1. Tefsir İlminin Tanımı ve Amaçları
Tefsir, Kur’an ayetlerinin okunuşlarını, manalarını ve taşıdıkları hükümleri inceleyen ve bununla ilgili usul ve teknikler ortaya koyan ilimdir.
O, Kur’an-ı Kerim’i Allah’ın (c.c) muradına uygun bir şekilde anlaşılmasını hedefler ve buna yönelik yöntem ve teknikler ortaya koyar. Tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlere zemin hazırladığından, ilimler arasında özel bir konuma sahiptir. Tefsir ilmi ile uğraşan, özellikle Kur’an’ı tefsir eden kimseye müfessir denir. Tefsir tarihi ise başlangıçtan günümüze kadar Kur’an’ı anlama konusunda yapılan çalışmaları, belirli bir disiplin anlayışı içinde ele alan ilim dalıdır.
Kur’an-ı Kerim insanlığa şifa, rehber ve rahmet kaynağı olmak üzere1 Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Muhammed’e (s.a.v) indirilmiş son kitaptır. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu gaye edinen Kur’an, itikadi, ahlaki ve hukuki alanlarda insanlığa yol gösteren bilgi ve ölçüler sunar. Müslümanlar dinlerini, hayatın anlam ve amacını, nasıl yaşamaları gerektiğini öncelikle ondan öğrenirler. Böylece duygu ve düşüncelerini, söz ve davranışlarını geliştirme imkânı bulurlar. Bu nedenle Kur’an’ın tefsirine her zaman ihtiyaç duyulmuştur. Tefsire ihtiyacın sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
Kur’an’ın tefsiri Hz. Muhammed’le (s.a.v) başlamıştır. Onun ahirete irtihal etmesi, ardından İslam’ın daha geniş bir coğrafyaya yayılması ve yeni birtakım meselelerin ortaya çıkması müslümanları Kur’an’ı tefsir etmeye yöneltmiştir. Ayetlerin doğru anlaşılması için ayetlerdeki kelime ve kavramların tahlil ve incelenmesi gerekir.
Kur’an’da mecaz, kinaye, teşbih gibi edebi sanatlar bulunur. Bu sanatları sadece Arapça bilgisiyle anlamak mümkün değildir. Bunlar ancak tefsirle çözülebilir. Kur’an-ı Kerim’de güneş, ay gibi gök cisimlerinin durumları, göklerin ve yerin yaratılması, kâinatın işleyişi, dünyanın düzeni gibi hususları bildiren ayetler, farklı bilimsel alanlardan istifade edilerek tefsir edilir.
Kur’an’ın evrensel mesajı, tefsir sayesinde anlaşılabilir. Bunun için Kur’an’ın günümüzde pek çok dile tercüme ve tefsiri yapılmıştır.
Tefsir ilminin amacı, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin mana ve maksatlarını açıklayarak Kur’an’ın anlaşılmasına yardımcı olmak ve insanlığa bu ilahi mesajı tanıtmaktır. Bir ayeti tefsir ederken o ayetin indiği dönemi ve inişine sebep olan soru veya olayı bilmek, ilgili diğer ayetleri göz önünde bulundurmak gerekir.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran özelliklerin başında, onun vahye muhatap olması gelir. Çünkü insan, algıladığı şeyler üzerinde düşünme ve değerlendirme yapma irade ve yeteneğine sahiptir. Yüce Allah’ın mesajlarını insana iletmesinin sebebi de budur.
Kur’an insana rehberlik eder ve onu doğruya yönlendirir. Bu yönlendirme, Kur’an’ın doğru anlaşılmasına ve yaşanılan çağla ilişkisinin doğru kurulmasına bağlıdır. Bunun için öncelikle Kur’an’ın insan hayatındaki rolünün kavranması ve Kur’an’la insan arasında sağlıklı ve canlı bir ilişkinin kurulabilmesi gerekir. Tefsir bu amacın gerçekleşmesini sağlamaya çalışan ilimdir. Kur’an, indirildiğinden bu yana insanlık tarihinin en fazla okunan ve yorumlanan kitabıdır.3 Yüce Allah (c.c), bu kitabı daha iyi anlaşılsın diye elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) ve onun mensup olduğu kavmin diliyle göndermiştir. Diğer peygamberler de kendi kavimlerinin diliyle vahiy almıştır. Nitekim ayette “Biz her peygamberi ancak kendi kavminin dili ile gönderdik ki onlara iyice anlatabilsin.” buyurulur.
