Bir peygamber olarak Hz. Muhammed’in (s.a.v) üç temel görevi vardır: Vahiyle gelen bilgileri insanlara ulaştırmak (tebliğ), gelen vahyi insanlara açıklamak (tebyin) ve hüküm koymak (teşri’). Bu görevler Kur’an-ı Kerim’de “Ey Resûl! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et.”, “…Sana da bu Kur’an’ı indirdik, insanlara kendilerine indirileni açıklayasın diye. Belki düşünürler.” ayetleri ile de açıklanmıştır.” ve “O (peygamber); onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır…”
Hz. Muhammed (s.a.v), Allah (c.c) tarafından peygamber olarak görevlendirildikten sonra Kur’an vahyedilmeye başlandı. O vahyedilen Kur’an ayetlerini insanlara tebliğ ediyor, onlara ulaştırıyor ve duyuruyordu. Peygamberimiz (s.a.v) döneminde Müslüman olanlar hem Kur’an’ı öğreniyor hem de onun çizdiği doğrultuda nasıl yaşayacaklarını öğreniyorlardı. Kur’an kendi dillerinde, Arapça idi, onun dediklerini anlıyorlardı. Fakat az da olsa anlama sorunu olunca Peygamberimize (s.a.v)soruyorlardı. Ayetlerin nasıl uygulanacağını ise zaten ondan görüyorlardı. Böylece Hz. Peygamber gerek uygulamaları, gerekse sözleri ile Kur’an’ı sahabeye anlatmaya ve açıklamaya özen gösteriyordu. O, Kur’an’ı en iyi bilen ve en doğru tefsir edendir. Çünkü o, Allah (c.c) elçisidir. Kur’an’ın tefsir edilmesi işte bu şekilde başlamış oluyordu.
Kur’an-ı Kerim’de namaz kılınması emredilmiş, ancak namazın vakitleri ve rekât sayıları Peygamberimiz (s.a.v) tarafından açıklanmıştır. Yine Kur’an da oruç, hac ve zekat emredilmiş ama onların nasıl yapılacağı açıklanmamıştır. Peygamberimiz (s.a.v) bunların yapılma şeklini uygulamalı olarak göstermiştir.
Örneğin hacla ilgili şu ayeti ele alalım: “Biz, Kabe’yi insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin.” Câbir b. Abdullah (r.a) şöyle anlatmıştır: “Resulullah, Mekke’ye gelince mescide girdi, önce Hacerü’l-Esved’i selamladı, sonra Kâbe’yi sol yanına alarak üç defa hızlıca yürüyerek ve dört sefer de normal yürüyerek tavafı tamamladı. Ardından Makam-ı İbrahim’e gelerek, “… İbrahim’in makamından bir namaz yeri edinin” ayetini okudu. Makamı kendisi ile Beytullah arasına alarak iki rekat tavaf namazı kıldı. Namazdan sonra Hacerü’l-Esved’i eliyle selamladı. Sonra Safa tepesine çıktı. “Safa ve Merve Allah’ın (c.c) sembollerindendir.” ayetini okudu.
Öte yandan ilahi hitap, indirildiği toplumun seviyesini ve anlayışını gözetmiştir. Bu durumda Peygamberimizin (s.a.v)mübelliğ kimliği ön plana çıkar. Bununla beraber o, ihtiyaç duyulduğunda ayetler hakkında sözlü açıklamalar yapmıştır. Açıklamalarını da genellikle de indirilen ayetlerin maksadını anlatmak, insanları ibadete teşvik etmek ve güzel ahlaka yönlendirmek gayesiyle yapmıştır. Bu tür açıklamaların bazı sebepleri vardır. Bunlar arasında Kur’an’ın eskiden kullanılan bazı kelimelere yeni anlamlar yüklemesi, ayetlerde kıssaların özlü bir şekilde anlatılması ve bazı ifadelerin kapalı üslupla dile getirilmesi sayılabilir.
Yine Peygamberimiz (s.a.v) bazı kelime ve ayetleri bazen doğrudan, bazen soru üzerine, bazen de kendisi soru sorup ardından cevaplamak suretiyle açıklamıştır.
Peygamberimiz (s.a.v), yeri geldikçe kapalı biçimde ifade edilmiş (müphem) ayetleri beyan etme, müşkil lafzı açıklama ve umumi lafzı tahsis etme şeklinde tefsir etmiştir. Müphem (kapalı) bir ifadeyi beyanına örnek şudur: “Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah’a (c.c) saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.” O, ayetteki mübhem “orta namaz” ifadesini “Orta namaz ikindi namazıdır” şeklinde beyan etmiştir.
Kendisine sorulan soruya cevap vererek tefsir etmesine örnek: “Bu, Hacc-ı Ekber gününde Allah ve Resulünden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resulü müşriklerden uzaktır…” Hz. Ali buradaki “Hacc-ı Ekber günü”nün hangi gün olduğunu sormuş, Hz. Peygamber de “Kurban Bayramı’nın birinci günüdür.” diye cevap vermiştir.
Peygamberimiz (s.a.v), müşkil anlaşılmasında zorluk olan ayetleri de beyan etmiştir. Örneğin, “Sahurda beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyebilirsiniz.” ayetindeki beyaz ipliğin “şafağın aydınlığı”, siyah ipliğin de “gecenin karanlığı” manasında
olduğunu söylemiştir. Bu durumda ayetin manası şöyle olur: “Sahurda şafağın aydınlığı gecenin karanlığından ayırt edilinceye kadar yiyebilirsiniz.”
Peygamberimizin (s.a.v) umumi lafızları genel anlamlı ayetleri tahsis etmesine örnek de şu ayet hakkındaki sözüdür: “Size ölü, kan, domuz eti haram edildi.” Burada ölü ve kan umumi olarak (herhangi bir istisna yapılmadan) haram edilmiştir. Ancak Peygamberimiz (s.a.v) “Bize iki ölü ve iki kan helal kılındı: İki ölü balık ve çekirgedir; kanlar ise karaciğer ve dalak kanıdır.” buyurarak ayeti tahsis etmiştir.
Peygamberimizin (s.a.v) Kur’an’ı tefsiri, sadece sözle değil, aynı zamanda fiilî bir tefsirdir. Ayette şöyle buyrulur: “Biz bu Kitab’ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri konudaki gerçeği insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.”
Bu anlatılanlar, onun tefsirinin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Nitekim müfessirler de her zaman onun tefsirini esas almışlardır.
Sahabe Kur’an’ın okunması, ezberlenmesi, yazılması, açıklanması, anlaşılması ve uygulanmasında Peygamberimiz (s.a.v) in yürüttüğü tüm faaliyetlere bizzat katılmışlardı. Anlayamadıkları bir ayeti doğrudan ona sormuş ve böylece asıl kaynağından öğrenmişlerdi. Sahabe, ayetlerin yorumlanmasında Kur’an’ın bütünlüğünü, Kur’an’ın Kur’an’la tefsirini, konuyla ilgili diğer ayetleri ve Peygamberimizin (s.a.v) söz ve uygulamalarını esas almışlardır. Onlar, Tefsir ilminin temel bilglerini gelecek nesillere aktarmışlardır.
Hz. Ali şöyle demiştir: “Allah’a (c.c) yemin ederim ki hangi ayetin nerede ve ne hakkında indiğini bilirim. Rabb’im bana iyi anlayan bir kalp ve çok soran bir lisan lütfetmiştir. Bana Allah’ın (c.c) kitabından sorun. Allah’a (c.c) yemin ederim ki inen her ayetin gece mi gündüz mü, ovada mı yoksa dağda mı indiğini bilirim.” Allah (c.c) ve Resulüne mutlak bağlılıkları, imanları, ihlasları ve ilimlerini artırmaya yönelik gayretleri sahabe tefsirini önemli ve farklı kılan bir başka noktadır.
