3. Ünite – Vahye Dayalı Dinler

sefadmin
Haziran 28, 2018

Vahye Dayalı Dinler

1. Vahiy Geleneği

Vahiy kavramı Yahudilikte önemli bir yer tutar. Yahudilerin kutsal kitabı olan Tora, Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda levhalar hâlinde vahyedilmiştir. Tanrı; Hz. Musa’yı, İsrailoğullarını Mısır’dan kurtarması için firavuna göndermiştir. Bunun için Hz. Musa’ya bir dizi mucizeler vermiştir.1 Tanrı’nın Hz. Musa’ya gönderdiği vahiy onun vefatına kadar çöl yolculuğu boyunca devam etmiştir. Hz. Musa’nın vefatından sonra İsrailoğullarına gelen peygamberlerle de vahiy geleneği devam etmiştir. Bu gelenek, aslında Allah tarafından gönderilen tek bir din olduğunu gösterir.

Hristiyanların kutsal kitabı olan Ahd-i Cedit’in bölümlerinin İsa’nın bu kitabın yazarlarına yaptığı ilhamlar sonucu yazıldığına inanılır. Hristiyanlığın Katolik mezhebi, vahiy geleneğinin kilise kurumunda hâlâ devam ettiğini ileri sürer.

İslam anlayışına göre vahiy, peygamberlerin insanlara iletmek üzere Allah’tan aldığı bilgilere denir. Peygamberler Allah’tan bu bilgiyi değişik yollarla alırlar. Bu konu Kur’an’da şöyle geçmektedir: “ Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla, yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Kur’an-ı Kerim, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen vahye ve peygamberlere dayanan dinî geleneğe İslam adını vermektedir.6 İslam’a göre insanları başıboş bırakmayan Allah, onların nasıl hareket edeceğini bildirmek üzere ilk insan Hz. Âdem’e aynı zamanda ilk peygamberlik görevini de vermiştir. Kur’an’da geçen, “Biz her kavme bir peygamber gönderdik.” ve “İnsanlar tek bir ümmetti. Allah müjde ve azabının habercileri olmak üzere peygamberleri gönderdi ve beraberlerinde insanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için hak ve gerçek kitaplar da indirdi.”8 ayetleriyle Allah kelamının her dönemde insanlara iletildiği bildirilmektedir.

Allah tarafından peygamberler vasıtasıyla insanlara gönderilen bu dinlerin esası İslam olup bunların tümü vahye dayalı dinlerlerdir. Yahudilik ve Hristiyanlık ise vahye dayalı dinler olmakla birlikte Kur’an, bunları bozulmuş dinler olarak nitelendirilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hususa şöyle işaret edilir: “…Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (Kitaplarını tahrif ederler.) Kendilerine öğretilen ahkâm (Tevrat)ın önemli bir bölümünü unuttular…”

2. Yahudilik

Yahudilik MÖ 15. yüzyılda Hz. Musa’ya gelen vahiyle başlayıp gelişen bir dindir. Kur’an’da bu dinin mensuplarından sıkça bahsedilmektedir. Yahudilik; vadedilmiş topraklarla özdeşleşmiş bir millet hayatını, ortak inancı, dili, edebiyatı ihtiva etmektedir. Yahudi olmanın temel ön şartı, Yahudi bir anne babadan veya en azından Yahudi bir anneden doğmaktır. Bu bakımdan Yahudilik terimi belli bir ırka, kültüre ve dine mensup olmayı ifade eden çok kapsamlı bir anlam ihtiva etmektedir. Yahudiler başta İsrail olmak üzere Amerika ve dünyanın diğer bölgelerinde yaşamaktadırlar.

2.1. Yahudi, İbrani ve İsrail Terimleri

Tarih boyunca Yahudiler pek çok isimle anılmışlardır. İbrani, İsrail ve Yahudi bu isimlerin başında gelmektedir.

Yahudi: Bu isim, İsrailoğulları Babil Sürgünü’nde iken ortaya çıkmıştır. Babil’in yerli halkı, İsrailoğullarına, geldikleri Yahuda bölgesinin adından dolayı, “Yahudalı” anlamında “Yahudi” demiştir. İsrailoğulları, Yahudi ismini kendileri de benimsemişler ve genellikle bu ismi kullanmışlardır.

İbrani: MÖ 15. yüzyılda Filistin’de göçebe olarak yaşayan kabilenin adıdır. İbrani, “öte tarafın insanları” anlamına gelmektedir.13 Bununla da Fırat ve Ürdün nehirlerinin öte kıyısından gelen göçmenler kastedilmiştir. Yahudilere bu ad, Filistin bölgesinde yaşayan yerli halk tarafından verilmiştir.

İsrail: Bu isim Hz. Yakup’un lakabıdır. Tevrat’ta anlatıldığına göre Hz. Yakup, bir gece kırda bir adamla karşılaşmış ve onunla sabaha kadar güreşmiştir. Sabah olunca adam, Hz. Yakup’u kutsamış ve ona “Tanrı’yla uğraşan” anlamına gelen “İsrail” adını vermiştir. Hz. Yakup’un bu unvanından sonra İbraniler, İsrailoğulları adını almıştır.16 Bu kelime Hz. Süleyman’dan sonra kuzeyde kurulmuş olan devletin adı olmuştur. 1948 yılında Filistin’de kurulan devlete de bu ad verilmiştir.

Kur’an’da Benisrail (İsrailoğulları) kelimesi geçmektedir. Bu ayetlerde Allah’ın İsrailoğullarına verdiği nimetler hatırlatılmaktadır. Ayrıca, İsrailoğullarına verilen nimetlere rağmen sözlerinden nasıl döndükleri anlatılmaktadır.

2.2. Yahudiliğin Doğuşu ve Gelişmesi

Yahudilik, tarihini Hz. İbrahim’le başlatır. Yahudi inancına göre Hz. İbrahim ilk Yahudi’dir. Hz. İbrahim, Tevrat’ın ifadesine göre Keldanilerin yaşadığı Ur şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Terah (İslam kaynaklarına göre Azer), ailesini alarak Harran’a göç etmiştir. Tanrı, daha sonra, Hz. İbrahim’e Kenan bölgesine gitmesini emretmiştir. Bunun üzerine Hz. İbrahim yanına ailesini de alarak Kenan’a gitmiştir. Burada kuraklığın baş göstermesi üzerine Mısır’a giden Hz. İbrahim tekrar Kenan’a dönmüştür.

Yaşı ilerlemiş olan Hz. İbrahim ve eşi Sara’nın çocukları olmamıştır. Bu durumdan rahatsız olan Sara, Hz. İbrahim’e cariyesi Hacer’le evlenmesini teklif etmiştir. Hz. İbrahim’in Hacer’le evlenmesinden Hz. İsmail dünyaya gelmiştir. Hacer’in çocuğunun olması Sara’nın onu kıskanmasına yol açmıştır. Daha sonra Sara’nın da İshak isminde çocuğu dünyaya gelmiştir. İshak’ın dünyaya gelişi, Sara’nın Hacer’e ve oğlu İsmail’e daha fazla kıskançlık duymasına neden oldu. Bunun üzerine Hz. İbrahim bu gergin havayı dağıtmak için Hz. Hacer ve oğlu İsmail’i bugünkü Arabistan Yarımadası’nda bulunan Paran denilen yere götürmüştür. Hz. İsmail, buraya yerleşmiş ve Arapların atası olmuştur.

Tevrat’a göre Hz. İbrahim’in neslini devam ettiren Hz. İshak’ın da iki oğlu vardı. Bunlardan Hz. Yakup, İsrail unvanını kullanarak Yahudi tarihinde ön plana çıktı.

Hz. Yakup, çocuklarının içerisinde Yusuf’a derin bir sevgi duymaktaydı. Bu durum, kardeşlerinin Yusuf’u kıskanmasına neden oldu. Bundan dolayı da Yusuf’u kuyuya attılar. Daha sonra oradan geçen bir kervan onu Mısır’a götürüp firavunun memuru olan Potifar’a sattı. Potifar’ın karısı, Yusuf’a aşık olup ilgisine karşılık görmeyince iftira ederek onu hapse attırır.21 Yusuf hapiste iken firavunun gördüğü bir rüyayı tabir ederek hapisten kurtuldu ve firavunun yanında önemli bir mevkiye yükseldi. Daha sonra Filistin’de bulunan babası Yakup ve kardeşlerini Mısır’a getirtti. İsrailoğulları böylece Mısır’a yerleşmiş oldular. Fakat Hz. Yusuf’un ölümünden sonra Mısır’da durum değişti. Tahta geçen yeni firavun, İsrailoğullarını köleleştirmeye başladı. Böylece İsrailoğulları, dört yüz sene Mısır’da köle olarak kaldı.

İsrailoğulları Mısır’da köle olarak yaşarken dönemin Mısır firavunu bir rüya gördü. Rüyayı yorumlayan kâhinler, yakında İsrailoğulları arasında bir erkek çocuğun dünyaya geleceğini ve bu çocuğun firavunun tahtını elinden alacağını söylediler. Bu haber, firavunu telaşlandırdı. Firavun, İsrailoğullarından doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. O yıl dünyaya gelen Musa’yı annesi bir sepetin içine gizlice koyup Nil Nehri’ne bıraktı. Nehirdeki sepet, firavunun kızı tarafından bulundu. Çocuğu sevimli olması nedeniyle öldürmeye kıyamadılar ve onun evlatlık olarak sarayda büyütülmesine karar verdiler. Böylece Hz. Musa o zamanki dünyanın en güçlü imparatorlarından biri olan firavunun sarayında yetişti.

Firavunun sarayında büyüyen Hz. Musa, bir gün şehre gitti. Şehirde dolaşırken bir İsrailli ile bir Mısırlının kavga ettiğini gördü. Hz. Musa, İsrailliye yardım etmek amacıyla kavgaya müdahale etti ve Mısırlıya bir tokat vurarak onu kazara öldürdü. Firavunun kendisini cezalandırmasından korkan Hz. Musa, Mısır’ı terk edip Medyen’e gitti. Orada Yetro’nun (Şuayp) yanında çalışmaya başladı. Bir süre sonra onun kızı ile evlendi.

Hz. Musa, bir gün Yetro’nun koyunlarını otlatırken Tanrı, Horep Dağı’nda yanan bir çalılığın içinden Hz. Musa’ya hitap etti. Ona İsrailoğullarını Mısır esaretinden kurtarma görevini verdi. Kardeşi Harun’u da ona yardımcı yaptı. Bu, aynı zamanda Hz. Musa’nın peygamberlik görevinin de başlangıcıdır.