Her insan Allah’ın (c.c) kitabını indirildiği dilden okumak ve anlamak imkânına sahip olmayabilir. Bundan dolayı Kur’an, Arapçayı bilmeyenler için farklı dillere çevrilmiş ve tefsirleri yazılmıştır. Çeviriler Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılmasında tek başına yeterli değildir. Kur’an, lafzı ve anlam derinliğiyle eşsiz bir kitaptır. Onun anlamının ve edebî inceliklerinin çeviriye aktarılması mümkün olmadığından tefsiri yapılmalıdır. Tefsir de Allah’ın (c.c) vahiyle gelen sözlerini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Allah’ın (c.c) ilmi o kadar geniştir ki, biz ancak O’nun Kur’an’da olan sözlerini anlamakla ve uygulamakla sorumluyuz. Şu ayet O’nun ilminin sınırsızlığını anlatır: “De ki, Rabb’imin sözlerini (bilgisini) yazmak için denizler mürekkep olsa hatta bir o kadar da eklense denizler tükenir, Rabb’imin sözleri yine tükenmez.”
Kur’an’ı anlamada ilke ve yöntemlerine bağlı kalmak, ayetlerin gerçek anlamlarına ulaşabilmek açısından çok önemlidir.Tefsir ilmi oluşturduğu alt disiplinlerle Kur’an’ı her yönüyle derinlemesine inceler, Kur’an üslubunun niteliklerini açıklar. Kelimelerin ve terkiplerin hakiki, mecazi ve kinayeli manalarını, işaretlerini, delaletlerini gösterir. Kur’an lafızlarını sınıflar ve inceler. Anlam yönünden kapalı lafızlara açıklık getirir, kıssalara ve olaylara dair bilgiler verir, Kur’an’daki Arapça olmayan kelimeleri ve eş anlamlı ifadeleri inceler, ayetlerin indiriliş sebeplerini, nasih ve mensuhunu açıklar. Böylece Tefsir ilmi, Kur’an ayetlerinin doğru anlaşılmasında önemli bir görev yerine getirir.
Kur’an, ayetleri üzerinde derinlemesine düşünmemizi ister. Bu tür tavsiyeler; Kur’an’ın açıklanıp yorumlanması gereken bir kitap olduğunu göstermektedir. Bu nedenledir ki Hz. Peygamberle( s.a.v) başlayan tefsir faaliyeti onun vefatı sonrasında da devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir.
Sahabeler, Kur’an ayetlerini kendi dillerinde olduğu için kolayca anlıyorlardı. Ayrıca onlar ayetlerin iniş sebeplerini de biliyorlardı. Bazen gelen ayetlerde anlamadıkları bir şey olursa Hz. Peygamber’e (s.a.v) soruyor ve ondan öğreniyorlardı. Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra Kur’an ayetlerinin tefsir edilmesi çalışmalarına devam edildi. Çünkü İslam hızla yayılmaktaydı ve yeni Müslüman olan toplumlar Kur’an’ın indirildiği dili bilmiyorlardı. Ayrıca bu insanların ayetleri doğru anlamaları için vahyin geldiği ortamı ve ayetlerin iniş sebeplerini de bilmeleri gerekiyordu. Bu süreç içerisinde tefsir ilmi daha kapsamlı ve uzmanlık gerektiren bir ilim dalına dönüştü.
Her ilim dalının olduğu gibi Tefsir ilminin de kendine özgü kavramları vardır. Tefsîr, te’vîl, tercüme ve meal bu ilmin temel kavramlarıdır.