Bilgi düzeyleri, sebebi nüzule vakıf olmaları dilin inceliklerini bilmeleri ve Peygamberimizin (s.a.v) sohbetine katılma oranları, sahabenin tefsir düzeyinin de farklı olmasına sebep olmuştur. Onlar arasında özellikle Ali b. Ebu Talib, Hz. Aişe, Hz. Ömer, Abdullah b. Mesud, Abdullah b. Abbas ve Ubey b. Ka‘b gibi bazı isimler tefsir bilgisi ile öne çıkmışlardır.
Sahabenin Tercümanü’l-Kur’an ünvanını verdiği İbn Abbas’ın (ö. 687) tefsirle ilgili rivayetleri oldukça fazladır. O, öğrencileri vasıtasıyla Mekke tefsir ekolünün öncüsüdür. İbn Abbas’ın tefsir rivayetleri bütün tefsir kitaplarına katkı sağlamıştır.15 Mesela Nasr suresinin tam olarak inen son sure olduğu ve Hz. Peygamberin görevini tamamlama ve vefat etme vaktinin yaklaştığı bilgisi İbn Abbas’a ait bir görüştür.
Kur’an ve tefsir bilgisi en fazla olan sahabelerden biri de Abdullah b. Mesud’dur (ö. 652). O, Kûfe tefsir ekolünün hocasıdır. Onun rey ve içtihada dayanan tefsir anlayışı daha sonra Hanefî mezhebi tarafından esas alınmıştır. Mesela Maide suresi 89. ayet yemin kefaretinden bahseder, en sonda da: “… Bunları bulamayan üç gün oruç tutar…” der. İbn Mesud, ayetin tefsirinde üç gün orucun مُتَتَابِعَات yani ‘art arda’ tutulacağını belirtmiştir. Bunun için Hanefi mezhebine göre yemin kefareti orucu, üç gün peş peşe tutulur.
Sahabeler, ayet ve surelerin nüzul sebeplerini yaşamış, manalarını Allah (c.c) elçisinden öğrenmiş ve tefsir yapmanın büyük sorumluluğunu taşımışlardır. Onların tefsirleri nesilden nesile iftiharla nakledilmiştir.
Sahabe döneminde tefsir, genel olarak tevkıfî beyanları ifade ediyordu. Başka bir deyişle tefsir, Allah (c.c) elçisinin açıklamalarından oluşuyordu. Onun açıklamalarında da hata ihtimali söz konusu değildi. Tefsir, daha sonraları sahabe açıklamalarını da içine almaya başladı. Bu dönemde fıkıh, kelam ve siyaset konularının Kur’an’a dayalı yorumları, daha sonraları fıkhi, kelami ve mezhebi tefsirlerin de alt yapısını oluşturduğu söylenebilir.
Sahabenin ayetlerin kelime ve terkiplerindeki manalarını açıklamaları önemlidir. Gerektiğinde yaptıkları içtihatlar da anlamlıdır. Bunlar mutlaka tefsirde göz önünde bulundurulmalıdır.
Hz. Peygamber zamanında Arap Yarımadası’nın en uzak sınırlarına kadar yayılan İslamiyet, onun vefatından sonra da hızlı bir biçimde yayılmaya devam etti. Yaklaşık otuz yıl sonra Mısır, Suriye, Kudüs, Irak ve İran toprakları fethedildi. Bunun sonucunda o bölgelerdeki Yahudi, Hristiyan, Zerdüşt ve Sabiilerden birçok kimse müslüman olmuşlardı. Bu bölgelere vali, kadı ve muallimler gönderildi.
Gittikleri ülkelerde Kur’an’ı ve Peygamberin uygulamalarını öğreten sahabe, Medine ve Mekke dışında Kûfe ve Şam gibi şehirlerde de ilmî faaliyetlerin başlamasına ve gelişmesine büyük katkıda bulundular. Bu arada Kur’an’ın anlaşılması ve tefsir edilmesine dair de insanlara bilgiler aktardılar. Bu şehirlerdeki sahabenin etrafında toplanıp onlardan ders alan öğrenciler, daha sonraları bulundukları şehrin ismiyle ekol olarak kabul edildi. Bu ekoller şunlardır:
Mekke Ekolü: İbn Abbas’ın öğrencileri Said b. Cübeyr, Mücahid ve İkrime gibi tabiînin önde gelen müfessirleri, Mekke ekolünün kurucuları sayılır. Onlar daha çok rivayeti esas almıştır.
Medine Ekolü: Ubey b. Ka‘b’ın öğrencileri, Zeyd. b. Eslem ve Muhammed b. Ka‘b el Kurazî gibi tabiîler ise Medine ekolünü oluşturdular.
Kûfe Ekolü: İbn Mesud’un öğrencileri İbrahim en Nehaî, Muhammed b. Sirin ve Hasan el-Basrî gibi tabiinin önde gelen müfessirleri ise nakil yanında dirayet yöntemini kullanan Kûfe ekolünün temelini attılar.
Tabiin, Peygamberimizle (s.a.v) bizzat karşılaşmamış ve ayetlerin indirilişine tanıklık etmemişlerdi. Bundan dolayı tabiin dönemi müfessirleri, ayetleri yorumlarken daha fazla açıklama yapma gereği duymuşlardır. Bu dönemde Kur’an tamamen tefsir edilmeye başlanmıştır.
Sahabe döneminde sözlü olarak devam eden tefsir faaliyetleri, tabiin döneminde de aynı özelliğini büyük oranda sürdürmüştür. Ancak ayetlerin yorumunda rey ve içtihadın kullanımı daha fazla genişlemiştir.
Tabiin dönemi tefsir hareketinde lügat, sarf, nahiv ve belagat gibi dil bilimi ve anlam bilimi çalışmaları daha da yoğunlaşmıştır.
Müslümanlar, farklı kültürlerle karşılaşınca ortaya çıkan sorular tefsir çalışmalarını hızlandırdı. Hatta Arap olmayan milletlerden müslüman olan pek çok kimse tefsir öğrenmeye yöneldi. Bunlar içinde bir de mevâli denilen kimseler vardı. Mevâlî, kölelikten azat edilen kimseler için kullanılan özel bir isimdir. Mevâlî, ilmi faaliyetlerde özellikle de tefsir hareketinde büyük bir rol almıştır.
Bu arada Müslümanlar da kıssaların tefsirinde ehl-i kitap denilen Yahudi ve Hristiyan kültüründen İsrailiyat adı verilen bilgileri kullanmada sakınca görmediler. Çünkü o bilgilere tefsirlerde yer verilmesi onları tasvip etme anlamına gelmez. Kur’an’a ters olmamak üzere Müslüman âlimler, İsrailiyattan ayetin anlamına uygun düşen bilgileri göstermek ve hakkında bilgi olmayan konuları da araştırılsın diye nakletmişlerdir. Bu tür bilgi ve haberler, özellikle Tevrat, İncil ve Kur’an’da geçen peygamberlerin hayatlarıyla ilgili bilgiler konusunda yoğunlaşır.
Kur’an’ın Kur’an’la tefsiri anlayışı ashap döneminde olduğu gibi tabiin döneminde de aynı şekilde devam etmiştir.
Tabiin dönemi tefsir faaliyetleri sonucunda bütün Kur’an ayetleri tefsir edilmiş ve tefsir müstakil bir ilim olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Ayrıca bazı sahabelerin tefsir yöntemlerini takip eden tabiiler, Mekke, Medine ve Kûfe tefsir ekollerini oluşturmuşlardır.
Tedvin, toplamak, kaydetmek, yazıya geçirmek anlamındadır. Terim anlamı ise rivayet yoluyla nakledilen sözlü ve dağınık haldeki yazılı bilgileri toplamak, düzenli bir şekilde yazıya geçirerek kitap oluşturmak anlamına gelir. Buna göre tefsirin tedvini denilince, Kur’an tefsiriyle ilgili bilgilerin ve rivayetlerin düzenli bir şekilde kitaplarda toplanması anlaşılır.Tefsirle ilgili rivayetlerin tedvin edilmesi üç aşamada gerçekleşmiştir.