Hz. Musa, Tanrı’dan bu görevi aldıktan sonra İsrailoğullarını atalarının yurduna götürmek için Mısır’a döndü. Firavundan kendi kavmini serbest bırakıp Mısır’dan çıkmasına izin vermesini istedi. Fakat firavun, bunu kabul etmedi. Bunun üzerine Mısır’a birçok felaket geldi. Felekatlerin sebebinin İsrailoğullarının Mısır’dan çıkmasına izin verilmemesinden kaynaklandığını düşünen Mısır’ın yerli halkı, firavunun bu ısrarından vazgeçmesini istedi. Hz. Musa İsrailoğullarıyla birlikte Mısır’dan çıktı ve üç ay sonra Sina’ya vardı. Orada Tanrı, Yahudiliğin temel ilkelerini oluşturan On Emir’i iki levhaya yazılmış şekilde Hz. Musa’ya verdi. Sina’daki bu vahiy olayından sonra Hz. Musa, atalarına vadedilmiş topraklara gitmek için İsrailoğullarıyla birlikte yola çıktı.

İsrailoğulları bu göç esnasında sık sık isyan edip Hz. Musa’ya zorluk çıkardı.30 Tanrı, isyanları nedeniyle birçok kez onları cezalandırdı. En büyük ceza ise kırk yıl çölde dolaşmalarıydı. Hz. Musa, peygamberlik görevi süresince Tanrı’nın vahyettiği ayetleri bir kitap hâline getirdi ve onu iki levhayla birlikte Ahit Sandığı’nın içine koydu. Bu Ahit Sandığı’nı İsrailoğulları göç yolunda daima yanlarında taşıdı. Hz. Musa, yüz yirmi yaşındayken Moep (Sina Çölü’nün Filistin sınırına yakın kısmı)’te vefat etti ve oraya gömüldü.

Hz. Musa’nın peygamberliği döneminde Yahudi dini büyük ölçüde teşekkül etti. İtikat, ibadet, ahlak ve hukukla ilgili kurallar belirlendi.

Hz. Musa’dan sonra onun yerine Yeşu (Yûşâ) geçti. Yeşu, kutsal topraklara göç esnasında İsrailoğullarına hem liderlik hem de peygamberlik yaptı.33 Yeşu’dan sonra İsrailoğulları bir süre lidersiz kaldı. Daha sonra İsrailoğullarına peygamber olarak Samuel gönderildi. Samuel, İsrailoğullarının ısrarı üzerine onlara Saul’u (Talut) kral tayin etti. Saul zamanında İsraioğulları çevre kabilelerle büyük savaşlar yaptı. Bu savaşlarda Hz. Davut büyük başarılar gösterdi ve İsrailoğullarının zafer kazanmasını sağladı.

Hz. Davut Kudüs’ü fethedip orayı başkent yaptı ve orada büyük bir mabet inşa etmek istedi. Fakat Tanrı bu işin oğlu Hz. Süleyman’a nasip olacağını söyledi.

Hz. Davut’un ölümünden sonra yerine oğlu Hz. Süleyman geçti. Tanrı’nın vadettiği gibi Hz. Süleyman, Kudüs’teki Moriah Dağı’nda büyük mabedi inşa etti. Bu mabedin inşasıyla Yahudi tarihinde I. Mabet Dönemi başlamış oldu. Adı Bet-Hamikdaş olan bu mabet, İslam geleneğinde Beytü’l-Makdis olarak bilinir.

Hz. Süleyman’ın vefatından sonra İsrailoğulları biri kuzeyde İsrail, diğeri güneyde Yahuda olmak üzere ikiye bölündü. Bunlardan İsrail Krallığı putperestliğe yöneldi. İsrail’in kralı Yerobeam, halkının Kudüs Mabedi’ne eğilim göstereceği endişesiyle iki altın buzağı yaptırarak Yahudileri bunlara tapınmaya teşvik etti. Yerobeam, bu putların İsrailoğullarının Mısır’dan çıkmalarına yardım eden tanrılar olduğunu ilan etti ve Tevrat’ı da yürürlükten kaldırdı. Halkı putperestleştiren bu krallık MÖ 722 yılında Asurlular tarafından yıkıldı.

Yahuda Krallığı ise MÖ 587 yılında Babil Kralı Buhtunnasır (Nabukadnezzar) tarafından yıkıldı. Kudüs’teki mabet, Babilliler tarafından tahrip edildi. Hz. Süleyman zamanında başlayan I. Mabet Dönemi böylece sona erdi.

İsrailoğulları Babil Sürgünü’nden yetmiş yıl sonra tekrar Kudüs’e döndü. Ezra’nın önderliğinde tekrar mabedi inşa ettiler ve sürgünde uygulayamadıkları kuralları hayata geçirdiler. Böylece, Yahudi tarihinde II. Mabet Dönemi başlamış oldu.

II. Mabet Dönemi, 70 yılına kadar devam etti. Bu dönemde Yahudilik din olarak gelişme sürecine girdi.

Hristiyanlığın ortaya çıktığı miladi yılın başlarında Yahudilerin yaşadığı Filistin’de büyük karışıklık vardı. Roma idaresi altında yaşayan Yahudiler, çeşitli dinî ve siyasi baskı altındaydılar. Yahudi isyanları yüzünden 70 yılında Romalılar Kudüs’ü tamamen işgal etti ve Babil Sürgünü dönüşünde inşa edilen mabedi yıktılar. Yahudilerin bazılarını da sürgüne gönderdiler.

Yahudiler, mabedin tahrip edilmesinden sonra da Romalıların takibatından kurtulamadılar. Bu durum, 636 yılında Hz. Ömer Döneminde (634-644) Müslümanların bu bölgeye gelmesine kadar devam etti. Bu dönemde Yahudiler Müslümanların himayesi altında Filistin bölgesinde rahat bir ortamda yaşadılar. Haçlı Seferleri sırasında Hristiyanların zulmüne uğradılarsa da Selahaddin Eyyubi’nin bölgeye tekrar hâkim olmasından sonra Kudüs’te rahat bir yaşam sürdüler.

Orta Çağda Avrupa’daki Yahudilerin durumları ülkelere göre farklılık gösterir. Avrupa’da en huzurlu dönemlerini Müslümanların himayesindeki Endülüs Emevileri zamanında yaşamışlardır. Ancak burada Müslüman hâkimiyetinin sona ermesi ile tekrar Hristiyanların zulmüne uğramışlar ve zorla Hristiyanlaştırmaya tabi tutulmuşlardır. Osmanlı Padişahı II. Bayezit 1492 yılında burada zulüm gören Yahudilere kucak açmış ve onları İstanbul’a yerleştirmiştir. Avrupa’daki Yahudilerin, İsa’nın vücudu sayılan komünyon ekmeğini çaldıkları, çeşmeleri zehirledikleri ve Hristiyan çocukları ibadet gayesiyle öldürdükleri iddialarıyla haklarında özel kanunlar çıkarılmıştır. Hemen her dönemde bu türden takibata uğrayan Yahudiler, Almanya ve Rusya gibi birçok ülkeden başka ülkelere göç etmek zorunda kalmışlardır.

 

2.3. Yahudiliğin Temel Özellikleri

Yahudiliği, İslam, Hristiyanlık ve diğer dünya dinlerinden ayıran seçilmişlik, kutsal toprak, mabet ve Mesihçilik gibi bazı özellikler vardır.

Seçilmişlik: Yahudilere göre Tanrı; ataları İbrahim, İshak ve Yakup’la bir ahit yapmış ve onların soyunu kendisi için özel bir millet olarak seçmiştir. Bu yüzden Tanrı, tarihte onlara daima yardım etmiştir. Onları Mısır esaretinden kurtarmak için Hz. Musa’yı görevlendirmiş ve kendisi de onların kurtuluşuna müdahalede bulunmuştur. Kutsal kitap Tevrat’ı diğer milletlere vermemiş, onu seçilmiş millet olarak kabul ettiği Yahudilere vermiştir. Seçilmişlik fikri, tarih boyunca Yahudileri diğer milletlerden farklı kılmıştır. Yahudiler her türlü baskı ve zorlama karşısında millî ve dinî benliklerini bu fikir sayesinde korumuşlardır. Bu sebepten dolayı onlar, yaklaşık iki bin yıllık sürgün hayatından sonra 1948’de bağımsız Yahudi Devleti’ni kurmuşlardır.

Kutsal Toprak: Yahudilik diğer dinlerden farklı olarak belli bir toprakla bütünleşmiş bir dindir. Yahudiliğin en temel kurum ve kuralları bu topraklara göre belirlenmiş ve şekillenmiştir. Tanrı’nın seçmesiyle belirlenen, vadedilen bu toprakların dışında Yahudilik yaşanamaz. Zorunlu sürgün hariç, Tevrat’ın emirlerine kulak veren Yahudilerin mutlaka bu topraklarda yaşamaları gerekir. Yahudi din bilginleri, şartları uygun olup da kutsal topraklarda yaşamayan Yahudileri Tevrat’ın emirlerine karşı gelmiş bir asi olarak değerlendirmektedirler.

Yahudi din geleneğine göre kutsal topraklar içinde yer alan Kudüs, dünyanın merkezidir. Öldükten sonra tekrar dirilme buradan gerçekleşecektir. Dünyanın değişik bölgelerinde gömülmüş Yahudiler, tekrar dirilme gününde yer altındaki kanallar yoluyla kutsal topraklara gelecek ve oradan dirileceklerdir.

Mabet: Yahudilik, aynı zamanda mabet merkezli bir dindir. Yahudilikteki birçok ibadetin mabette gerçekleştirilmesi gerekir. Bu mabet de herhangi bir yerdeki Yahudi mabedi değildir. Yerini Tanrı’nın belirlemiş olduğu ve onun istemesiyle Kral Süleyman tarafından yaptırılan Kudüs’teki Süleyman Mabedi’dir.43 Bu mabedin Yahudiler nezdindeki adı Bet-Hamikdaş’tır. Çoğu kez tahribata uğrayan ve en son 70 yılında tamamen yıkılan Süleyman Mabedi’nden geriye sadece Batı Duvarı kalmıştır. Batı Duvarı günümüzde Yahudiler için önemlidir. Yahudiler, bu duvarın önünde mabet yıkıldığı için ağıt yakarlar ve en kısa zamanda yeniden inşa edilmesi için Tanrı’ya yakarırlar.

Mesihçilik: Mesih terimi Yahudilerin kutsal kitaplarında herhangi bir göreve gelen kişi veya krallar için kullanılmıştır. Yahudilerdeki Mesih beklentisi 70 yılında Roma İmparatorluğu’nun Kudüs’ü istila edip kutsal mabedi yıkmasından sonra belirgin hâle gelmiştir. Romalılar, mabedi yıkmanın yanında Yahudilerin dinî kurumlarını da ortadan kaldırarak büyük bir baskı uygulamışlardır. Bu yıkımdan sonra bir daha toparlanamayan Yahudiler,1948 yılına kadar devamlı başka milletlerin egemenliği altında yaşamışlardır. Bu durum, onlarda Davut soyundan gelecek ve kendilerini kurtaracak olağanüstü güçlere sahip bir Mesih inancının doğmasına yol açmıştır.

