve ehl-i beyt taraftarı olan bazı sahabiler kanalıyla gelen rivayetleri kabul etmektedirler. Yalnızca peygamberin sözleri değil, onlara göre masum sayılan imamların sözleri de Sünnet kapsamında görülmektedir. Sünni ekollerle ihtilafa düştükleri meseleler arasında geçici evlenmeyi (muta nikâhı) kabul etmeleri ve abdest sırasında çıplak ayağa meshetmeleri, en bilinenlerindendir.
Az sayıda mensubu kalan ve Yemen’de varlığını sürdüren Zeydilik ise bir şii mezhebi kabul edilmekle birlikte fıkıhta Hanefî mezhebine yakın görüşlere sahiptir.
Mezheplerin teşekkülünden zamanımıza kadarki asırları fıkhın istikrar dönemi olarak isimlendirmek makul ve gerçek olanıdır. Bu dönemi duraklama, gerileme ve uyanış gibi isimlerle ifade etmek son derece yanlıştır. Bu şekildeki isimlendirmeler batılı araştırmacılara ait olup gerçeği yansıtmamaktadır.
Kanunlaştırma döneminden önce istikrar dönemi yaklaşık olarak 925 yılından başlar, 1869 yılına kadar devam eder. Bu zaman diliminden önce mezhepler oluşmuş, müessese olarak kuruluşunu tamamlamış, usulü ve ilkeleri ortaya konmuş, hem âlim yetiştiren hem meselelere çözüm getiren, istikrarlı araştırma merkezleri hâline gelmiştir. Bundan sonraki dönemde fıkıh istikrar bulmuş bir yapı olarak faaliyetini sürdürmüştür. Bu dönemde artık araştırmaları kurumsallaşmış olan bu mezhebler zaviyesinden meselelere çözüm aranmıştır. Bir çözüm aranırken ‘kime göre’ veya ‘filana göre’ üslubu yer alacaktır. Bu sonuca, daha önceki müctehid ve imamlarımızın çalışmaları vesilesiyle varılmıştır.
Bu dönemde yapılan çalışmaları maddeleyerek şöyle izah edebiliriz:
• Dönemin ilk asırlarında özellikle Hanefî mezhebinde mezheb içi usül çalışmaları yapılmıştır.
• Zamanla ortaya çıkmış yeni meselelerin cevapları temel ilkelere göre verilmiş ve bu yolda eserler yazılmıştır (Vakıât, Fetava veya Nevazil).
• Tahric işi yapılmıştır. Yani daha önce verilmiş hükümlerin sebep ve illetleri tesbit edilmiştir.
• Tercih işi yapılmıştır. Yani hangi görüş daha kuvvetli ve tercihe değer ise onlar tesbit edilmiştir.
• Kavaid-i Külliye eserleri yazılmıştır.
• Metinler (mezheplerin temel kitapları, ders kitapları) yazılmıştır.
• Fıkıh eserlerinde geçen hadislerin tahrici yapılmış olup hadislerin sıhhat durumu ortaya konmuştur.
• Yazılmış olan eserlere şerhler ve haşiyeler yazılmıştır.
• Umumiyetle âlimlerimizi ve özelde mezhebleri müdaafa eden eserler yazılmıştır.
• Müstakillen fetva kitapları yazılmıştır. Bunlar da ya resmi olarak veya sivil olarak hazırlanmıştır.
• Bu dönemde bazı kanunnameler ve fermanlar çıkarılmıştır.
• Mahkemelerde hükümler kayıtlara geçirilmiş ve böylece şer’iye sicilleri oluşturulmuştur.
Devlet tarafından heyetlere resmen hazırlatılan fetva kitabına en güzel örnek 1664-1672 yılları arasında Hindistan’da Hanefî mezhebine göre hazırlanmış olan Fetava-yı Hindiyye’dir. Bu arada Osmanlı Devletinde Şeyhulislamlık gibi bir makamda bulunan âlimlerin yazdığı fetva kitaplarına da resmi muamele yapılmıştır. Buna Ebu’s-Suud’un Fetava’sını örnek verebiliriz.
19 yüzyıl ve 20. yüzyılın başları, fıkıh tarihinde kanunlaştırmanın yapıldığı dönem olarak dikkat çeker. Bu dönemdeki en meşhur kanunlaştırma faaliyeti Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye isimli çalışmadır.