İlk aşama, Peygamberimiz (s.a.v) ve sahabenin dönemidir. Sözlü kültürün yaygın olduğu bu zamanda Kur’an itina ile yazılmış, diğer yazılı veya sözlü bilgilerin ona karışması önlenmiştir.
İkinci aşamada Peygamberimizden (s.a.v) sonra yazılmış hadis sahifeleri ve ezberlenen diğer rivayetler çeşitli mecmualarda toplanmaya başlandı. Tefsirle ilgili rivayetler hadis kitaplarında ‘’Kitabu’t- Tefsir’’ bölümlerinde toplandı. Yine bu dönemde Kur’an’daki kelimeler, başka dillerden Kur’an’a giren kelimeler, eş sesli ve eş anlamlı kelimeler üzerine araştırmalar yoğunlaştı.
Üçüncü aşama ise tabiin döneminin sonlarından itibaren başlayan tedvin dönemidir. Bu dönemde tefsir rivayetleri yanında konu ile ilgili diğer bilgiler de bir araya getirilerek Kur’an baştan sona tefsir edildi, kitaplar yazılmaya başlandı.
Kur’an-ı Kerim’i baştan sona tefsir eden ilk yazılı kitap, Mukâtil b. Süleyman’ın (ö. 767) Kitabu’t-Tefsiri’l-Kebir’idir. Ayrıca Kur’an’daki eş sesli ve eş anlamlı kelimeleri ve ahkâm ayetlerinin açıklamasının yer aldığı iki eseri günümüze ulaşmıştır. Bundan başka şu tefsir vesikaları da vardır:
Ali b. Ebi Talha’nın (ö. 760) tefsir risalesi: Bu tefsir risalesinden sonraki tefsirler çeşitli nakiller yapmışlardır.
Süfyan es-Sevrî’nin (ö. 778) Arap dilinin filoloji kurallarına ve sebeb-i nüzule dayanarak bazı ayetleri açıklayan Kitabu’t-Tefsîr adlı eseri.
Tefsir tarihine baktığımızda müfessirlerin, tefsir yaparken rivayet veya dirayet tefsir tarzını tercih ettiklerini görürüz.
Kaynak olarak Kur’an, hadis, sahabe ve tabiin sözlerine dayanan tefsirler, rivayet tefsiri olarak adlandırılır. Bu tefsirlere me’sur, menkûl ya da naklî tefsir adı da verilir.
Rivayet yönteminde bir ayet tefsir edilirken önce konuyla ilgili ayetlere, hadislere, sonra da sahabe ve tabiin sözlerine ve bunların dışında tarih bilgilerine başvurulur.
Rivayet tefsirleri Peygamberimiz (s.a.v)in ve sahabenin Kur’an ayetlerini nasıl anladıklarını ve uyguladıklarını anlatmaları bakımından önemlidir. Bu tür tefsirler arasında Muhammed b. Cerir et-Taberî’nin Câmiu’l-Beyân an Te’vîl-i Âyi’l-Kur’an adlı eseri önemli bir yere sahiptir.
Taberî’den başka başlıca rivayet tefsirleri şunlardır:
İbn-i Ebî Hâtim (ö. 939): Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm
Ebu’l-Leys es-Semerkandî (ö. 985): Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm
Ebu Muhammed el-Huseyn el-Bagavî (ö. 1122): Meâlimu’t-
Tenzîl
İbn Kesîr (ö. 1373): Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm
Ebu Tâhir el-Firûzâbâdî (ö. 1413): Tenvîru’l-Mikbâs min Tefsîr- i İbn Abbas
Celaleddin es-Suyûtî (ö. 1505): ed-Durru’l-Mensûr
Dirayet sözlükte “anlama, idrak, kavrayış” gibi anlamlara gelir. Peygamberimizin (s.a.v) hadislerini, sahabe ve tabiinin sözlerini esas almanın yanında Arap dili ve edebiyatının imkânlarına, içtihada, akli çıkarımlara ve gerektiğinde diğer ilimlere dayanan tefsir çalışmalarına da dirayet tefsirleri adı verilmiştir. Bu tür tefsirlere ma’kul ve re’y tefsiri adları da konulmuştur. İslam toplumunun genişlemesi, yeni ülkelerin fethi ve müslümanların değişik ilimler ve yaklaşımlarla yüz yüze gelmesi gibi sebeplerle dirayet tefsirlerine olan ihtiyaç artmıştır.
Dirayet yöntemini kullanan müfessirler, hadis, fıkıh ve kelam gibi ilimler yanında lügat, gramer ve edebiyat gibi dil bilimi ile ilgili ilimlere de önem verdiler. Böylece dirayet tefsirlerinden dil bilimsel tefsir, fıkhi tefsir, kelamî tefsir ve tasavvufî tefsir ortaya çıkmış oldu.
Dil Bilimsel Tefsir: Peygamberimiz (s.a.v), ashabının anlamakta güçlük çektiği kelimelerin anlamlarını açıklamıştır. İlk tefsir çalışmaları da Kur’an’ın kelimelerinin anlamlarını araştıran Meâni’l-Kur’an isimli kitaplar olmuştur. Anlaşılması zor
veya yabancı kökenli kelimelerin anlamlarını araştıran çalışmalar Garîbu’l-Ku’ran; eş sesli ve eş anlamlı kelimelerini araştıran çalışmalar ise el-Vücûh ve’n-Nezâir adlı kitaplarda toplanmıştır. Farklı milletlerden insanların Müslüman olmaları ve Kur’an’ı anlama istekleri de dil bilimsel tefsir çalışmalarını hızlandırmıştır. Kur’an’ın bu yöntemle açıklanmasına ve dil biliminin gelişmesine Halil b. Ahmed (ö. 791) ve Sibeveyh (ö. 796) gibi dil bilimciler önemli katkıda bulunmuşlardır.
Bu müfessirlerin başında el-Ferra (ö. 822) gelmektedir. Onun Meâni’l-Kur’an adlı eseri kelimeleri lugavî açıdan tefsir eden ilk eserlerdendir. Yine Ebu Ubeyde’nin (ö. 825) bu yöntemle yazdığı
Mecâzü’l-Kur’an’ı, İbn Kuteybe’nin (ö. 889) Te’vîlü Müşkili’l- Kur’an’ı ve Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ı önemli dil bilimsel tefsir eserlerdendir. Râgıp el-Isfehânî’nin el-Müfredât fi Gârîbi’l-Kur’an adlı eseri de Kur’an kelimelerini ve anlamlarını içeren bir sözlük niteliğindedir.
Kelamî Tefsir: Allah’ın (c.c) birliği, melekler, kitaplar, peygamberler, ahiret ve kader ile ilgili ayetlerin anlaşılması ve yorumlanması, Müslümanların inançlarının sağlam temellere dayanması ve inanç esaslarının savunulması, kelamî tefsirin doğmasına sebep olmuştur. İmam Mâturîdî’nin (ö. 944) Te’vîlâtu’l- Kur’ân ve Fahreddin er-Râzî’nin (ö. 1210) Mefâtihü’l-Gayb adlı tefsirleri kelamî tefsirlerdendir.
Fıkhî Tefsir: Bu tür tefsirler, ibadet ve muamelatı içeren ahkâm ayetlerinin tefsirini yapar. Fıkhî tefsirler, Kur’an’daki ahkâm ayetlerini açıklamalarından dolayı genellikle Ahkâmü’l-Kur’an diye isimlendirilmişlerdir. Mukâtil b. Süleyman’ın (ö. 767) Tefsirü’l- Hams Mie Âye mine’l-Kur’an adlı eseri ilk yazılı fıkhî tefsir olarak kabul edilmektedir.