2.4. Yahudiliğin On Temel İlkesi: On Emir

Hz. Musa, İsrailoğulları ile birlikte firavunun zulmünden kurtulup Mısır’dan çıktıktan üç ay sonra Sina’ya vardı. Daha sonra Hz. Musa, kabilesinin yanından ayrılarak kendisine Tanrı tarafından işaret edilen Sina Dağı’na çıktı. Burada kırk gün oruç tuttu ve ibadet etti. Daha sonra kendisine, kavminin uyması gereken inanç ve davranış esasları içeren On Emir verildi.

On Emir, Yahudi inancına göre Museviliğin temel ilkeleridir. Bunlardan ilk dördü insanın Tanrı’yla olan ilişkisinin hangi temellere dayanacağını belirtmektedir.

Yahudilikteki On Emir şunlardan oluşmaktadır:
• Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Tanrı’n benim.
• Benden başka Tanrı’n olmayacak.
• Kendin için yontma put yapmayacaksın. Hiçbir şeyin resmini yapıp tapmayacaksın.
• Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın.
• Cumartesi gününü daima hatırlayıp onu kutsal bileceksin. Haftanın altı günü çalışacak, yedinci gün dinleneceksin. Cumartesi, Rabb’ine tahsis edilmiş genel dinlenme günüdür. O gün ne sen ne oğlun ne kızın ne hizmetçilerin ne de hayvanların iş yapacaktır.
• Babana ve annene hürmet edeceksin.
• Öldürmeyeceksin.
• Zina yapmayacaksın.
• Çalmayacaksın.
• Komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın. Komşunun evine tamah etmeyeceksin. Komşunun eşine, kölesine, cariyesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.

2.5. Günümüzde Yahudilik

Fransız İhtilali’nin (1789) meydana getirdiği değişiklikler Yahudi dünyasını da etkilemiştir. Bu ihtilalden sonra Avrupa’da Yahudilere karşı tavır değişmiş ve Yahudiler, kısmen de olsa rahata kavuşmuştur. Bu rahat ortam Yahudilerin din anlayışını etkilediği gibi yıllardır beklenen Mesih’in gelmemesi onların ümidini kırmıştır. Bunun üzerine Avrupa Yahudileri, bulundukları ülkelerin şartları altında yaşamaya karar vermişlerdir. Bu durum onların geleneksel Ortodoks Yahudilik anlayışını gözden geçirmelerine sebep olmuştur. Çünkü geleneksel Yahudilik anlayışı, mevcut duruma uygun düşmemekteydi. Bundan dolayı Yahudiliği çağın şartlarına uyarlamak için farklı düşünce ve mezhepler ortaya çıkmıştır.

Günümüzde Yahudiler arasında en yaygın olan mezhepler Ortodoks ve Reformist Yahudiliktir.

Ortodoks Yahudilik, Kudüs Mabedi’nin yıkılışından (70) günümüze kadar gelen geleneksel Yahudilik anlayışıdır.49 Ortodokslara göre Tevrat, bütün harf ve kelimeleriyle Tanrı’nın Musa’ya yazdırdığı ilahî bir kitaptır. Onlara göre Tevrat’ın yorumu olan Mişna ve Talmut da vahiy kaynaklı kitaplardır. Ortodokslar, Tevrat’ın ve din bilginlerinin belirlediği kuralların mutlak otoritesini kabul ederler ve bunlarda hiçbir değişikliğin meydana gelmesine izin vermezler.

Ortodoks Yahudilik inancına göre Mesih, bir gün gelecek, Yahudilerin sürgünü sona erecek, Yahudiler gerçek evlerine dönecek ve mabet yapılacaktır. Ortodoks Yahudiler bu sebeplerden dolayı Yahudi şeriatı olan Halakha’da bir değişiklik yapmaya gitmezler. Bununla beraber onu günümüz şartlarına uydurabilmek için hileli yollarla (hileişeriye) ayakta tutmaya çalışırlar. Mesela, Halakha’ya göre cumartesi günü ateş yakmak yasaktır. Ortodoks Yahudiler, otomatik elektrik ayarlayıcı ile elektrikli eşyaya dokunmadan ateşten yararlanırlar. Bunun, Halakha’ya aykırı olmadığını ileri sürerler. Cumartesi günü araba kullanmazlar. Koşer (helal yiyecekler) kuralına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Koşer kuralına uymayan yiyecekleri yemez, bu tür yiyecek satan dükkanlardan alışveriş yapmazlar. Ayrıca koşer kuralı gereği et ile sütü bir arada yemezler; et pişen kapta süt, süt pişende de et yemezler.51 Ortodoks Yahudilik anlayışı günümüzde İsrail’de hâkim olan unsurdur.

Reformist Yahudilik, 19. yüzyıl başlarında Alman Yahudileri arasında çıkmıştır. İlk fikir babası Moşes Mendelshon (Moşe Mendelson)’dur.

Orta Avrupa’da yaşayan Yahudileri bulundukları ülkelerin kültürleriyle entegre olmaya çağıran bu reformist hareket, asıl gelişimini ABD’de yaşayan Yahudiler arasında göstermiştir. Reformist Yahudiler, bugün Amerikan Yahudilerinin
% 40’ını oluşturmaktadır.

Günümüzde Reformist Yahudilik, laik bir karaktere bürünmüştür. Yahudiliğe sadece kültürel bir olgu olarak bakarlar. Bunun yanında şabat ve koşer kurallarına riayet etmezler. Sinagogta kadınlarla erkekler yan yana oturabilir; hatta kadınlar haham olarak da görev yapabilirler. Sinagogta başa kipa giyme zorunluluğu yoktur.

Reformistler, başta Mesihçilik olmak üzere geleneksel Yahudiliğin birçok ilkesini kabul etmezler. Onlar, kutsal toprak “arzımevut” ülküsünü de benimsemezler. Reformistlere göre yaşanılan her yer kutsaldır.

2.6. Yahudiliğin Diğer Dinlere ve Irklara Bakışı

Yahudi hukukuna göre Yahudi olmayanlar, “Nuhiler” ve “putperestler” olarak iki kısma ayrılırlar. Nuhiler, Hz. Nuh’un tevhit esasına dayalı yedi temel kanununu benimseyen kimselerdir.

Nuhilik esaslarını yerine getirenler, yarı mühtedi sayılırlar. Her iki dünyada kurtuluşa ulaşırlar. Yaptıkları işe göre kutsiyet kazanırlar

İslam ve Hristiyanlık Nuhi dinlerden sayılır. Ancak bir Yahudi’nin İslam veya Hristiyanlığa geçmesi büyük günah sayılır. Çünkü Yahudilikten çıkan bir kişi, kendisini Tanrı’ya ve halkına bağlayan ahdini bozmuş olur

Yahudilik, Müslümanları Nuhi saymakla birlikte Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul etmez. İbadethanelerine suret (resim) sokmamak, domuz eti yememek, sünnet olmak iki dinin ortak noktalarındandır. İslam’ı Hristiyanlığa göre inanç açısından kendilerine daha yakın görürler.

Yahudilik, diğer gruba giren putperest ve müşrikler için ise hiçbir kurtuluş ümidi kabul etmez.

2.7. Kur’an-ı Kerim Açısından Yahudilik ve Yahudiler

Kur’an-ı Kerim’de, ehlikitap içerisinde en çok Yahudilerden bahsedilmiştir. Bunun nedeni İslam’ın doğuşunda Yahudilerle yaşanan sorunlardır. Medine ve çevresinde birçok Yahudi kabilesi yaşamaktaydı. Bunlar; Nadiroğulları, Kureyzaoğulları, Kaynukaoğulları ve Hayber Yahudileri idi. Yahudiler, Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara karşı şiddetli tepki göstermişlerdi. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim onlardan daha çok bahsetmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de Yahudilerle ilgili genel olarak şu hususlara değinilmiştir:

Allah tarafından Yahudilere verilen nimetler ve onların bunlardan yüz çevirmeleri. (Bakara suresi, 47. ayet.)
Bir zamanlar bereketli topraklara vâris kılınmaları. (A’râf suresi, 138. ayet.)
Yahudilerin uymaları gereken dinî hükümler ve Yahudilerin bunlara uymamaları. (A’râf suresi, 163. ayet.)
Peygamberlerine karşı gelmeleri ve bazılarını öldürmeleri. (Âl-i İmrân suresi, 112. ayet.)
Allah’a verdikleri sözü tutmamaları ve ahdi bozmaları. (Nisâ suresi, 47. ayet.)
İşittikleri vahiy ifadelerini çarpıtmaları. (Mâide suresi, 13. ayet.)
Kendilerini Allah’ın seçkin milleti kabul edip diğer kavimleri hor görmeleri. (Mâide suresi, 18. ayet.)
Haddi aşmaları nedeniyle üzerlerine ağır hükümlerin konması. (Nisâ suresi, 155. ayet.)

Bu maddelerde de dile getirildiği gibi Kur’an-ı Kerim’de Yahudilere yöneltilen eleştiriler inançtan ziyade ahlakla ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’in getirdiği bu eleştiriler, Yahudilerin tümünü kapsamaz. Ehlikitabın içerisinde yer alan Yahudilerden de sözüne güvenilir, emanete sadık kişiler vardır. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim’de Yahudilerle ilgili geçen ayetler Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğü içinde tarihe uygun olarak doğru yorumlanmalıdır. Yahudilerle yaşanılan sorunların niteliği dinî, siyasi, sosyal ve ekonomik açılardan değerlendirilmelidir.

2.8. Türkiye’de Yahudilik

Osmanlı Devleti’nde Yahudiler dinî, kültürel ve ekonomik yönden önemli bir topluluk olarak huzur içinde yaşamışlardır. Bizans’ın baskılarına maruz kalan Yahudiler, Osmanlıları bir kurtarıcı gibi karşılamışlardır. İstanbul’u başkent yapan Fatih Sultan Mehmet, fetihten hemen sonra Balkanlar ve Batı Anadolu’da yaşayan Yahudilere bu şehre gelmeleri için davet mektubu göndermiştir. Bu çağrı üzerine birçok Yahudi İstanbul’a gelmiştir

Türkiye topraklarındaki Yahudi nüfusunun çoğalması 1492’deki İspanya Sürgünü’nden sonra gerçekleşmiştir. İspanya’yı Müslümanların elinden alan Hristiyanlar, Yahudi ve Müslümanları göçe zorlamışlardır. İspanya’yı terk eden Yahudiler Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. Dönemin padişahı II. Bayezit, eyalet valilerine ve sancak beylerine gönderdiği fermanda Yahudi göçmenlere yardımcı olunmasını istemiştir. Daha sonraki dönemlerde de özellikle 19. yüzyılda Polonya ve Rusya’dan göçe zorlanan Yahudiler yine Osmanlı topraklarına sığınmışlardır. II. Dünya Savaşı sırasında Hitler’in zulmünden kaçan birçok Yahudi Türkiye’ye göç etmiştir.

Filistin topraklarında 1948 yılında bağımsız bir İsrail Devleti kurulunca Türkiye’deki yetmiş bin Yahudi’nin yarıya yakını İsrail’e göç etmiştir. Anadolu’daki Yahudilerin çoğu da ya İsrail’e gitmiş veya İstanbul’a yerleşmeyi tercih etmiştir. Bu tarihten itibaren Anadolu’daki Yahudi nüfusu oldukça azalmıştır.