2. Tefsir İlminin Temel Kavramları
2.1. Tefsir
Tefsir kelimesi, fe-se-re kökünden tef’îl kalıbında türetilmiş bir isimdir. Bu kelime sözlükte “hastalığı teşhis için idrara bakmak, bir şeyi beyan etmek, açıklamak, izhar etmek, üzeri kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak ve keşfetmek” gibi anlamlara gelir. Bir ilim dalı olarak tefsir, Kur’an ayetlerinin okunuşlarını, manalarını ve delalet ettikleri hükümleri inceleyen ilimdir.
2.2. Te’vil
Te’vil kelimesi, Arapça evl kökünden türemiştir. Sözlükte, “bir şeyi aslına, varacağı yere ve kaynağına döndürmek” demektir. Terim olarak ise “Bir ayetin muhtemel anlamlarından birini tercih ederek ona göre tefsir etmektir.” Te’vîl, ayetin mana çerçevesi içinde yapılan en geniş faaliyettir. Tefsir ve te’vil, başlangıçta aynı anlamda birbirinin yerine kullanılmaktaydı. Nitekim İmam Matüridi (ö.944) te’vili tefsir anlamında kullanarak tefsirine Te’vilâtu’l-Kur’an adını vermiştir. Tefsir ve te’vil zamanla farklı iki kavrama dönüşmüştür. Müfessir, tefsir veya te’vil yaparken belirli usul ve kaidelere uyar.
Te’vil bir tercih, bir istinbat olduğundan içtihadî bir etkinliktir. Bu nedenle te’vil bir sebep veya bir delilden dolayı bir ayetin zahirî manasının dışında “Kur’an ve Sünnete uygun bir şekilde olmak üzere yorumlanması” anlamında da kullanılır. Müşkil ayetlerin telifi ve müteşabih ayetlerin açıklığa kavuşturulması gibi durumlarda te’vile gidilir. Bu yapılırken Yüce Allah’ın (c.c) ayette kastettiği maksadın dışına taşmamak esastır.
Te’vil yaparken şu şartlar göz önünde bulundurulur:
1. Te’vile gidilen mana, ayetin delalet ettiği manalardan olmalıdır.
2. Te’vile gidilen mana hiç bir ayete ters düşmemelidir.
3. Te’vile gidilen mana, şer’i bir delile dayanmalıdır.
Ayetler tefsir veya te’vil edilirken, ilgili usul ve kurallara uyulmalı, zorlama veya rastgele te’villere gidilmemelidir.
2.3. Meal ve Tercüme
Meal, evl kökünden türetilmiş bir kelime olup11 bir sözün anlamını yaklaşık olarak tercüme etmektir. Terim olarak ise Kur’an-ı Kerim’in kısa açıklamalarla bir başka dile çevrilmesidir. Tercüme, sözlükte “bir sözü bir dilden başka bir dile çevirmek, nakletmek” anlamına gelir. Terim olarak tercüme, bir sözün başka bir dildeki karşılığını bularak manasını o dile aktarmaktır. Tercüme yapan kişiye ise tercüman veya mütercim denir.
Tercüme de ikiye ayrılır. Bunlar lafzi tercüme ve manevi tercümedir. Lafzi tercüme, bir metnin bütün özellikleriyle başka bir dile aynen tercüme edilmesidir. Buna harfî tercüme de denir. Manevi tercüme ise metnin sadece manasının başka bir dile aktarılmasıdır. Buna tefsirî tercüme de denir. Hangi tarzı tercih ederse etsin mütercimin asıl metnin anlam ve gayesine bağlı kalması ve her iki dilin özelliklerini iyi bilmesi gerekir.
Kur’an’ı bütün incelikleriyle, manasıyla ve maksadıyla bir başka dile tercüme etmek mümkün değildir. Bu nedenle, onun çevirisini açıklamalarla desteklemek gerekir. Kur’an’ın bir başka dile çevirisine tercüme değil de meal denmesinin sebebi budur. Her insan Kur’an ayetlerini indiği dilden anlamak ya da tefsirlerden derinlemesine araştırmak imkanına sahip olmayabilir.