İmam eş-Şafii’nin (ö. 819) Ahkâmu’l-Kur’an’ı,
Hanefi âlim Cessas’ın (ö. 981) Ahkâmu’l-Kur’an’ı,
Maliki alim Ebû Bekir İbnu’l- Arabî’nin (ö. 1148) Ahkâmu’l-Kur’an’ı ile
yine Endülüslü Maliki âlim Kurtubî’nin (ö. 1273) el-Câmî li Ahkâmu’l-Kur’an’ı fıkhî tefsirlere örnek olarak verilebilir.
Tasavvufî Tefsir: Tasavvufî tefsir, Müslümanlar arasında özellikle dünyevileşmeye tepki olarak ahlaki bir hayat sürme ve ruhu arındırma anlayışı gelişmiştir. Bu anlayışı benimseyen âlimlerden bazıları, kendi anlayışları ile ilgili gördükleri ayet ve hadisleri bir araya getirerek tefsir yapmışlardır. Bu tefsire “İş’ârî Tefsir” adı da verilmiştir.
Tasavvufî tefsirlerin en başta gelenleri şunlardır:
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin (ö. 986): Tefsiru’l-Kur’ani’l
Azim (İlk tasavvufî tefsirdir.)
Ebu Abdurrahman es-Sülemî (ö. 1021): Hakâiku’t-Tefsir
Kuşeyrî (ö. 1072): Letâifü’l-İşârât bi Tefsîri’l-Kur’an
İsmail Hakkı Bursevî (ö. 1724): Ruhu’l-Beyân
Arapça Yazılan Başlıca Tefsir Kitapları: Kur’an-ı Kerim, Arapça olarak indirildiği için onun tefsiri ile ilgili ilk yazılan eserler de Arapçadır.
Taberî, tefsir tarihindeki önemli müfessirlerden biridir. Bu eser “Kur’an ayetlerinin yorumlarına ait açıklamalar ansiklopedisi” özelliğini taşıyan önemli bir eserdir. Bu tefsir, defalarca basılmıştır. Taberî, tefsirinde hadislerden, sahabe ve tabiin sözlerinden, kıraat farklılıklarından, dil bilimlerinden, şiirden ve tarihten istifade etmiştir.
Muhammed b. Cerir et-Taberî, 225/839 yılında Hazar Denizi’nin güneyinde bulunan Taberistan’ın Âmûl şehrinde doğmuştur. İlim elde etmek için Rey, Basra, Kûfe, Medine, Suriye ve Mısır gibi beldeleri dolaştıktan sonra Bağdat’a yerleşmiştir. Burada dersler vermiş ve kendi fıkhi görüşlerini öğretmiş, bu arada ünlü tefsirini yazmıştır. Taberi’nin, “Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk” (Taberi Tarihi) adlı eseri onun aynı zamanda tarih alanında da söz sahibi olduğunu göstermektedir. Bağdat’ta 310/923 yılında vefat etmiştir.
İmam Maturidî’nin tefsir alanındaki eseri, Te’vilâtü Ehli’s- Sünne ya da kısa adıyla Te’vîlâtü’l-Kur’an’dır. Maturidilik adıyla bilinen itikadî mezhebin kurucusu olan İmam Maturidi, Te’vîlâtü’l-Kur’ân’da, tefsir ilmine, kelâm, fıkıh ve fıkıh usulüne dair konulara ağırlık verir. Eserde Hz. Peygamber, sahabe ve diğer âlimlerden nakledilen rivayetlere başvurulmakla beraber, dirayet yöntemi daha ağır basar. Aynı yöntemle yazılan tefsirler için örnek ve kaynaklık teşkil eder.
Ebu Mansur el-Maturidî, bugün Özbekistan sınırları içerisinde bulunan Semerkand’ın Maturid köyünde doğmuştur. Aslen Türk’tür. Hayatı hakkında kaynaklarda çok az bilgi olan Mâtürîdî, Abbâsîler’in merkezî otoritelerinin oldukça zayıfladığı bir dönemde siyasî bakımdan hilâfete bağlı müstakil beyliklerden Sâmânoğulları’nın Mâverâünnehir’e hâkim oldukları devirde yaşamıştır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte miladi 9. yüzyılın başlarında doğduğu tahmin edilmektedir. Kelam, mezhepler tarihi, usûl-i fıkıh ve tefsir alanında yetkin bir alimdir.
Mâtürîdî, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin (ra) yolunu takip etmiştir. Bu yüzden Hanefi mezhebine tabi olanların büyük çoğunluğu Mâtüridî mezhebine bağlıdır.
Mâtürîdî kelam, tefsir, fıkıh ve mezhepler tarihi alanlarındaki çalışmalarıyla tanınmaktadır. Kitâbü’t-Tevhîd adlı eseri ehl-i sünnet kelamının klasiklerinden biri haline gelmiştir. Aynı şekilde Te’vîlâtü’l-Ķur’an isimli tefsiri bu alandaki önemli eserlerden biri olarak kabul edilmiştir. Kelamda imam olarak kabul edilen Mâtürîdî, akideyi güçlendirme ve dini temel görüşleri çerçevesinde müdafaa etme konusunda gerek İslam dışı akımlara gerekse Mutezile, Havâric ve Bâtıniyye gibi İslamî mezheplere karşı ciddi bir mücadele vermiştir. İmam Maturidi (ö. 944) Semerkand’da vefat etmiştir.
El-Keşşâf bir dirayet tefsiridir. Kur’an’ın lügat, nahiv, belagat ve icaz yönlerinden incelenmesine büyük önem vermiştir. Bununla birlikte ayetlerin yorumunda, sebeb-i nüzullerinin ve surelerin faziletinin belirlenmesinde hadisler ve sahabe sözleri nakledilmiştir.
Dil bilimsel özelliğinden dolayı kendinden sonraki müfessirler, Kur’an’ın, dil bilimi açısından incelenmesinde el-Keşşâf’ı dikkate almak zorunda kalmışlardır.
Carullah Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, bugün Türkmenistan sınırları içerisinde bulunan Zemahşer kasabasında 1075 yılında doğmuştur. Hayatı, Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah’ın hüküm sürdüğü yıllarda geçmiştir. Mu‘tezile düşüncesini benimseyen Zemahşerî, Buhara, Horasan, İsfahan, Bağdat, Şam, Mekke gibi şehirleri dolaşarak ilmini geliştirmiştir. Dil çalışmalarını ilerletmek için vaha ve çöllerdeki Arap kabilelerini ziyaret etmiştir. 1143 yılında Harizm’in Cürcâniyye kasabasında vefat etmiştir.
Fahreddin er-Râzî tefsir dışında kelam, fıkıh, felsefe, tıp, matematik alanlarında da uzmanlaşmış bir âlimdir. Onun bu özelliği, Tefsir-i Kebir adıyla da bilinen Mefâtihu’l-Gayb adlı eserinde görülebilir. Bu yönüyle eser, tefsirle birlikte zamanının çeşitli bilimsel bilgilerini de içeren ansiklopedik bir kaynak niteliğindedir.
Râzî, 543/1149 yılında Hazar Denizi’nin güneyinde bulunan Rey şehrinde doğmuştur. İlk eğitimini bu şehrin önde gelen âlimlerinden biri olan babasından almıştır. Felsefe, kelam, fıkıh, edebiyat, tıp ve zamanının diğer ilimlerini tahsil etmiştir. Merağa, Buhara, Semerkand, Gazne, Herat gibi şehirlerde, Harizm ve Hind beldelerinde dolaşıp vaazlar vermiş, ilmî tartışmalara katılmıştır. Başta kelam, tefsir, fıkıh, mantık ve felsefe olmak üzere mezhepler tarihi, tıp, sihir, astronomi dâhil çeşitli alanlarda yüze yakın eser yazmıştır. 606/1210 yılında Herat’ta vefat etmiştir.20 Kur’an tefsirlerinin en büyüklerinden olan ve pek çok defa basılan Mefâtihu’l-Gayb, Türkçeye de tercüme edilmiştir.