Bugün, Türkiye’de yaşayan Yahudilerin sayısının yirmi beş bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bunların büyük bir kısmı İstanbul ve İzmir’de ikamet etmektedir. Bunun yanı sıra Ankara, Bursa, Edirne, Çanakkale, Kırklareli, Adana ve Hatay’da az da olsa Yahudi yaşamaktadır.

Türkiye Yahudilerinin yasal temsilcisi hahambaşıdır. Bugün bu makamda İsak Haleva bulunmaktadır. Hahambaşıya görevlerinde danışmanlık yapan iki meclis vardır. Bunlardan biri dinî konsey, diğeri de fahri danışmanlar kuruludur. Dört hahamdan oluşan dinî konsey, dinî konularda hahambaşıya yardımcı olmaktadır. Otuz beş kişiden oluşan fahri danışmanlar kurulu cemaatin işlerini yürütmektedir. Yahudilerin İstanbul ve İzmir’de ortaöğretim düzeyinde eğitim kurumları bulunmaktadır. Bu okullardaki
eğitim dili Türkçedir. Haftada üç ile beş saat arasında İbranice dersi verilmektedir.60 Yahudiler, İstanbul’un birçok yerinde bulunan on yedi sinagogta ibadetlerini sürdürmektedirler. Bunun yanında İstanbul’da yayınevi ve hastaneleri de bulunmaktadır.

3. Hristiyanlık

Günümüzde dünyanın her tarafında mensupları bulunan Hristiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuştur. Ancak bugün en fazla nüfusunun bulunduğu bölge Avrupa’dır. Kuzey Amerika’nın büyük bir çoğunluğu, Güney Amerika’nın kıyı kesimleri ve Avustralya’nın büyük bir kısmı da Hristiyan nüfustan oluşmaktadır. Bu dinin bir milyar yedi yüz elli milyonu aşan mensubu bulunmaktadır.

3.1. Hristiyanlığın Tanımı ve Tarihçesi

Hristiyan, Mesih’e bağlı demektir. Bu kelime Yunanca “Hristos”tan gelmektedir. İbranice Maşiah olup yağlanmış anlamına gelir. İncil’de Hristiyan ve Hristiyanlık gibi terimler yer almaz. Bu terimler ilk defa Hz. İsa’dan yirmi-otuz yıl sonra Antakya’da kullanılmıştır.

Hristiyanlık, Hz. İsa’nın tebliğiyle başlamış ve sonraki bazı gelişmelerle günümüzdeki şeklini almıştır. Hz. İsa’nın doğduğu yıllarda Filistin, Roma’nın hâkimiyeti altında idi. Yahudiler, çeşitli mezheplere bölünmüş, dinî konular çıkar meselesi hâline gelmişti. Kudüs’teki mabet, ticaret yeri hâline getirilmiş, şekilcilik samimiyeti boğmuştu. Tek tanrı inancına sahip olan Yahudiler, putperest Romalılardan kurtulma yollarını arıyorlardı. Bunun için bir kurtarıcı Mesih bekliyorlardı.64 İşte Hz. İsa böyle bir dönemde gelmişti. Bu amaçla o, kendisinden önceki Yahudi peygamberleri gibi topluma gerekli uyarıları yapmış ve etrafında bir cemaat oluşturmuştur.

Hz. İsa’ya ilk inananlar bir grup Yahudi’ydi. Hz. İsa’nın Yahudilerin mevcut dindarlık anlayışlarını eleştirmesi, ona inanmayan diğer Yahudileri rahatsız etti. Buna Romalı idarecilerin İsa’nın kendileri için bir tehdit oluşturacağı endişesi de eklenince çarmıha germe hadisesi meydana geldi. Hristiyan inancına göre Hz. İsa, çarmıha gerildikten üç gün sonra dirilerek bir süre havarileriyle birlikte yaşadı. Bu durum ise ona inananların sayısını arttırdı.

Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din bir süre sonra Yahudilerin dışında başka milletler arasında da yayılmaya başladı. Bu milletlerden Yahudi ibadet ve geleneklerine uymaları istendi. Putperest kökenli bu insanlar, Hz. İsa’ya inanmakla birlikte kendilerine zor gelen bazı Yahudi kurallarına uymak istemiyorlardı. Bu durum, Yahudi geleneklerini sürdürme yanlısı olan Hristiyanlarla bu geleneklere karşı çıkan ve çoğunluğu putperestlikten gelen Hristiyanları
karşı karşıya getirdi. Bu durum karşısında ağırlığını koyan Pavlus, Hristiyanlığa girenlerin eski Yahudi âdetlerine uymalarının zorunlu olmadığını belirtti. Onun bu yaklaşımı havarilerle, özellikle de onların lideri konumundaki Petrus ve Yakup’la ilişkilerinin bozulmasına neden oldu. Bu karşılıklı zıtlaşma Yahudi asıllılarla, putperest asıllı Hristiyanların yollarını tümden ayırmalarına neden oldu. Merkezi Kudüs’te olan Yahudi asıllı Hristiyanlar, liderleri Yakup’un öldürülmesi ve arkasından 70 yılında Kudüs’ün Romalılar tarafından yakılıp yıkılmasıyla büyük bir darbe yediler. Bu durum onları, Pavlusçu grup karşısında zayıf düşürmüş ve gitgide zayıflayarak 4. yüzyılda tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Pavlus’un etkisiyle farklı bir yöne giren Hristiyanlık, Roma Devleti içerisinde hızla yayılmaya başlamıştır. Bu yayılma putperest inancın savunucusu olan Romalı idarecileri rahatsız etmiştir. Bu durum Hristiyanlara yönelik baskılara neden olmuştur. Aynı dönemde Hristiyanlar çok büyük kayıp vermişlerdir. İnsanlar korkularından çoğu kez yer altı şehirleri ve mağaralarda ibadet etmişlerdir.

Bu zulümler İmparator Konstantin’in 313’te Hristiyanlara serbestlik tanıyan Milan Fermanı’nı ilan etmesine kadar devam etmiştir. Bu serbestlikle birlikte kutsal kitap, inanç esasları ve uygulamaları gibi konularda birçok tartışma meydana gelmiştir. Bu farklılıkları sona erdirmek isteyen İmparator Konstantin, 325 yılında İznik’te bir konsül toplamıştır. Bu konsülde İsa’nın tanrılığını savunanların görüşü kabul edilmiştir. Farklı birçok İncil’in içerisinden dört tanesi sahih olarak seçilmiştir. Ayrıca bu konsülde baba ile oğulun tabiatı tartışılmış ve sonunda ikisinin de tanrılığı üzerinde bir karara varılmıştır. İmparator Büyük Teodosius Döneminde 381 yılında toplanan İstanbul Konsülü’nde de kutsal ruhun tanrılığına karar verilmiştir. Böylece baba tanrı ve oğul İsa’dan sonra kutsal ruhun da eklenmesiyle teslisin (üçlü tanrı anlayışının) unsurları tamamlanmıştır.

İmparator Büyük Teodosius ayrıca Hristiyanlığı Roma’nın resmî dini hâline getirmiş ve imparatorluğun her tarafında putperestliği yasaklamıştır. Böylece kilise düşmanlığından onun hamisi durumuna gelen Roma imparatorları, politik düzenin korunması için Hristiyanlık inancı konusunda aktif rol oynamaya başlamışlardır.69 Bunun sonucunda Hristiyanlık bir yandan devletin himayesini kazanırken diğer yandan da devletin kontrolü altına girmeye başladı. Bu süreçte kilise, çoğu zaman Roma toplumunun eski inanç ve uygulamalarını da özümseyerek onları Hristiyanlaştırmıştır. Kilise, bu karşılıklı etkileşim sürecinde, örgütlenme modeli olarak Roma İmparatorluğu’nun idari yapısını kendisine örnek almıştır. Yönetim birimlerine getirilen kişilere Roma’nın siyasi literatüründe kullanılan unvanları vermiştir. Bu bağlamda putperest Roma başrahibinin pontifeks maksimus şeklindeki unvanı da daha sonraki dönemlerde Roma piskoposu papa için kullanılmaya başlanmıştır.

Roma İmparatorluğu 395 yılında Doğu ve Batı Roma adıyla ikiye bölünmesinden sonra
İstanbul ile Roma Kilisesi arasındaki ilişkiler yeni bir döneme girmiştir. Papa Batı Roma’nın zayıflamasıyla sadece kilisenin değil, tüm Batı dünyasının dinî ve siyasi lideri hâline gelmiştir. Ancak Doğudaki Antakya, İskenderiye ve İstanbul kiliseleri Roma Kilisesi’nin tüm kiliselere liderlik yapmasına sıcak bakmamıştır. Özellikle kendisini Grek kültür ve düşüncesinin temsilcisi olarak gören İstanbul Kilisesi, Latin düşüncesinin temsilcisi sayılan Roma’yı otorite olarak kabul etmemiştir.

İstanbul Konsülü’nde unsurları tamamlanan teslis, daha sonra başka tartışmalara yol açmıştır. İstanbul Piskoposu Nestoryus, İsa’da biri beşerî, diğeri ilahî iki tabiat bulunduğunu söylemiştir. Ancak Nestoryus’un bu fikri reddedilerek kendisi de aforoz edilmiştir. Bunun üzerine Suriye, İran ve Hindistan’a kadar yayılmış olan gruplar, Nestoryus’un görüşlerini benimseyerek ana kitleden kopmuş ve Nesturi olarak anılmıştır. 451 yılında yapılan Kadıköy Konsülü’nde yine teslis üzerinde yapılan tartışmalar sonucunda ayrılıklar meydana gelmiştir. Bunun sonucunda Monofizit Kiliseler denilen Antakya Süryani, Kıpti, Habeş ve Ermeni Gregoryen kiliseleri ortaya çıkmıştır. Monofizit Kiliselerinin doğmasıyla Hristiyanlıkta meydana gelen kopmaları 1054 yılında ortaya çıkan İstanbul Ortodoks Kilisesi’nin Roma’dan ayrılışı takip etmiştir. Temelde iki farklı kültürün temsilcileri olan Latin Roma Kilisesi ile Grek Bizans Kilisesi, özellikle siyasi nüfuz konusunda birbirleriyle tartışmaktaydı. Roma Kilisesi kendisinin havarilerin lideri Petrus tarafından kurulmuş olduğunu söyleyerek üstünlük iddia ediyordu. Buna karşılık Bizans, Roma’yla eşit olduklarını söylüyordu. Buna bir de teslis konusundaki inanç tartışmaları girince iki kilise 1054 yılında kesin olarak ayrılmış oldu. Batı dünyasındaki Hristiyanlar Katolik Kilisesi’ne bağlı kalırken Grek kültürünün egemen olduğu bölgelerdekiler de Ortodoks Kilisesi’ne tabi oldular. Haçlı Seferleri sırasında 1204 yılında Katoliklerin İstanbul (Bizans)’da yaptıkları zulüm ve haksızlıklar, Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki düşmanlığı
daha da artırmıştır.