Bu durumda meal okumak Kur’an’ı anlamak için bir ilk adım niteliğindedir. Meallerin aslında ayetleri anlamada yeterli olmadığını, ayetin ancak tefsiri sayesinde anlaşılabileceğini unutmamak gerekir.
Tercüme veya meal, Kur’an’ın aslının yerini tutmaz ve namazda kıraat olarak okunmaz. Çünkü tercüme ya da meal, Kur’an’ın kendisi değil çevirenin Kur’an’dan anladığıdır. Bu nedenle meallerde bazı farklılıklar görülebilir.
3. Tefsirle İlgili Diğer Terim ve İlimler
Kur’an-ı Kerim, doğrudan insana hitap eden ilahi bir kitaptır. İnsanın, onu doğru bir şekilde anlaması Allah’a (c.c) karşı bir sorumluluğudur. Genel olarak Kur’an’ın ayetleri açık ve maksadı anlaşılır bir yapıdadır. Ancak bazen bir ayette geçen bir kelime okuyucu için anlam bakımından kapalı (müphem) olabilir. Bu kapalılık bazen bir ayet, bazen bir hadis, bazen de sözlük yardımı ile giderilebilir. İşte ayetlerin başka bir yardımcı ile açıklanabilmesi Müslümanları, çeşitli ilmî çalışmalara yönlendirmiştir. Bu gayretler zamanla Ulûmu’l-Kur’ân عُلُومُ الْقُرْاٰنِ adı verilen ilimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Kur’an ilimlerinin aslını Peygamberimiz’in (s.a.v) Kur’an’ı tebliği ve yaşayışında görmekteyiz. Ondan sonra Kur’an’ı doğru anlama ve açıklama görevini sahabeler üstlenmiştir. Onlar, vahyin inişi sürecinde yaşadıkları için hangi ayetin hangi olay veya soru üzerine indiğini biliyor, Peygamberimizin (s.a.v) ayetlerle ilgili açıklama ve uygulamalarına şahit oluyorlardı. Sahabe de ayetlerin açıklamasını soranlara sebeb-i nüzul, kelime manaları ve benzeri yönleri açıklayarak cevap vermişlerdir. Bazen de ayeti ayetle, hadisle veya dil ile ilgili deliller getirerek açıklamışlardır. Onlar mushaf çoğaltılırken ayetlerin yanlış okunmasını önlemek üzere özel imla kurallarını (Resmu’l-Mushaf) özenle korumuşlardır.
İslam coğrafyası genişleyince yeni Müslüman olanlar, Kur’an’ı okumak ve anlamakta bazı zorluklarla karşılaştılar. Bunun için lügat, rivayetler, israiliyyat, kıraat, Kur’an’ın faziletleri ve ahkamı gibi konulara dair çalışmalar hız kazandı. Örneğin, Hasan el-Basri (ö. 728), Hz. Peygamber (s.a.v), sahabe ve tabiinden nakledilen tefsire ait rivayetleri bir araya toplamıştı. Hicri ikinci asırdan itibaren ise Kur’an ilimleri hakkında eserler yazılmaya başlandı.
Hicri üçüncü asra gelindiğinde ise Kur’an’ın dil incelikleri tespit edilmeye başlandı. Bu amaçla Kur’an’ın dil ve içerik üstünlüğü, kıraat, vücûh-nezâir, nâsih-mensuh, müşkilü’l-Kur’an konularında bir çok eser yazıldı. Ahkâm ayetleri çok geniş ve çeşitli bakış açıları ile yorumlanmaya başlandı. Böylelikle Kur’an ilimlerinin sahası gittikçe genişlemiş oldu.