Beyzavî’nin tefsir kaynakları, Zemahşerî ve Râzî’nin tefsirleri ile Ragıp el-Isfehânî’nin el-Müfredat adlı eseridir. Bu tefsir, çok ilgi görmüş, medreselerde ders kitabı olarak okutulmuş ve üzerine yüzlerce şerh ve haşiye yazılmıştır. Avrupa’da ve İslam dünyasında birçok defa basılmıştır.
Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Beyzâvî, bugün İran sınırlarında bulunan Şiraz şehri yakınlarındaki Beyzâ’da doğmuştur. Şiraz’a baş kadı olmuş bundan dolayı da Kadı Beyzâvî diye ünlenmiştir. Kadı Beyzâvî, tefsir, fıkıh, kelam, mantık, nahiv ve belagatte yetkinleşmiş ve bu alanlarda eserler vermiştir. Hayatının sonunda yerleştiği Tebriz’de 685/1286 yılında vefat etmiştir.
Kur’an’daki ahkâm ayetlerini ele alan Kurtubî’nin başlıca kaynaklarından biri İbnu’l-Arabî’nin Ahkâmu’l-Kur’an adlı tefsiridir. Tefsirin girişi, “Ulûmu’l-Kur’an” olarak bilinen bölümlere ayrılmıştır. Bu bölümde Kurtubî, Kur’an’ın fazileti, tilaveti, ezberlenmesi, yazılması, toplanması, tertibi, tefsiri, harekelenmesi, i‘cazı gibi konuları ele alır.
Tefrsirin mukaddimesinde, ayetler açıklanırken hangi kaynaklardan istifade edildiğine değinilmiş, hangi görüşün kime ait olduğu belirtilmiştir. Kurtubî eserinde, ayetlerin nüzul sebeplerine, ayetlerdeki kıraat ihtilaflarına, lüğat ve nahiv gibi konulara yer vermiştir. O, tefsirinde hem rivayet hem de dirayet tefsir metodunu uygulamıştır. Kurtubî, ayetlerdeki hükümlerle ilgili açıklama yaparken, birinci mesele, ikinci mesele vb. şeklinde numaralandırma yapmış, tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlere başvurmuştur. Kendisi Maliki olmakla beraber mezhep taassubu gütmemiş ve diğer mezheplerin bazı görüşlerini tercih ettiği olmuştur.
Muhammed b. Ahmed Kurtubî, Endülüs’ün ilim merkezlerinden biri olan Kurtuba’da doğmuştur. Birçok İslam şehrini dolaşarak ilmini geliştirdikten sonra Mısır’a yerleşmiş ve 671/1273 yılında orada vefat etmiştir. Malikî mezhebine mensup olan Kurtubî, zühd ve takva hayatı yaşayan birisi, aynı zamanda da din ilimlerinde liyakatli bir âlimdir.
Taberî Tefsiri: Taberî tefsirinin en önemli özelliklerinden biri, ayetlerin tefsiri ile ilgili Peygamberimiz
(s.a.v)in hadislerini, sahabe ve tabiin sözlerini bize nakletmesidir.
• Maturidi Tefsiri: Maturidi tefsirinin en önemli özelliklerinden biri, ayetleri tefsir ederken ehl-i
sünnetin yorumlarını içermesidir.
• Zemahşerî Tefsiri: Zemahşerî tefsirinin en önemli özelliklerinden biri, Kur’an’ın i’cazı ve dil bilimleri
açısından bütün yönleriyle ele alınmasıdır.
• Râzî Tefsiri: Râzî tefsirinin en önemli özelliklerinden biri, ayetlerin yorumuyla ilgili bütün bilgileri
içeren ansiklopedik bir eser olmasıdır.
• Beyzâvî Tefsiri: Beyzâvî tefsirinin en önemli özelliklerinden biri, kendinden önceki tefsirleri özlü
bir şekilde özetlemiş olmasıdır.
• Kurtubî Tefsiri: Kurtubî tefsirinin en önemli özelliklerinden biri, ahkâm ayetlerini tefsir ederek
onlardan çıkarılabilecek fıkhi hükümleri açıklamasıdır.
• Celaleyn Tefsiri:Celaleyn tefsirinin en önemli özelliklerinden biri, Kur’an’da geçen kelime ve
ayetlerin anlamlarını kısa ve kolay bir şekilde açıklamasıdır.
Kur’an, Arapça olarak indirilmiştir ve bütün insanları muhatab almıştır. Bu yüzden diğer dillere mesajının aktarılması gerekir. Kur’an’ın Türkçe olarak birçok tefsir ve meali yazılmıştır. Türkçe olarak bazı surelerin tefsirlerini içeren küçük çaplı tefsirler ve ayrıca Kur’an’ı baştan sona ele alan tefsirler telif edilmiştir.
Bunların en önemlileri arasında Hülâsatü’l-Beyan, Hak Dini Kur’an Dili ve Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri adlı tefsirler sayılabilir.
Hülâsatu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’an, Konyalı Mehmet Vehbi Efendi’nin (ö. 1949) Türkçe olarak kaleme aldığı tefsirdir. Dirayet yöntemine uygun olarak yazılan bu tefsirde önce ayetler yazılmış, mealleri verilmiş ve sonra da tefsirine geçilmiştir. Kelimelerin çeşitli anlamları ve ifadelerdeki edebî sanatlar beyan edilmiş ve Kur’an’ın eşsiz bir kitap olduğu vurgulanmıştır. Konuyla ilgili hadisler, fıkıh, kelam, tarih ve ahlaka dair açıklamalar çeşitli tefsirlerden nakledilmiştir. İmanla ilgili konularda ehl-i sünnetin görüşleri esas alınmıştır. Ayet sonunda da yapılan tefsirin bir özetinin verilmesi tercih edilmiştir. Hülâsatül- Beyân’ın en önemli özelliklerinden biri de oldukça fazla sayıda hadis ihtiva etmesidir. Esbab-ı nüzul ve ayetlerin tefsiri konusunda başta Buharî ve Müslim omak üzere birçok hadis nakledilmiştir.
Hülâsatü’l-Beyân’ın kaynakları arasında Taberî, Râzî, Beyzâvî ve Ebussuud Efendi’nin tefsirleri sayılabilir. Dilinin ağırlığına rağmen, halk tarafından sevilmiş ve tutulmuştur. 1911-1915 yılları arasında on beş cilt halinde iki ayrı zamanda basılmış, Latin alfabesiyle ilk yayını ise 1966-1969 yıllarında yapılmıştır. Derleme bir ahlak tefsiridir.
Mehmet Vehbi Efendi, 1862 yılında Konya’nın Hadım ilçesinin Kongul köyünde doğdu. Kur’an, kıraat, Arapça ve fıkıh öğrendi. Müderrislik ve hâkimlik yaptı; sonra Konya mebusu seçildi. Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasından sonra tefsirini yazdı. Kurtuluş Savaşında Kuvay-ı Milliye’yi desteklemek için vaazlar verdi. Konya valisi oldu. I. TBMM’de Konya milletvekilliği ve meclis başkanlığı yaptı. Evkaf ve Şer’iye vekili oldu. 27 Kasım 1949’da Konya’da vefat etti.
Hak Dini Kur’an Dili, 1926-1938 yılları arasında Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın yazdığı tefsir kitabıdır. TBMM ve Atatürk’ün talebi üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk okuyucusunun Kur’an’ı anlamasını sağlamak amacıyla Hamdi Yazır’dan bu tefsiri hazırlaması istemiştir.
Türkçe bir tefsir telif etme kararı alır. Bu maksatla Hamdi Yazır oniki yılını vererek bu tefsiri hazırlamıştır. Eser ilk olarak, 1939’da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından dokuz cilt halinde basılmıştır. Eserin başında tercüme, te’vil ve tefsir arasındaki farkları açıklamış ve tefsirinde bağlı kalacağı esasları, kaynaklarını belirtmiştir. Tefsirinde; ayet sayılarını, nuzül sebebini, surede geçen kavramları ve surelerin faziletini açıklamıştır.