Doğu ve batı arasındaki bu bölünmeden sonra Katolik ve Ortodoks kiliseleri kendilerine özgü bir kilise hayatı geliştirmeye başladılar. Özellikle Katolik Kilisesi’nin birçok bilimsel gelişmelere engel olması ve siyasal alandaki boşluktan faydalanarak her yere egemen olmak istemesi çeşitli problemlere neden oldu. Kilisenin günahları affetme yetkisini mali bir kaynak hâline getirmesi bu tepkileri bir kat daha artırmıştır.

Yoğunlaşan bu tepkiler üzerine bir Alman papazı olan Martin Luter’le birlikte dinde reform isteyen bir hareket başladı. Bunun sonucunda da Katolik Kilisesi’nden bir kopuş daha yaşandı ve 16. yüzyılda Protestan mezhebi ortaya çıktı. Katolik Kilisesi de bu reform hareketlerine tepkisiz kalmadı. Kendisi de karşı reform hareketi başlatarak haklılığını savundu. Bu süreç 1962-65 yıllarında yapılan II. Vatikan Konsülü’ne kadar devam etti. Bu konsülde papalık, Katolik olmayan kiliselerle diyalog sürecine girilmesi gibi kararlar alarak yeni bir süreci başlatmış oldu. Bu süreç hâlen devam etmektedir.

3.2. Hristiyan Mezhepleri

Tarihî süreç içerisinde farklı sebeplere bağlı olarak Hristiyanlakta birçok mezhep ortaya çıkmıştır. Katolik, Ortodoks ve Protestan mezhepleri bunların başında gelmektedir.

Katolik Mezhebi: Doğu ve batı kiliselerinin birbirinden kopmasından sonra Roma’daki kilise evrensel anlamına gelen Katolik adını almıştır. Günümüz Hristiyan dünyasının büyük çoğunluğu Katoliklerden oluşmaktadır. Katolik nüfusun büyük bir kısmı Güney ve Orta Amerika ülkeleri ile İtalya, İspanya, Portekiz, Fransa, Polonya ve Macaristan gibi Avrupa ülkelerinde yaşamaktadır. Ayrıca Almanya, Avusturya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de büyük oranda Katolik nüfus bulunmaktadır.

Katolik Kilisesi’nin merkezi Vatikan’dır. Bu kilisenin başında papa bulunmaktadır. Papa Roma piskoposu olarak Petrus’un halefidir. Böylece papa, ruhani Vatikan Devleti’nin başı olarak İsa’nın vekili durumundadır. O, yeryüzünde Tanrı’nın temsilcisidir. Papayı kardinaller seçer ve görevleri ölünceye kadar devam eder.

Katolik mezhebinin başlıca özellikleri şunlardır:
• Dinî başkan papadır. Papa İsa’nın vekili, Petrus’un halefidir.
• Papa, yanılmaz otoritedir.
• Roma, Katolikliğin merkezidir ve diğer kiliselerden manevi açıdan üstündür.
• Evrensel kurtuluş, sadece Katolik Kilisesi’nin öğretilerine bağlanmakla
mümkündür. Çünkü Katolik Kilisesi kutsal ruhun yönetimi altındadır.
• Katolik Kilisesi vahyin kaynağı olarak kutsal kitap ve geleneğe büyük
önem verir. Çünkü kutsal kitap ve gelenek aynı kaynaktan çıkmaktadır.
• Katolik Kilisesi, göğe yükseldiğine inandığı Meryem’e büyük önem vermekte
ve onu hem oğul tanrının hem de kilisenin annesi olarak görmektedir.
• Katolik Kilisesi, rahiplerin bekârlığını zaruri görmektedir.
• Boşanmak yasaktır.
• Başlangıçtan günümüze kadar yapılan yirmi bir konsülü ve onların aldıkları
kararları kabul etmektedir.
• Noel’i 25 Aralık’ta kutlarlar.
• Hristiyan sakramentlerinden yedisini kabul ederler.

Ortodoks Mezhebi: Ortodoks, doğru inanca sahip anlamına gelir. Doğu ve batı kiliselerinin ayrılmasından sonra, doğu kilisesi, kendisinin doğru inanç üzerinde olduğunu ifade etmek için bu adı kullanmaya başladı. Bu mezhep, İstanbul ve Roma kiliselerinin siyasal çekişmeleri ve dinî ihtilafları sonucu ortaya çıkmıştır. Türklerin Anadolu ve Balkanlarda ilerlemesi karşısında Bizans’ın papalıktan yardım istemesi tekrar iki kilisenin birleştirilmesi düşüncesini akla getirmiştir. Ancak halkın ve ruhbanların buna taraftar olmaması bu girişimleri sonuçsuz bıraktı. Fatih Sultan
Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethiyle İstanbul Kilisesi tarihinde yeni bir dönem başlamış
oldu. Fatih, patriğe Ortodoksların milletbaşı unvanını vererek geniş haklar tanıdı. Böylece Ortodoks Kilisesi Osmanlı idaresinde varlığını sorunsuz olarak sürdürdü.

Ortodoks Patrikhanesinin Osmanlı Devleti’nin himayesine girmesinden sonra bu patrikhaneye bağlı olan Rusya Kilisesi 1589 yılında patriklik seviyesine yükselerek bağımsız hâle geldi. Bu millî kiliseyi 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin gerilemesi sürecinde bağımsızlıklarını ilan eden Balkanlardaki ulusal kiliseler takip etmiştir. Böylece Ortodoks kiliselerinin günümüzdeki yapılanması büyük oranda ortaya çıkmış oldu.

Ortodoks Kilisesi, Katolik Kilisesi’nden farklı olarak hiyerarşik bir yapı yerine, eşitlik anlayışını esas alan kiliseler topluluğundan oluşmaktadır. Bu eşitlik arasında İstanbul Kilisesi, öncelik şerefine sahiptir. Ancak bu durum ona diğer kiliselerin işine müdahale yetkisi vermez. Ortodokslar, bu eşitlik anlayışı sebebiyle Katoliklerin iddia ettiği gibi patriğin veya bir başka piskoposun yanılmazlığı iddiasını kabul etmezler.

Ortodoks mezhebinin başlıca özellikleri şunlardır:
• Ortodoksluğun ruhani lideri patriktir. Patrik, papa gibi tek otorite değildir.
• Kutsal ruhun sadece Babadan çıktığına inanırlar.
• Papanın yanılmazlığını kabul etmezler.
• Sadece ilk yedi konsülün kararlarını kabul ederler.
• Hz. İsa, Meryem ve Hristiyan azizlerinin resim ve heykellerinden oluşan ikonlara
önem verirler.
• Rahipler istedikleri takdirde evlenebilir. Ancak piskoposlar ve patrikler evlenemezler.
• Boşanmak serbesttir. Ancak belli şartlara bağlıdır.
• Hristiyanlığın sembolü olan haçın yatay ve dikey kolları birbirine eşittir.
• İbadet her ülkenin diliyle yapılır.
• Noel’i 6 Ocak’ta kutlarlar.
• Yedi Hristiyan sakramentini kabul ederler.

Protestan Mezhebi: Protestan başkaldıran, itiraz eden anlamına gelir. 16. yüzyılda Katolikliğin dinî uygulamalarına tepki olarak ortaya çıkan reformist topluluklara Protestan adı verilmiştir. Protestanlık, Ortodoks ve Katolik kiliselerinin dışındaki birçok grubu oluşturan geniş bir Hristiyan mezhebini ifade eder. Uygulamalarıyla bu iki kiliseden önemli farklılıkları bulunan Protestanlığın kökleri 16. yüzyıldaki dinî reform hareketlerine dayanır. Alman Rahip Martin Luther (1483-1546), Roma Katolik Kilisesi’nin günahları bağışlayıp bunu mali bir kaynak hâline getirmesi, kutsal kitap yorumunu sadece kendi yetkisinde görmesi ve ayin dilinin sadece Latince olması gibi hususlara karşı çakarak ilk itirazı başlattı.

Bu itirazlarını doksan beş maddelik bir belgeyle Wittenberg Katedrali’nin kapısına astı. Luther’in başını çektiği bu hareket, daha sora Zwingli ve Calvin gibi birçok Protestan tarafından Avrupa’nın her yerine yayıldı.

Protestan mezhebinin başlıca özellikleri şunlardır:
• Papanın yanılmazlığı ve otoritesi kabul edilmez.
• Dini anlama ve yorumlamada kilise yetkilerini değil, kutsal kitabı esas alırlar.
• Sadece vaftiz ve evharistiya sakramentlerini kabul eder, diğerlerine değer
vermezler.
• Kurtuluşta amelden çok imanı esas alırlar.
• Din hizmetleri sınıfı bulunmakla beraber ruhbanlığı kabul etmezler.
• Azizlere ve Meryem’e önem vermezler.
• Kiliselerinde resim ve heykel bulundurmazlar.
• Günah çıkarma kabul edilmez.
• Rahipler evlenebilirler.
• İbadet ve ayinler her ülkenin diliyle yapılır.

3.3. II. Vatikan Konsülü ve Hristiyan Dünyasına Etkileri

Martin Luther’le başlayan Hristiyanlıkta reform girişimleri, Katolik Kilisesi’nde büyük rahatsızlıklara neden oldu. Bu kilise, bir yandan reform yanlılarına sert tepki gösterirken diğer yandan da kendisine yöneltilen eleştirileri gözden geçirmeye başladı. Bu girişim Katolik Kilisesi’nde karşı reform hareketinin başlamasına neden oldu. Bu amaçla sorunların çözümü için konsüller toplandı.

20. yüzyıla gelindiğinde ise Katolik Kilisesi’ni başka sorunlar beklemekteydi. Çünkü bu yüzyılın başından itibaren dünyada meydana gelen siyasi ve ekonomik gelişmeler Hristiyan kiliselerini de etkiledi. Bu etkiyi Katolik Kilisesi daha da belirgin bir şekilde hissetti. Bu dönemde kilise aleyhtarı yönetimler, kilisenin siyasi ve sosyal alandaki gücünü büyük ölçüde kısıtlamaya başladılar. Katolik Kilisesi modern hayatın getirdiği bu zorlu süreç karşısında uzun süre sessiz kaldı.77 Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde Katolik Kilisesi kendi anlayışını çağın şartlarına uydurmak için önemli girişimlerde bulunmaya başladı. Bu çerçevede Papa XXIII. John önderliğinde 1962 yılında II. Vatikan Konsülü toplanmış ve bu 1965 yılına kadar sürmüştür.

Dünyanın her tarafından Katolik piskoposlar bu konsüle katılırken Ortodoks ve Protestanlar sadece resmî gözlemci göndermişlerdir. Bu konsül, Hristiyan birliğini sağlamak için diyaloğun başlatılması ve Hristiyanlığın modern dünyadaki konumunun tartışılması bakımından Hristiyan dünyasında geniş yankı uyandırmıştır.