Kur’an üzerinden çalışma yaparken bunlara sebeb-i nüzul, muhkem-müteşabih, huruf-ı mukattaa, kıssalar, yeminler gibi konular da eklendi. Kur’an ilimlerini inceleyen usul kitapları ise Hicri beşinci yüzyıldan itibaren yazılmaya başlandı. Sonuçta Kur’an ilimleri, kapsamlı ve zengin bir literatüre sahip oldu. Böylece Kur’an-ı Kerim’i her çağın aktüel bilgileriyle anlama ve yorumlama çalışmaları, Kur’an ilimlerini zenginleştirerek günümüze kadar geldi.
Kur’an-ı Kerim’i doğru olarak anlamak ve tefsir edebilmek için ulumu’l-Kur’an içinde yer alan ilim ve kavramları bilmek gereklidir. Bahsettiğimiz ilimlerin ve kavramların sayısı oldukça çoktur. Fakat biz bunlar içinde en önemli olanları inceleyeceğiz.
3.1. Mekkîlik ve Medenîlik
Kur’an’ın sureleri, Mekkî sureler ve Medenî sureler olmak üzere ikiye ayrılır. Hicretten önce Mekke veya dışında inen sureye Mekkî; ondan sonra Medine veya dışında nazil olan surelere de Medenî sure denir. Ayet veya sureler, genel olarak farklı zamanlarda bölümler halinde nazil olmuştur. Mesela, Bakara suresi on yıl boyunca gruplar halinde Medine’de inmiştir. Yine Bakara ve Âl-i İmrân sureleri hariç başında huruf-ı mukattaa bulunan sureler Mekkî’dir. Aynı şekilde içinde secde ayeti ve كَلاَّ (Hayır, asla!) kelimesi bulunan sureler Mekkî’dir.
Bazı istisnaları hariç içinde geçmiş ümmetlerin kıssaları ve يَا اَيُّهَا النَّاسُ hitabı bulunan sureler de Mekkî’dir. Mekkî surelerde sıkça Allah’a (c.c) iman, tevhidin ispatı her türlü şirkle mücadele, Allah’ın (c.c) azameti, O’na itaatin gerekliliği ve kıyamet gününe iman gibi konular yer alır. Yine Mekkî surelerde, doğruluk, güçsüzü ve zayıfı korumak, iyilik, akraba ziyareti, anne-babaya iyi muamele, komşu hakları, dilin ve kalbin korunması gibi ahlak ilkeleri, zulüm, adam öldürme ve zinanın çirkinlikleri gibi konular işlenir
Kur’an’ın 114 suresinin yaklaşık dörtte üçünü, Mekkî sureler oluşturur. Mekkî ayet ve sureler kısa, ifadeleri veciz ve vurguludur, lafız ön plandadır. Müşriklerin şiddetli tepkisiyle karşılaşan müminlere sabır ve direnç göstermeleri tavsiye edilmiştir. Medenî sureler genellikle daha uzundur, mana ön plandadır. Bu surelerde ise hukuk, ceza hukuku, miras payları, bazı toplumsal kurallar, devlet hukuku, savaş hükümleri, münafıklar, Yahudi ve Hristiyanlarla ilişkiler gibi konular yer alır. Namaz hariç diğer ibadetler bu surelerde farz kılınmıştır. Medenî surelerde örnek bir İslam toplumunun oluşturulması hedeflenmiştir.
Ayetlerin veya surelerin indirildiği yeri ve ortamın şartlarını bilmek, Kur’an’ın doğru anlaşılmasına yardım eder. Dinî hükümlerin daha kolay anlaşılmasına imkan verir. Ayrıca Peygamberimizin (s.a.v) ahlak ve yaşayışını öğrenmeye yardımcı olur.
3.2. Esbab-ı Nüzul
Esbab-ı nüzûl terkibi, ayetlerin iniş sebepleri anlamına gelir. Terim olarak Peygamberimiz (s.a.v) zamanında meydana gelen ve bir veya birkaç ayetin yahut bir surenin inmesine sebep olan olay, durum ya da Resulullah’a sorulan soru demektir.13 Kur’an-ı Kerim’in büyük bölümü, herhangi bir soru veya neden olmaksızın, bir kısmı ise bazı sebeplere bağlı olarak inmiştir. Bu sorular çoğunlukla ashaba ait olup öğrenme maksadıyla sorulan sorulardı. Ehl-i kitabın soruları ise Peygamberimizi (s.a.v)güç duruma düşürme veya İslamla alay gibi gerekçelere dayanıyordu.