Muhammed Hamdi Yazır, tefsirini yazarken aşağıdaki esasları dikkate almıştır. Bu esaslar, aynı zamanda
Diyanet İşleri Başkanlığı ve M. Hamdi Yazır arasında imzalanan protokol maddelerini göstermektedir.
1. Ayetler arasında münasebetler gösterilecek.
2. Ayetlerin nüzul sebepleri kaydedilecek.
3. Kıraat-i aşereyi geçmemek üzere kıraatler hakkında bilgi verilecek.
4. Gerektiği yerlerde kelime ve terkiplerin dil izahı yapılacak.
5. İtikatta ehl-i sünnet ve amelde Hanefi mezhebine bağlı kalınmak üzere ayetlerin içerdiği dinî, şer’i,
hukuki, içtimai ve ahlaki hükümler açıklanacak. Ayetlerin ima ve işarette bulunduğu ilmî ve felsefi konularla
ilgili bilgiler verilecek. Özellikle tevhit konusunu ihtiva eden ibret ve öğüt mahiyeti taşıyan ayetler
genişçe izah edilecek. Konuyla doğrudan ya da dolaylı ilgisi bulunan İslam tarihi olayları anlatılacak.
6. Batılı müelliflerin yanlış yaptıkları konularda okuyucunun dikkatini çeken gerekli açıklamalar
yapılacak.
7. Eserin başında Kur’an hakikatini açıklayan ve Kur’an’la ilgili önemli konuları izah eden mukaddime
(ön söz) yazılacak. (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C 1, s. 19, 20.)
Yazır, tefsirini yazarken ayetler arasındaki münasebetleri ve ayetlerin nüzul sebeplerini vermiş; kıraat-i aşereyi ve gerektiği yerlerde kelime ve terkiplerin izahını yapmıştır. İtikatta ehl-i sünnet ve amelde Hanefi mezhebine bağlı kalmış ve Batılı müelliflerin yanlış yaptıkları konularda okuyucunun dikkatini çekmeyi ihmal etmemiştir. Tefsirin yazımında Taberî, Cessas, Zemahşerî, Râzî, Beyzâvî ve Ebussuud tefsirleri ile Kütüb-i Sitte’den faydalanmıştır.
Hak Dini Kur’an Dili, İslâm kültürünü temsil eden geleneksel ilmi birikimi (medrese ilimleri) en güzel şekilde yansıtan, bu birikim ile modern bilimler arasında köprü kurmayı hedefleyen bir eserdir. Eser bu özellikleri nedeniyle kelamdan felsefeye, fıkıhtan sosyolojiye uzanan geniş bir ilgi alanı ve konu çeşitliliğine sahiptir. Bu özellikleri nedeniyle eserde yazıldığı dönemde tartışma konusu olan ilmi, felsefi, kelami pek çok konuyla ilgili derinlikli bilgiler bulmak mümkündür.
Antalya’nın Elmalı ilçesinde ilimle ilgilenen bir ailenin çocuğu olarak 1878 yılında doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı, hafızlık yaptı. Daha sonra İstanbul’da dinî ilimler, edebiyat, felsefe ve musiki öğrendi. Süleymaniye müderrisi oldu. Medreselerde mantık, usûl-ı fıkıh ve fıkıh; Mülkiye Mektebi’nde vakıf hukuku dersleri verdi. II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte Meclis-i Mebusan’da Antalya mebusu ve Evkaf Nazırı oldu. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kendini ilme verdi. Metâlib ve Mezâhib adlı eserin tercümesi ile adı geçen tefsirini bu dönemde yazdı. 1942’de vefat etti. İstanbul Sahrayı Cedit mezarlığına defnedildi.
Ömer Nasuhi Bilmen’in yazdığı Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, Kur’an’ın hem meal hem de tefsirini içermektedir. Surelerin tefsirine, o surenin nüzul yeri, nüzul zamanı, isimleri, muhtevası ve ayet sayısı verilerek başlanmıştır. Ayetlerin önce Arapça asılları, ardından Türkçe mealleri ve daha sonra da izah başlığıyla tefsirleri yapılmıştır. Bilmen, ayetlerdeki kelime ve kavramları açıklamış; kişi ve varlıklar hakkında kısaca bilgiler vermiştir. Yer yer güncel konulara değinmiş, izah sonlarında konuyla ilgili şiirler yazmış ve bazen başka şairlerden şiirler aktarmıştır. Her cilt sonunda konular okuyucuya kolaylık sağlamak amacıyla sayfa numarasına göre “münderecât” başlığıyla aktarılmıştır. 1964-1966 yılları arasında sekiz cilt olarak İstanbul’da yayınlandı. Bu tefsirin kaynakları arasında Beyzavî ve Ebussuud tefsirleri sayılabilir.
1882 yılında Erzurum’da doğdu. İlk eğitiminden sonra İstanbul’da hukuk öğrenimini tamamladı. Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi. Medreselerde, İstanbul İmam-Hatip Okulunda ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde fıkıh usulü ve kelam dersleri okuttu. Dâruşşafaka Lisesinde yirmi yıla yakın ahlak derslerine girdi. İstanbul Müftülüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığı yaptı. Emekli olduktan sonra tefsirini yazdı. Edebiyat ve dinî ilimler alanında birçok eseri vardır. Müslümanların pratik dinî ihtiyaçlarına cevap veren Büyük İslam İlmihali ile şöhret kazandı. Ayrıca Hukuk-i İslamiyye ve Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu ile Büyük Tefsir Tarihi gibi eserleri de vardır. 1971’de İstanbul’da vefat etti. Edirnekapı mezarlığına defnedildi.
Kur’an-ı Kerim , insanları doğru yola iletmek için gönderilmiş bir kitaptır. O, sadece belli bir ırka değil bütün insanlığa gönderilmiştir. Onun mesajlarının evrensel özelliği insanların anlaması için Kur’an’ın başka dillere çevrilmesi gereğini ortaya koymuştur.
Kur’an, ilk muhataplarının dili olan Arapça ile indirilmiş ve böylece onların bu mesajı anlamaları mümkün hale getirilmiştir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “Biz, her peygamberi, bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki, onlara apaçık anlatsın…”
Kur’an-ı Kerim yeryüzündeki dillerin çoğuna tercüme edilmiştir. Türkler de İslamı kabul edip Arapçayı öğrendikten sonra Kur’an’ı kendi dillerine çevirmeye başlamışlardır. İlk kısmi tercümeler Uygur alfabesiyle yapılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in mevcut Türkçe çevirilerinin en eskisi ise 734/1334 yılında Şirazlı Hacı Devletşah oğlu Mehmet tarafından Oğuz lehçesi ile yazılmıştır. Selçuklular ve Osmanlılar dönemi boyunca da tercümeler yapılmaya devam edilmiştir. Günümüzde birçok Türkçe meal vardır. En meşhurlarından birisi Hasan Basri Çantay’ın yazdığı mealdir.
Hasan Basri Çantay, 1887 yılında Balıkesir’de doğdu. İlk tahsilinden sonra Arapça ve Farsça öğrendi. Edebiyat, felsefe, hukuk, iktisat ve maliye tahsili gördü. Bir ara ziraat ve ticaretle uğraşan Çantay, diğer yandan kendini ilmî çalışmalara adadı. 1964’te İstanbul’da vefat etti. Edirnekapı mezarlığına defnedildi. En meşhur eseri Kur’an’ı Hâkîm ve Meal-i Kerimdir.
Çantay’ın yazdığı bu meal, ilk defa 1953 yılında üç cilt halinde basılmıştır. Genel konu fihristi birinci cildin, özel isim indeksleri ise her cildin sonunda verilmiştir. Çantay, mealinin girişinde geçmiş dönemlerde yapılmış tercümeler üzerinde durmakta ve sade bir dille meal yazmayı arzu ettiğini söylemektedir.