II. Vatikan Konsülü’nde günümüz yaşam tarzını kolaylaştırıcı, Katolik karşıtlığını azaltıcı bir dizi karar alınmıştır. Bu bağlamda bazı ibadet ve ayinlerin yerine getirilmesinde kolaylıklar sağlanmıştır. Hristiyan halka, Latince dışında da ibadet yapma hakkı tanınmış ve laiklerin (ruhban sınıfından olmayan) dinî işlere katılabileceği bazı düzenlemeler yapılmıştır.

Aynı konsülde farklı Hristiyan grupların birliğini sağlamaya yönelik diyalog faaliyetlerinin önemine dikkat çekilmiştir. Bunun için gerekli çabaların gösterilmesi kararı alınmıştır. Bu amaçla papa değişik ülkelerdeki Hristiyan
gruplara birlik amaçlı ziyaretler düzenlemiştir. Papa XVI. Benedict bu ziyaretlerinden birini de 28 Kasım-1 Aralık
2006 tarihleri arasında Türkiye’ye yapmıştır. 29 Kasım 2006 günü Fener Patrikhanesi’nde yaptığı konuşmada
1054 yılında iki kilisenin ayrılmasına sebep olan olaylardan dolayı üzgün olduğunu belirtmiştir. Konsülde ayrıca diğer din mensuplarıyla iyi ilişkiler kurmak, çağın inançsızlık sorununa karşı dinlerin dayanışmasını sağlamak ve diğer din mensuplarına Hristiyanlığı daha iyi tanıtabilmek için diyalog girişimlerinin başlatılması kararı alınmıştır. Bu amaçla 1964 yılında “Hristiyan Olmayanlar Sekreteryası” oluşturulmuştur. Günümüz dünyasında değişik din mensuplarıyla diyalog faaliyetlerini yürüten bu sekreteryada, İslam ile ilgili de bir masa oluşturulmuştur.

3.4. Hristiyanlığın Temel Özellikleri

Her dinde olduğu gibi Hristiyanlığın da kendine has bazı özellikleri vardır. Bunların başında Mesih inancı, kilise ve sakramentler gibi konular gelmektedir.

3.4.1. Mesihçilik

Mesihçilik, Hristiyanlığın Yahudilikten almış olduğu bir kavramdır. Yahudiler, Hz. Davut’un soyundan gelecek kurtarıcı bir Mesih’in geleceğine inanıyorlardı. Hristiyanlar, Yahudilerin beklediği bu Mesih’in Hz. İsa
olduğunu iddia ettiler ve onun Mesihliğine inandılar. Hristiyan inancına göre Mesih olan Hz. İsa, insanları günahlardan kurtarmak için kendini çarmıhta feda etti ve göğe yükseldi. O, kıyamete yakın bir zamanda yeniden gelerek tanrısal krallık denilen idareyi kuracaktır. Hristiyanlar bu tanrısal krallıkla mutlu bir yaşam süreceklerdir.

Protestan mezhebine bağlı olan Hristiyanların çoğu (özellikle Evanjelikler) İsa Mesih’in gelmesinin yakın olduğuna inanırlar. Katolikler ise onun ne zaman geleceğinin bilinemeyeceğini ve bundan dolayı gündelik hayatı bu inanca göre belirlemenin doğru olmadığını söylerler. Katolikler ayrıca Hz. İsa’yı şöyle tanımlamaktadırlar: “Mesih İsa, gerçek insan ve gerçek tanrıdır. O ezelî ve ebedî ilahî kelamdır. O, Tanrı’nın tek oğludur. O, ezelden beri pederden çıkmaktadır. Tanrı’dan gelen Tanrı’dır. Peder ile aynı özdendir.

3.4.2. Kilise ve Sakramentler

Hristiyanlığın ilk ortaya çıktığı dönemlerde inanç esasları gibi ibadet şekilleri de belirlenmiş değildi. Çünkü havariler Yahudi şeriatının gereklerine göre ibadetlerini yapıyorlardı. Daha sonra Yahudi şeriatını uygulamaktan vazgeçen ilk Hristiyanlar, İsa’nın son akşam yemeği anısına kutladıkları evharistiyadan başka bir ibadet uygulamamışlardı. Bu nedenle Konstantin’in Hristiyanlığa serbestlik tanımasına kadar Hristiyanlığın sistematik ibadet şekilleri olan sakramentler ve bir ibadet kurumu olan kilise tam olarak teşekkül etmemişti.

Kilise: Kilise, Grekçe ecclesia (eklesya) kelimesinden gelip topluluk, cemaat anlamlarını taşır. Hristiyanlığa göre ise Hz. İsa’nın yolunu benimseyenleri temsil eder.

İlk Hristiyanlar uzun yıllar Roma’nın takibatına uğramaları ve inançlarını açıkça gösterememeleri nedeniyle kiliseler yapamamışlardı. Bundan dolayı İmparator Konstantin’in 313 yılındaki Milan Fermanı’yla Hristiyanlığa serbestlik tanımasına kadar kilise bir mekândan çok, bir cemaati ifade etmekteydi.

Orta Çağ, kilisenin en yaygın gelişme çağı oldu. İlk kiliseler, eski çok tanrılı dinlerin tapınakları örnek alınarak yapıldı. Hatta Roma Devleti, Hristiyanlığı resmen kabul edince (381) eski tapınaklar kiliseye çevrildi. Daha sonraki dönemlerde kiliseler görkemli bir şekilde bina edilerek katedrallere dönüştü. Şekilleri asırlara göre değişen kiliselerin ortak özelliği iki bölümden meydana gelmesidir. Bu bölümlerden biri Kudüsü’l-Akdes diğeri ise cemaatin oturduğu yerdir.

Hristiyan mezheplerinin kiliseye yaklaşımları birbirinden farklıdır. Katolikler kiliseyi, İsa’nın mistik bedeni, inananları da onun uzuvları olarak görmektedirler. Bunun yanında Katolikler, kilisenin teşekkül etmesi için bir rahibin varlığını şart koşmaktadırlar.

Protestanlar, cemaatin olduğu yerde kilisenin görevini yerine getirebileceğini ve bir rahibin bulunmasının zorunlu olmadığını belirtirler. Ortodokslar ise kiliseyi birinci derecede İsa’nın bedeni, kutsal ruhun mabedi ve Allah’ın cemaati olarak görürler.

Sakramentler: Sakrament kelime olarak ayin, inancın göstergesi için yapılan dinî tören anlamına gelir. Tüm Hristiyan mezheplerinin kabul ettiği iki sakrament bulunmaktadır. Bunlar vaftiz ve evharistiyadır. Bununla birlikte Ortodoks ve Katolikler bu iki sakramente ilave olarak beş sakrament daha kabul ederler. Bunlar; vaftiz, kuvvetlendirme, evharistiya, evlilik, ruhbanlık, günah itirafı ve son yağlama sakramentleridir.

Hristiyanlara göre tanrısal İsa, yaşamaya devam etmektedir. Onun görünmeyen eylemleri (şifa vermesi, duaları kabul etmesi) kilise gizemlerinin (sakramentlerinin) yaşanmasıyla görünür. Kişi bu sakramentlere iştirak ettiği  takdirde Tanrı’nın kurtarıcı lütfunu bağışlayan İsa’yla beraber olur.

Vaftiz: Suya dalma veya vücudun belirli kısımlarını yıkamak suretiyle yapılan vaftiz, Hristiyan imanının ilk aşaması olarak kabul edilmektedir. Baba-oğul-kutsal ruh adına vaftiz olma İncil’in bir emridir.

Vaftiz, insanların asli ve kendi işledikleri günahları siler. Bu anlamda vaftiz yeniden bir doğuştur. Bir Hristiyan, vaftizle günahlarından temizlenerek Hristiyan cemaatine katılmış olur.

Kuvvetlendirme (Konfirmasyon): Vaftiz edilen kişinin kutsanmış bir yağla, vücudun çeşitli yerlerinin yağlanmasına denir. Konfirmasyon vaftiz ayininin kuvvetlendirilmesidir. Bu sakrament doğu kiliselerinde vaftizden hemen sonra, batı kiliselerinde ise daha sonra yapılır.

Evharistiya (Komünyon): Şükretmek anlamına gelen evharistiya, Hristiyan inanç ve ibadetlerin temelini oluşturan sakramentlerin en önemlilerindendir. Evharistiya, çarmıha gerilmeden önce İsa’nın havarilerle yediği son akşam yemeğinin hatırasıdır. İncil’e göre son akşam yemeğinde İsa, ekmeği böldü ve parçaladı, “Bu benim etimdir.” diyerek havarilerine verdi. Sonra bir kase içindeki şarabı da “Bu benim kanım.” deyip onlara içirdi. Daha sonra Aziz Pavlus bu olayın yorumunu yaptı ve bunu bir kilise ayini hâline getirdi.

Hristiyanlar evharistiyayı bir çeşit kurban olarak görürler. Bugün de kiliselerde yapılan evharistiya ayininde verilen ekmek ve şarap kurban niteliğindedir. İsa, çarmıhta kendini kurban ettiği için şarap onun kanını, ekmek ise bedenini temsil etmektedir. Hristiyanlar bu ayini yapmakla bir nevi kurban edilen İsa’nın bedeniyle bütünleşmiş olurlar.

Evharistiya, kilisede pazar günü yapılan bir ayindir. İlk zamanlar senede bir defa yapılırken daha sonra ise her hafta yapılan bir ayin hâline gelmiştir.

Evlilik (Nikâh): Hristiyanlar için evlilik, Tanrı’nın insanlığa, İsa’nın ise kiliseye ve şakirtlerine olan sevgisini sembolize eder.

Bir ayin olan evlilik, iki kişinin, kilisede mukaddes bir bağla bağlanmasıdır. Evlilikler genellikle kadının bağlı olduğu kilisede yapılır. Katolikler boşanmaya kesinlikle izin vermezken Ortodokslar boşanmayı, belli şartlara bağlı olarak kabul ederler.

Ruhbanlık: Hayatını dinî hizmetlere adamayı gönüllü olarak kabul eden kimselere bazı unvanların verilmesi ayinidir. Papaz ve piskopos makamına gelecek olanların törenle takdis edilmesi zorunludur. Bu takdis ayini piskopos
tarafından yerine getirilir.

Hristiyanlıkta kilisede yapılan takdis ruhbanlığının dışında manastır ruhbanlığı da vardır. Manastırlarda yaşayan keşişler dünyadan el etek çekip kendilerini Tanrı’ya adayarak münzevi bir hayat yaşarlar.

Ruhbanlığı en canlı bir şekilde yaşayan Hristiyan mezhepler, Ortodoks ve Katoliklerdir. Protestanlar ise ruhbanlığı kabul etmezler.