Mecelle; Osmanlı Devleti zamanında, Ahmed Cevdet Paşa Başkanlığındaki ilmî bir heyet tarafından, İslam hukukuna bağlı kalınarak 1851 madde olarak hazırlanan bir kânun metnidir. Bu maddelerin ilk yüz maddesi küllî kaideler olarak kabul edilir. Ayrıca ticaret hukuku (muamelat) ve muhakeme usulü (edebu’l- kadi) konuları da yer almaktadır. 1876 yılında Abdülhamit Han zamanında tatbik edilmeye başlanan Mecelle, 1926’da yürürlükten kaldırılmıştır.
Mecelle; kendisinden sonra İslam Dünyasında yapılan kanunlaştırma faaliyetlerine de bir temel teşkil etmiştir.
Hukuk-i Aile Kararnamesi: Hukuk-i Aile Kararnamesi ilginç özellikleriyle dikkat çekmiştir. 157 maddeden oluşmuştur. Sadece Müslümanların değil, Hristiyan ve Yahudi vatandaşların da aile konusunu düzenlemiştir. Hanefî dışındaki meşhur mezheplerden de alıntı yapmıştır. Sonuna gerekçe kısmı eklenmiştir. Ayrıca nikâh ve boşanmaların resmi kayda geçmesini, resmen bildirilmediği ve kayda geçirilmediği takdirde cezai müeyyide uygulanacağı hükmü eklenmiştir. Yürürlükten kaldırıldıktan sonra Osmanlı’dan kopan ve yeni devlet hâline gelen yerlerde yürürlüğü devam etmiş, Bulgaristan’da 1945 yılına kadar, Suriye’de 1953’e kadar yürürlükte kalmıştır. Lübnan’da sünnî Müslümanlar arasında hâla yürürlüktedir. Şimdilerde pek çok fakültede ders kitabı gibi okutulmaktadır.
Yaklaşık olarak 1920’lerden bu yana ortaya çıkan özellikle ticari ve teknik yeni gelişmeler karşısında fıkıh ilmi mensupları cevaplar vermeye, eserler yazmaya gayret etmişlerdir. Bu cevap ve eserler, özel hukuk alanında olduğu gibi devletler arası hukuk konularında da görülmektedir. Bu zaman diliminde yapılmış çalışmaları şu şekilde maddeleyebiliriz:
1. Özellikle 1921 yılından sonra yine İslam’a dayalı kanunlar hazırlanması için heyetler oluşturulmuştur. Bu heyetlerin de yapmış olduğu kıymetli çalışmalar vardır. Mesela aile ilgili olarak hazırlanmış 142 maddelik kanunname ve şahsın hukuku ile ilgili raporlar zikre değer çalışmalardır. 1926’ya gelindiğinde bütün bu heyetler ve çalışmalar kaldırılmış, Avrupa’dan hazır kanunlar yürürlüğe konmuştur.
2. İlmî kongreler, sempozyumlar ve çalıştaylar yapılmaktadır. Son zamanlarda iktisat ve sağlık konuları üzerinde “Uluslararası Hicri Takvim Birliği Kongresi”, “Helal ve Sağlıklı Gıda Kongresi”, “Uluslararası Helal Ürün Sempozyumu”, “Mülteciler ve Sağlık Sempozyumu” gibi uluslararası kongre ve sempozyumlar yapılmıştır.
3. Üniversitelerde İslam Hukuku kürsüleri ve bölümleri kurulmakta ve açılmaktadır.
4. Akademik çalışmalar yapılmakta ve tezler hazırlanmaktadır.
5. Hizmet içi kurslarda ve sivil faaliyetler arasında fıkıh eğitimi yapılmaktadır. (Diyanet Eğitim Merkezleri ve sivil kurumlar gibi).
6. Şer’iye sicili çalışmaları ve değerlendirilmesi yapılmaktadır.
7. İndeksler hazırlanmakta ve ilgili kitaplara eklenerek basımlar yapılmaktadır.
8. El yazma eserler tahkikli olarak yayına hazırlanmaktadır.
9. Çeşitli tercemeler yapılmaktadır.
10. Fetva heyetleri günlük meselelere fetvalar vermektedir.
11. Eskiden beri ibâdât, muâmelât, münakehât ve müfârakât, ukûbât şeklinde işlenen fıkıh konuları biraz daha ayrıntılı hâle getirilmiş, Ferâiz, Adâb (Fıkıh hükümlerinin uygulanma usulü), Ahval- ı Şahsiye, Ahkâm-ı Sultaniye ve Siyaset-i Şer’iye (Devletler ve Kamu hukuku) gibi isimlerle fıkha yeni başlıklar ilave edilmiştir.