Kur’an-ı Kerim’in iki sayfası genellikle yan yana konulmuş, altına ve karşı sayfasına da ayetlerin mealleri yapılmıştır. Kaynak metinden olmayan açıklayıcı ifadeler parantez içine alınmış ve başka gerekli geniş açıklamalar dipnotlarda gösterilmiştir. Dipnotlardaki açıklamalar bazen kısa bazen de oldukça uzun olduğundan bu meal, yer yer tefsir niteliği kazanmıştır. Dipnotta verilen bu açıklamalar çoğunlukla Beyzâvî ve Celaleyn gibi tefsir kaynaklarından, Buharî gibi hadis kitaplarından ve konuyla ilgili başka kitaplardan alınmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı adına Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından yapılan bu meal, Ankara’da 2003 yılında Diyanet İşleri Başkanlığınca yayımlanmıştır. Girişte Kur’an’ın tarihi, icazı, tercüme ve meal arasındaki farkların neler olduğu üzerinde kısaca durulmuştur. Bu mealde günümüz okuyucusunun anlamasını kolaylaştıracak sade bir dil kullanılmıştır. Surelerin adı, ayet sayısı, nüzul yeri ile ilgili bilgiler kısaca verilmiş; içerikleri kısaca tanıtılmıştır.
Bu mealin en önemli özelliklerinden biri de dipnot açıklamalarıdır. Ayetlerde geçen kelime ve kavramlar dipnotlarda kısaca açıklanmış, konuyla ilgili kısa açıklamalar yapılarak verilen anlamın daha kolay anlaşılması sağlanmıştır.
Ali Özek, Hayrettin Karaman, Mustafa Çağrıcı, Ali Turgut ve Saadettin Gümüş’ten oluşan bir komisyon tarafından yapılan bu tercüme, Türkiye Diyanet Vakfı adına ilk defa 1993 yılında yayımlanmıştır.
Girişte Kur’an tarihi ve meal üzerine kısa bilgiler verilmiştir. Mealin kullanım kolaylığı için ayrıntılı konu fihristi ve sureler indeksi hazırlanmıştır. Sure girişlerinde surenin adı, nüzul sebepleri ve ayet sayısı üzerine kısa bilgiler verilmiştir. Mealde yer yer parantezler kullanılarak bazı kısa eklemelerle anlamın daha iyi anlaşılması sağlanmıştır. Ayetlerin anlamları verildikten sonra parantez içinde küçük puntolarla bazı kelime ve kavramların açıklamaları yapılmıştır.
Yukarıda anlatılanlardan başka Türkçe olarak özellikle son yıllarda çok sayıda meal yazılmıştır.
Mâûn suresi, adını son ayetinde geçen Mâûn kelimesinden alır. Yedi ayettir. İniş sırasına göre on yedinci, mushaftaki sıraya göre yüz yedinci suredir. Tekâsür suresinden sonra Kâfirûn suresinden önce Mekke’de inmiştir. 4-7. ayetlerin Medine’de münafıklar hakkında indiğine dair rivayet de vardır. Sure Mekke’de özellikle Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Âs bin Vâil ve Velid bin Muğîre gibi yetimlerle ilgili incitici davranışlar sergileyen, dini yalanlayan, ahirette hesaba çekileceğine inanmayan, etrafındakileri hor gören kişiler hakkında nazil olmuştur.
1. Dini yalanlayanı gördün mü?
Surede dini yalanlamak; insanların yaptıkları iyilik ya da kötülüklerin Allah (c.c) katında bir karşılığı olduğunu reddede rek hesap gününü yalanlamak anlamındadır. “Sen gördün mü?” şeklindeki hitap, görünüşte Resulullah’adır. Ama Kur’an’ın üslubu gereği, böyle durumlarda hitap her akıl sahibi insanadır. “Gördün mü?” sorusunun anlamı, hem gözle gördün mü ve hem de anladın mı, bildin mi ve düşündün mü olabilir. Bu soru ile başlanmasının nedeni, muhatabı, ahireti inkar eden insanda ne gibi bir itikadi sapkınlık olduğunu düşünmeye davet etmektir. Ayette geçen din kelimesi çoğunlukla, kıyamet günü, İslam anlamında kullanılır.
Peygamberimiz, (s.a.v) yaşadığı ortamda insan ve toplum düzenini bozan uygulamalara karşı çıkmış ve bu yüzden müşrikler tarafından ataların dinini inkâr etmekle suçlanmıştır. Halbuki Allah (c.c) bu surede asıl dini inkâr edenlerin kendileri olduğunu açıklamaktadır. Burada dini yalanlamakla kastedilen şey hesap gününü yok saymaktır.
2. İşte o, yetimi itip kakar.
Bu ifadenin birkaç manası vardır. Birincisi, yetimin hakkını yer ve babasının bıraktığı mirasa el koyarak yetimi kovar, şeklindedir. İkincisi, yetim ona yardım için gelirse merhamet etmez, hatta yanından kovar. Yetim çaresizlik dolayısıyla gitmez ve beklemeye devam ederse onu yanından uzaklaştırır. Üçüncüsü, o yetime zulmeder. Mesela yetimi evine akraba olarak aldıysa bütün ev halkına hizmet ettirir. Yetim evde herke sin kahrını çekmek zorunda kalır, şeklindedir. Yetimi itip kakma, yetim ve yoksullara gereken ilgiyi göstermeyerek onlarla ilgili toplumsal sorumluluğu reddetmek anlamına gelir. Yetim ve yoksul, sahipsiz ve zayıf kimselerdir. Bu yüzden onların velisi toplumdur. Şüphesiz bir zincirin kuvveti, en zayıf halkası kadardır. Bu öneminden dolayı yetim ve yoksul kimselerle ilgili olarak sorumluluk duymamak, hesap gününü yalanlamakla bir tutulmuş ve böyle davrananlar uyarılmıştır.
3. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.
Ayette ta’amu’l miskin denilmesi şu anlamı taşır: “Miskinin kendi yemeğini vermez.” Diğer bir ifadeyle, o yemek fakire aittir, yemeği verenlere değil. Bu yemek, verenlerin üzerine vacip olan yetimin hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak vermemekte, tersine, yetimin hakkı olduğu için zorunlu olarak vermektedir. Ayrıca o şahsın kendisi bu işi yapmadığı gibi, evdekileri de miskinlere yemek yedirmek için teşvik etmemektedir. Yine diğer insanları, toplumdaki fakir ve muhtaçlara yemek yedirmek için teşvik etmemesi de bunun içine girer. Kur’an’da, “Onların mallarında (yardım) isteyen ve (iffetinden dolayı isteyemeyip) mahrum olanlar için bir hak vardır.” Burada da yetim ve yoksulun hakları konusunda gerekli özeni göstermeyenler uyarılmaktadır.
4-7. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. (4-5.) Onlar ( ibadetlerinde hayır ve hasenatlarında) gösteriş yapanlardır; hayra da ( her türlü infaka) mâni olurlar..(6-7.) Burada gerçek manada Allah’a (c.c) karşı kulluk görevini yerine getirmeyenler eleştirilmektedir. Bu surede namaz kılmalarına rağmen olumsuz tutumları olanlara üç örnek verilmiştir.
• Namazın özünden uzak olmaları,
• İbadetlerinde gösteriş yapmaları,
• Hayra engel olmaları, mali-insani yardımlara karşı çıkmalarıdır.
Surede öne çıkan en önemlı nokta; ibadetlerde şekil şartları vazgeçilmez olmakla birlikte iman, niyet, ihlas, huşu, takva, ihsan gibi kavramlara da önem vermemiz gerekir.
1. Biz sana kevseri verdik.
Kevser suresi, Mushaf’taki sıralamada 108., iniş sırasına göre 15. suredir. Âdiyât sûresi’nden sonra, Tekâsür suresi’nden önce Mekke’de inmiştir. Sure, adını, ilk ayette geçen “Kevser” kelimesinden almıştır. Ayrıca “İnnâ A’taynâ” ve “Nahr” isimleri de verilmiştir. Üç ayettir. Kur’ân-ı Kerim’in en kısa suresidir.