Günah İtirafı (Tövbe): Kişinin işlediği günahın kötülüklerinden kurtulmak ve vaftizin etkisini tekrar kazanmak amacıyla yaptığı ayindir. Ne kadar çok günaha sahip olursa olsun günah itirafında bulunacak olan kişi, kilisedeki özel
bölmeye girerek rahibe suçunu itiraf eder. Günahları bağışlama yetkisine sahip olan rahip, kilise adına o kişinin bütün günahlarını affeder. Bazı durumlarda rahip, kişinin günahına kefaret olarak ceza takdir edebilir.

Son Yağlama (Hasta Gizemi): Hastalıkta ve özellikle ölüm anında kişiyi rahatlatmak için yapılan bir ayindir. Hastaya şifa bulması veya rahat ölmesi için kutsanmış bir yağ sürülür. Bu ayinin amacı hastaya yalnız olmadığını, Hz. İsa’nın onunla beraber olduğunu ve Tanrı’nın onu bırakmayacağını anımsatmaktır.

3.5. Hristiyanlığın Diğer Dinlere Bakışı

Hristiyanlığın başka dinlere bakışı, tarihî bir gelişim göstermektedir. Hristiyan kutsal kitaplarında dinî inançların çeşitli şekillerinden bahsedilmiştir. Ancak Hristiyan dininde önemli bir otorite olarak kabul edilen kilise, 15. yüzyılın ortalarına kadar bu din ve inanç şekillerinden bahsetmeyi gerekli görmemiştir. Bunun sebebi, kilisenin Hristiyanlıktan başka din tanımamasıdır. Kilise, insanoğlunun dinî tarihinde Yahudiliğe az da olsa yer vermekle birlikte Hristiyanlığın çıkışından sonra Yahudilik de dahil olmak üzere hiçbir dini geçerli saymamıştır. Buna bağlı olarak da “kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışı hâkim olmuştur. 20. yüzyıla gelindiğinde kilise, kendisini sorgulamaya başlamıştır. Bu amaçla 1962-65 yılları arasında II. Vatikan Konsülü düzenlenmiştir. Bu konsülde
Katolik Kilisesi’nin diğer dinler konusundaki görüşleri yumuşamış ve bu dinlerin mensuplarıyla iş birliğine girmeyi kararlaştırmıştır.

Hristiyanlığın Yahudiliğe Bakışı: Hristiyanlar nazarında Yahudiliğin önemli bir yeri vardır. Bunun en önemli sebebi Hz. İsa’nın Yahudi soyundan gelmesidir. Ayrıca ilk Hristiyanlar da Yahudi asıllı olmasından dolayı Hristiyanlığın Yahudilikle bir köken bağı bulunmaktadır. Bu nedenle Hristiyanlar, Yahudi kutsal metinlerini kendi kutsal metinleri olarak görmektedirler.

Ancak Hristiyanlar, Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla Yahudiliğin iptal edildiğini, Yahudilerin Hristiyanlığa girmeleri gerektiğini iddia etmişlerdir. Bu iddialarını şu esaslara dayandırmaktadırlar:

• Eski Ahit’te geleceği bildirilen Mesih, haça gerilen Mesih İsa’dır.
• Yahudilerin seçilmişliği, onların işledikleri günahlar sebebiyle Hristiyanlara geçmiştir.
• İsa’nın haça gerilmesinin cezası olarak Kudüs’teki Süleyman Mabedi yıkılmıştır.
• Pavlus’un içtihadıyla Yahudi şeriatı ortadan kalkmıştır.

Hristiyanlar, çarmıh olayından dolayı tarih boyunca Yahudilere baskı uygulamışlardır. Bu baskı, II. Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir. II. Vatikan Konsülü’nden sonra Hristiyanların Yahudiliğe bakışında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Bu konsülde Hristiyanların Yahudilerle olan tarihsel bağı üzerinde durulmuş ve ortak mirastan bahsedilmiştir. Yahudilerin İncilleri kabul etmedikleri, bununla birlikte onların da Tanrı’nın sevgili kullarından oldukları belirtilmiştir. Ayrıca İsa’nın öldürülmesinde Yahudi liderlerin rolünü dile getiren Yuhanna İncili’ndeki pasajlara dikkat çekilmiş ve yeni bir yorum getirilmiştir. Burada, Tanrı İsa’nın ölümünden bütün Yahudilerin sorumlu olmadığı, bugünkü Yahudilerin ise hiçbir sorumluluğunun bulunmadığı, bu nedenle onların lanetlenmemesi gerektiği vurgulanmıştır.

Hristiyanlığın İslam’a Bakışı: Hristiyanların İslam’a bakışı, Yahudiliğe bakışından farklıdır. Bunun nedeni, Hristiyanlıkla İslam arasında tarihsel bir bağın bulunmamasıdır. Hristiyanlıktan sonra farklı bir coğrafi ve kültürel ortamda ortaya çıkan İslam, Yahudilik ve Hristiyanlıktan bağımsız bir şekilde gelişmiştir. Bu nedenle Hristiyanlarla Müslümanlar arasında Yahudilikte olduğu gibi seçilmişlik, Mesih inancı gibi dinî problemler söz konusu olmamıştır. Başka bir ifadeyle İslam, Hristiyanlığın dinî yapısıyla ilgili doğrudan problem meydana getirmemiştir. Bundan dolayı II. Vatikan Konsülü’ne kadar hiçbir konsül belgesinde İslam’dan bahsedilmemiştir. Bununla beraber Müslümanlarla Hristiyanlar arasında özellikle polemik (reddiye) tarzında tartışmalar meydana gelmiştir.

Hristiyanlarla Müslümanlar arasında ciddi tartışmalar, Hristiyanların Müslümanlarla karşılaşmasıyla başlamıştır. Yunanca konuşan Doğulu Hristiyan ilahiyatçılar, İslam’la ilk karşılaştıklarında, onu Hristiyanlıktan ayrılmış (heretik) bir akım olarak görmüşlerdir. Fakat İslam’ı daha yakından tanıyınca onun zannettiklerinden farklı bir inanç yapısına sahip olduğunu anlamışlar ve Hristiyanlığı ona karşı savunmaya çalışmışlardır. Bunu yaparken İslam’a eleştiriler getirmekten de kaçınmamışlardır.93 Bunların en başında ise İslam’ın silah zoruyla yayıldığı iddiası gelmektedir. İslam âlimleri de Hristiyan ilahiyatçıların yapmış olduğu bu eleştirilerin gerçek dışı olduğunu ifade eden reddiye türünde eserler yazmışlardır.

Haçlı Seferleri sırasında ise Hristiyan bilginler, İslam’ı daha yakından tanıma imkânı bulmuşlardır. Ancak İslam’ı olduğu gibi Avrupa’ya tanıtmak yerine çarpıtılmış bir İslam ve Müslüman imajı sunmayı tercih etmişlerdir.

II. Vatikan Konsülü’nden sonra ise Hristiyanların Müslümanlara bakış açısında biraz değişiklik meydana gelmiştir. İlk defa bu konsülde Müslümanlardan, onların inanç ve ibadetlerinden söz edilmiştir. Bu konsülün belgesinde Müslümanlarla ilgili olarak şu ifadelere yer verilmiştir: “ Kilise, Müslümanlara da büyük bir saygıyla bakar. Onlar; tek, hayatta olan, merhametli, göğün ve yerin yaratıcısı ve insana hitap eden Tanrı’ya ibadet ederler. Müslümanlar, kendi inançlarıyla derin bir bağ kurdukları gibi İbrahim’in Tanrı’nın planına teslim olması gibi çekinmeden Tanrı’nın gizli emirlerine boyun eğmeye çalışırlar. Her ne kadar Tanrı olarak kabul etmeseler de İsa’ya bir peygamber olarak saygı gösterirler. Aynı zamanda, onun bakire annesini de yüceltirler ve zaman zaman onu samimiyetle anarlar. Daha da ötesi, ölümden sonra dirilmeyi takip eden hüküm gününü ve Tanrı’nın vereceği karşılığı beklerler. Bu nedenle onlar, dürüst yaşamaya oldukça değer verirler. Tanrı’ya dua, oruç ve sadaka yoluyla ibadet ederler. Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında, asırlar boyunca pek çok ayrılık ve düşmanlık meydana gelmiştir. Konsül, taraflara geçmişi unutmalarını, karşılıklı anlayışı sağlamak için samimi gayret göstermelerini, insanlığın menfaati için barışı, özgürlüğü, sosyal adaleti ve ahlaki değerleri birlikte koruyup ilerletmelerini tavsiye eder.”

II. Vatikan Konsülü’nde Müslümanlarla diyalog kurulması için de çalışmalar yapılmıştır. Günümüzde diyalog süreci, papalığın zaman zaman Hz. Muhammed ve İslam hakkında söylediği olumsuz sözlerle etkilenmesine rağmen hâlen devam etmektedir.

3.6. Kur’an-ı Kerim Açısından Hristiyanlık ve Hristiyanlar

Kur’an-ı Kerim’de Hristiyanlar, birtakım ahlaki davranışları ve Müslümanlara sevgi bakımından en yakın olmaları itibarıyla övülmüşlerdir.

Ancak Hristiyanlar, inanç bakımından Yahudilerden daha çok eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin başında teslis inancı gelmektedir. Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa’nın Allah’ın bir kulu ve resulü olduğuna ve onun hiçbir şekilde bir ilah olamayacağına değinir. Nitekim Kur’an’da bu durum şöyle geçmektedir:

Andolsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Oysa Mesih şöyle demişti:
‘Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabb’im, sizin de Rabb’iniz olan Allah’a kulluk edin.

Yine Kur’an, Allah’tan başkalarını tanrılaştıran Hristiyanları uyarmak üzere Allah’ın Hz. İsa’ya şu soruyu soracağını ve alacağı cevabı temsilî olarak anlatır: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara, beni ve annemi Allah’tan başka iki ilah olarak benimseyin, dedin? Haşa, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir. Eğer demiş olsaydım sen bunu bilirsin.

3.7. Türkiye’de Hristiyanlık

Hristiyanlık, Filistin’de doğmuş, esas gelişmesini ise Anadolu’da sürdürmüştür. Hristiyanlığın bugünkü şeklini almasında önemli rolü bulunan Pavlus, Tarsusludur. Pavlus Hristiyanlığı yaymak için Türkiye’nin birçok yerini dolaşmıştır. 100Pavlus’un gittiği bu yerler, Katolik Hristiyanlarca hac mekânları olarak kabul edilmiştir. Bunların
en önemlisi Efes’tir. Katolik ve Ortodoks Hristiyanlar Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in Efes’te öldüğüne inanmaktadırlar. Bundan dolayı her yıl binlerce Hristiyan Efes’e hacı olmak amacıyla gelmektedir. Türkiye’yi Hristiyanlık tarihi açısından önemli kılan etkenlerden biri de ilk yedi konsülün İznik, İstanbul, Efes ve Kadıköy’de yapılmış olmasıdır.

4. İslamiyet

İlahî dinlerin sonuncusu İslamiyettir. İslamiyet, Hz. Muhammed’e yirmi üç yılda gelen vahiyle tamamlanmıştır. Bugün dünyada bir milyar beş yüz milyon civarında Müslüman yaşamaktadır.

4.1. İslamiyetin Kelime ve Terim Anlamları

İslam kelimesi sözlükte itaat etmek, boyun eğmek, bağlanmak, bir şeye teslim olmak, esenlikte ve barışta olmak gibi anlamlara gelir. İslam’ın terim anlamı ise, yüce Allah’a teslim olup ona itaat etmek, Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği her şeyi bütün varlığıyla benimsemek ve bunu yaşantısında göstermek anlamına gelir. İslam dininin mensubu olan ve bu dinin hükümlerini uygulayan kişiye de Müslim ya da Müslüman denir.

4.2. İslam’ın Doğuşu

İslam, 7. yüzyılın başında Arabistan’da doğmuş olan evrensel bir dindir. İslam’ın çıktığı dönemde yeryüzünde pek çok din bulunmaktaydı. Taoizm, Konfüçyanizm, Hinduizm, Budizm, Caynizm, Zerdüştlüğün devamı olan Mecusilik, Maniheizm, Sabilik, Yahudilik ve Hristiyanlık bu dönemde bilinen dinlerdendi. Aynı dönemde, belli bir adı olmayan geleneksel putperestlik dinleri de yaygındı.

Arabistan o devirde, ticaret yollarının geçtiği önemli bir kavşak noktasında bulunmaktaydı. Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’nin yer aldığı Mekke hem dinî hem de ticari açıdan Arap Yarımadası’nda önemli bir rol oynamaktaydı.

Arap toplumu İslam’ın doğuşundan önce ahlaki açıdan tam bir çöküntü içinde idi. Kız çocukları diri diri gömülüyordu. Halk, putlara tapıyor, çeşitli hurafe ve batıl inançlarla ömürlerini geçiriyordu. Kâbe’de Arap kabileleri
sayısınca put vardı. Bu putların en büyüğü Hübel idi. Kişiler, kabilesinden çıkmadıkça putunu değiştiremezdi. Evlerde de put bulundururlar ve onu yüceltirlerdi. Cahiliye Arapları putperest olmalarının yanında Allah’ı biliyorlardı. Fakat putları Allah’la kendi aralarında aracı kabul ediyorlardı. Bununla beraber, sayısı az da olsa putları reddeden ve tek ilah fikrini benimseyenler de vardı. Bunlara Hanif denilmekteydi.

Arap Yarımadası’nda genellikle putperestlik hâkim iken çevresinde farklı dinlere bağlı devletler bulunmaktaydı. Bunlardan Bizans’ın ve Habeşistan’ın dini Hristiyanlık, Sasanilerin ise Mecusilikti. Yemen, Taif ve Medine gibi şehirlerde önemli miktarda Yahudi nüfus bulunmaktaydı. Ayrıca Yemen’in Necran bölgesinde Hristiyanlar yaşamaktaydı.

İslam’ın ortaya çıktığı dönemde Arabistan ve çevresinde savaş, haksızlık, mezhep çatışmaları, kabilecilik anlayışları ve benzeri olaylar yaygınlaşmıştı. Yanlış yorumlar ve uygulamalar nedeniyle daha önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinin, yani tevhit dininin canlandırılması gerekiyordu. Allah, bunun için Arap toplumundan bir peygamber seçti ve onu bu işle görevlendirdi. Bu, son peygamber Hz. Muhammed idi. Hz. Muhammed, kendisine peygamberlik görevi gelmeden önce Mekke’de sevilen ve güvenilen bir kişiydi. Bundan dolayı Mekkeliler ona el-Emin sıfatını vermişlerdi.
O, tefekkür etmek amacıyla zaman zaman Mekke’de bulunan Hira Mağarası’na gidiyordu. Bir gün 610 yılında bu mağarada tefekkür hâlinde iken ona “Oku!” emriyle ilk vahiy geldi. Cebrail’in getirdiği bu ilk vahiylerle artık risalet başlamış oluyordu. Hz. Muhammed başına gelen bu durumu eşi Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice de eşini teselli ederek amcası Varaka bin Nevfel’e götürdü. Varaka, Hz. Muhammed’i dinleyerek ona gelenin Cebrail olduğunu söyledi. Bunun üzerine eşi Hz. Hatice, Hz. Muhammed’e iman ederek ilk Müslümanlardan oldu. Daha sonra Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Muhammed’in azatlı kölesi Zeyd bin Harise Müslüman oldu. Zaman içerisinde İslam
hızla yayıldı.

4.3. İslamiyetin Temel Özellikleri ve Farklılıkları

İslam, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile tamamlanmış ve son şeklini almış bir dindir. Bu dinin Kur’an-ı Kerim’de belirtilen temel özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

• İslam’da ruhbanlık yoktur. İslam, dini tekeline alan ve insanların üzerinde hâkimiyet kuran din adamları sınıfının varlığını tanımaz. Bu konuda Kur’an’da Hristiyanlar eleştirilmiştir. Rahipler Allah’tan başka rabler edinmekle suçlanmıştır. İslam, insanla Allah arasında aracı kabul etmez. Herkes Allah’a doğrudan ulaşabilir. Kişi, sahip olduğu
doğru inanç ve iyi amellerle Allah’ın rızasını kazanır ve kurtulur.

• İslam amentüsünde kurtarıcı Mesih inancı yer almaz. Kur’an-ı Kerim’de Mesih inancına yer verilmemiştir. Bununla birlikte Müslüman toplumlarda zaman zaman Mesih-mehdi anlayışı ortaya çıkmıştır.

• İslam dini, bütün insanları doğuştan hür ve günahsız kabul eder. Önceki kişilerin veya önceki hayatların suçunun doğuştan geldiği inancına sahip olan Hristiyanlık inancını, İslam kabul etmez. Günahlar ve sevaplar, insanların ergenlik yaşlarından itibaren hür seçimleri ile yaptıkları iş ve davranışlara bağlıdır.

• İslam’da peygamberler de dahil hiçbir beşer, olağanüstü ilahî nitelikler taşıyamaz. Bundan dolayı İslam’a göre hiçbir beşerî varlık, mutlak manada mükemmel olamaz. Mükemmel olan ancak Allah’tır. Hz. İsa İslam’a göre bir peygamber iken Hristiyanlarca ona olağanüstü güçler atfedilerek tanrılaştırılmıştır.

• İslam’ın inanç ilkeleri ve ibadet esasları Kur’an-ı Kerim’de belirtilmiştir. Hz. Peygamber de dinin tebliğcisi ve uygulayıcısı olduğu için onun din ile ilgili söz ve uygulamaları olan sünnet de İslam için önemli bir kaynak olmuştur.

İslam’da inanç ilkelerinin başında Allah’a iman gelir. İslam, sadece Allah’ın varlığı açısından birliği değil, varlığın yanı sıra bütün isim ve sıfatlar bakımından da bir birlik ve tekliği vurgular.

Tevhit inancı doğrultusunda Kur’an, Cahiliye Dönemi Araplarının Allah inancının yanlışlığını vurgular ve eleştirir. Onların, Allah’ı gereği gibi takdir edemediklerini belirtir. Benzer şekilde Yahudiler ve Hristiyanlar gibi grupları da eleştirir ve onları tevhit inancına davet eder. Bu konu Kur’an’da şöyle geçer: “De ki: Ey kitap ehli, ancak Allah’a kulluk etmek, ona bir şeyi ortak koşmamak, Allah’ı bırakıp başkalarını rab olarak benimsememek üzere bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin. Eğer yüz çevirirlerse; Bizim Müslüman olduğumuza şahit olun, deyin. 

Tevhit inancı bozulan Hristiyanlıkta, yaratıcı bir tanrının yanında onun sıfatlarını paylaşan başka tanrılara yer verilmiştir. Bu, Hristiyanlık inancında baba-oğul-kutsal ruh olarak sistemleştirilmiştir. Yahudilikte her ne kadar
tek Tanrı inancı korunmuşsa da Tanrı’ya istirahat etmek gibi sıfatlar verilmiştir.

İslam’ın ibadet anlayışı, kişinin bütün yaşantısını kapsayan bir olgudur. Bu durumda kişinin çalışması, uyuması,
yemesi ve yürümesi gibi bütün davranışları ibadet olarak değerlendirilir. Örneğin Hz. Muhammed, insanlara
zararlı bir nesneyi yoldan kaldırmak, selam vermek gibi davranışların birer ibadet olduğuna işaret etmiştir.

Genellikle İslam’da ibadetlerin önem bakımından imandan sonra geldiği kabul edilir. Kur’an’da iyi davranışlar
(salih amel) çoğunlukla imanla bir arada zikredilmektedir. Dolayısıyla imansız ibadet, gerçekte sadece riya ve münafıklıktan doğan bir gösterişten ibarettir. Bu durum Kur’an’da şöyle geçmektedir: “Ey iman edenler! Gösteriş için mal harcayan, Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen gibi sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Bunun hâli, üzerinde toprak bulunan şiddetli yağmurun vurup da çırılçıplak bıraktığı büyük ve düz bir kayaya benzer. Bu gibiler, kazandıklarından hiçbir şeyi elde tutmaya muktedir olamazlar. Allah kâfirler topluluğuna hidayet etmez.”108Ayetten de anlaşılacağı üzere ibadetlerde asıl olan, imanla birlikte niyet, ihlâs ve takva gibi kavramlarla ifade edilen samimiyettir.

İslam’da ibadet ve ahlakla ilgili hükümler gelişmiş ve nihai hâle gelmiştir. Hac hariç, ibadetler belirli bir yere bağlı değildir, her yerde yapılabilir. Duruma göre hem cemaatle hem de tek başına olabilir. İslam’da hiç evlenmemek veya boşanamamak gibi insan ve toplum tabiatına aykırı davranışlar yoktur.

  • İslam, kadına gerçek hakkını ve değerini vermiştir.
  • İslam’da dünya ahiret dengesi vardır. Dünya, ahiretin tarlasıdır.
  • İslam, diğer dinlerin peygamberlerini ve kutsal kitaplarını tasdik eder. Ancak bunların tahrif edilmiş olduğunu belirtir. Peygamberler arasında ayrım yapmaz.
  • İslam’da seçilmişlik ve üstünlük anlayışı yoktur. İnanan herkes, İslam’da eşit haklara ve statüye sahiptir.
  • İslam’da tövbe ve bağışlanma, kul ile Allah arasındaki bir ilişkidir. Günahlarından tövbe etmek isteyen bir kişi, herhangi kişi veya kuruma başvurmadan günahlarına tövbe edebilir.
  • İslam, akla ve bilime önem verir.
  • İslam, putperestliğin ve şirkin her türlüsüne karşı çıkar; dinî kişilerin veya varlıkların resim ve heykellerine tapılmasını, bunların ibadet yerlerinde bulundurulmasını reddeder.
  • İslam, sahip olduğu bu özellikleri başlangıçtan günümüze kadar korumuştur.
DHBT Sınavı
22.09.2024
0
Gün
0
Saat
0
Dakika
0
Saniye