Kevser, çok hayır ve çokluk demektir. Çok değerli şeyler için de kullanılır. Tefsirlerde bitip tükenmez iyilik, risalet, vahiy, rahmet, mağfiret, bereket, cennetteki bir havuz ve İslam dini gibifarklı şekillerde yorumlanmıştır.32 Kevserden amaç, bir hayır ve iyilik değil, iyilik ve nimetlerin çokluğudur.
2. O halde, Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes.
“O halde namaz kıl” denilmesi sahip olduğun nimetlerin şükrünü yerine getirmeye devam et, demektir. Kur’an’da Bakara suresinin 45. ayetinde sabır ve namaz ile Allah’tan (c.c) yardım istenmesi öğütlenir. Namaz, Allah’ı (c.c) anmaktır ve bu yönüyle temel bir ibadettir.
Bazı müctehitler “Namazdan kasıt beş vakit namazdır, bazıları da bayram” demişlerdir. Bazıları da bundan kastın genel manada namaz olduğunu söylemişlerdir. Müfessirler ise “Nahr, namazda elleri bağlamak, namazda elleri kaldırarak tekbir getirmek, namaza başlarken, rükû ederken ve rükûdan kalktığında elleri kaldırmak” olduğunu söylerler. Bazılarına göre bununla kastedilen murad, Kurban bayramı namazı kılmak ve sonra kurban kesmektir. Nahr kelimesi ayetin bağlamı dikkate alındığında peygamberden kendisine bahsedilen hayırlar karşılığında tüm şükür biçimlerini karşılayan kurban ve namaz ibadetlerini yerine getirme anlamını içermektedir.
Ayette kurban kesmek teşvik edilmiştir. Aynı şekilde herkesin kurban kesecek mali güce ulaşabilmek için çalışması ve bu ibadetin, sosyal dayanışmanın en güzel örneklerinden bir olduğu hatırlatılmıştır.
3. Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir. Müşriklerden bazıları, “Muhammed kendisinden sonra yerine geçebilecek bir oğlu bulunmayan biridir. O ölünce adısanı kesilecek, biz de ondan kurtulacağız.” diyorlardı. Onlar, Hz. Peygamberi kabile desteği olmadığı için güçsüz saymış ve erkek çocuğu olmadığı için ‘soyu kesik’ olarak nitelemişlerdir. Buna karşılık inen ayetler işin onların düşündüğü gibi olmadığına dikkat çekmiştir. Ebter kelimesi, ‘soyu kesik’ demek olduğu gibi her türlü hayırdan kesilmeyi, işin devamının gelmeyeceğini de içerir. Ayet, hayrın servet, mal ve evlat sahibi olmaktan ziyade güçlü bir düşünce, sağlam bir inanç ve sarsılmaz bir ahlak sahibi olmakla elde edilebileceğini anlatmıştır.
Müşrikler, Peygamberimiz’in (s.a.v) tevhit inancında ısrar ettiği sürece kabilenin ve şehrin bütün imkânlarından mahrum bırakılacağını düşünmüş, sırf kalabalık ve servet sahibi olmalarının haklı olmalarını sağlamayacağını anlayamamışlardı. Sure, Hz. Peygamberin şahsında doğru ve güzel davranışlarda bulundukları sürece mü’minlerin hayra ulaşacağını söyleyerek ümit verir. İnananlara buğzeden inkârcıların bu niyetlerini eyleme dökmeleri halinde bile sonuç alamayacaklarını belirtir.
Suredeki “Ey Peygamber, Rabb’in sana o kadar büyük iyilik yaptı ve o kadar büyük nimet verdi ki, şimdi onun için namaz kıl ve kurban kes!” emrinin, bütün Arabistan’daki müşriklerin kendi yaptıkları tanrılara ibadet etmekte ve onlar için kurban kesmekte iken indiğini düşünmek lazımdır. Burada müşriklerin tersine namaz ve kurban gibi ibadetlerin sadece Allah (c.c) için olması gereği vurgulanıyor. Nitekim başka bir ayette şöyle buyrulur: “De ki, namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabb’ı Allah (c.c) içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.”
Resulullah’ın, Allah’ın (c.c) emriyle kurban bayramı günü önce bayram namazı kılması sonra kurban kesmesi ve müslümanlara da böyle yapmalarını söylemesi bu ayetin bir gereğidir. Onunibadet ve uygulaması tabii olarak vahye dayanır. Ayette şânieke kelimesi kullanılmıştır. Şânie, şe’n kelimesinden olup ‘buğz ve düşmanlık etmek’ demektir. Dolayısıyla şaniekeden kasıt, özellikle Allah (c.c) elçisi kimliğiyle Rasulullah’a ve vahye düşmanlık eden herkestir.
Hüve’l ebter (o ebterdir) buyruğu, o, Resulullah’a ebter (kökten kesilmiş) diyor. Halbuki asıl ebter kendisidir, anlamına gelir. Bir kimsenin erkek çocuğu yoksa veya olup da ölmüşse onun için de ebter kullanılır. Çünkü çocuğunun ölümünden sonra ismini sürdürecek kimse kalmayacaktır.
285. Peygamber de kendisine Rabb’inden indirilmiş olana iman etmiştir, müminler de iman etmişlerdir. Her biri Allah ‘a (c.c) meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. ‘O’nun peygamberleri arasında hiç birini (diğerinden) ayırtetmeyiz. Onlar, “İşittik ve itaat ettik. Ey Rabb’imiz, bağışlamanı dileriz. Varış ancak sanadır” dediler.
Bu ayette imanın temel maddeleri sayılmaktadır. Allah ’a (c.c) meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, hayatın sonunda O’na verilecek hesaba inanmak, imanın temel şartlarındandır. Bunları kabul ettikten sonra bir müslümanın tutumu, Allah’ın (c.c)her emrine itaat etmek olmalıdır. Aynı zamanda iyi amellerine devam etmeli ve Allah’tan (c.c) bağışlanma ve af dilemelidir.
286. Allah (c.c), hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemez. Kazandığı iyi şeyler lehine, nefsine uyarak yaptığı kötü şeyler de aleyhinedir. ‘Rabb’imiz! Unuttuklarımızdan ya da yanıldıklarımızdan bizi sorumlu tutma. Rabb’imiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabb’imiz! Kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla, bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et.’
Yüce Allah (c.c) hiç kimseyi güç yetiremeyeceği bir şeyden sorumlu tutmaz ve onu yapmadığı için de kendisini cezalandırmaz.
Hem cezalar, hem de mükâfatlar her ferdin kendi işlediği iyi ve kötü amellerinin sonuçlarıdır. Kişi ancak kendi işlediği iyi amellerin mükâfatını görür, başkalarının yaptığı iyiliklerin karşılığını alamaz. Bununla birlikte, eğer bir kimse bir iyiliğe vesile olmuşsa onun sevabının bir mislini alır. Aynı şekilde eğer bir kimse, bir kötülüğe vesile olmuşsa onun günahının bir mislini yüklenmiş olur.
Bu ayetlerin Medine’ye hicretten yaklaşık bir yıl önce Miraç gecesinde vahyedildiği göz önünde bulundurulmalıdır. O dönemde imanla küfür arasındaki çatışma çok şiddetli idi ve müminlere yapılan işkenceler en aşırı dereceye ulaşmıştı. Bu şartlarla başa çıkabilmeleri için Müslümanlara bu dua öğretilmişti.
Yine o dönemde Müslümanlar büyük zorluklar, maddî kayıplarla karşı karşıya kalıyorlar, işkence çekiyorlar ve hem fiziksel hem de ekonomik baskı altında tutuluyorlardı. Müslümanların bu duasında yer alan yüce ideallerle, o dönemde çektikleri işkenceler arasındaki zıtlık, onların bu kritik dönemde bile ahlâkî yönden nasıl eğitildiklerini göstermektedir. İşte bu, her gerçek müminin ulaşmak için çalışması gereken yüce ahlakî seviyedir.