Bir olay veya soru sebebiyle inen ayetler, bazen muhataplarını eğitmek amacı taşımıştır. Mesela Hz. Paygamber’e kıyametin ne zaman kopacağı, hem samimi bir niyetle vaktini merak edenler ve hem de onu kendilerine göre sınamak isteyenler tarafından sorulmuştur. Allah da (c.c), “Onun bilgisi Allah’a aittir. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.”14 ayetiyle, her iki gruba cevap vermiştir. Buna göre Peygamber (s.a.v) de olsa Allah (c.c) bildirmedikçe kıyametin vaktini kimse bilemez. Fakat kişi, küçük kıyameti sayılan ölümünü hesaba katmalı, kıyameti uzakta görmemeli ve sonsuz hayatı için hazırlıklı olmalıdır.
Kişisel sorular ve sorunlara cevap olarak inen ayetler, genel manalı olup sadece soranı değil, herkesi muhatap alır. Bu durum “sebebin özel olması, manasının genel olmasına engel değildir” kuralıyla ifade edilir. Mesela sahabeden ağır hasta olan Câbir (ra), öleceğini tahmin ederek malını ne yapması gerektiğini Peygamberimize (s.a.v) sormuştur. Bu soru üzerine miras hakkındaki Nisâ suresinin 11-12. ayetleri nazil olmuştur. Bu ayetler, miras bırakılan malların kimlere hangi oranda paylaştırılması gerektiği konusunda evrensel hükümler içermektedir.
Nüzul sebeplerine dair bilgiler, olayı bizzat yaşayan veya ona şahit olan sahabeler tarafından nakledilmiştir. Esbâb-ı nüzul konusuyla alakalı bilgiler, tedvin döneminde yazılan tefsirlerde ve hadis kitaplarının tefsir bölümünde, daha sonra özel kitaplarda toplanmıştır.
Ayetlerin nüzul sebebini bilmenin birçok faydası vardır. Öncelikle ayetin hangi olayla ilgili indirildiğini bilerek doğru anlaşılır ve yorumlanır. Mesela, hac veya umre yaparken Safâ-Merve arasında sa’y yapılması ile ilgili ayette “… Safâ ve Merve Allah tarafından konulmuş sembollerdendir; böylece, hac veya umre için Mabede gelen birinin bu ikisi arasında gidip gelmesinde bir mahzur yoktur.” buyrulur. Bu ayetten hac veya umre yapan kimseye sa’y yapıp yapmama serbestliği verdiği anlaşılabilir. Ayetin nüzul sebebinin Cahiliye döneminde bu iki tepeye put konulduğu için sa’y yapmayı caiz görmeyenlere bir cevap olarak indirilmiş olduğunu bilmek, yanlış anlamaya düşmekten korur. Yine sebeb-i nüzulü bilmek, bu ayetler veya surelerin arasında ilgi kurulmasına, ayetler açıklanırken muhataplarda dinleme arzusunun daha canlı olmasına vesile olur.
3.3. Nasih ve Mensuh
Nesh, bir ayetin hükmünün, daha sonra gelen bir ayetle kaldırılmasıdır. Hükmü kaldırılan ayete mensûh, hükmü kaldıran ayete nâsih, bu olaya da nesh denir. Kur’an’da nesihten bahseden ayetlerden birisi şöyledir: “Biz bir ayeti kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.”
Sadece emir ve yasaklarda söz konusu olan nesih, bir hükmün yüyürürlükten kaldırılıp yerine başka bir hükmün konulmasıdır. Nesh Hz. Peygamberin risalet dönemiyle sınırlıdr. Nesh, itikad, ahlak ve kıssaslarda söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerim, insan ve toplumu eğitmek ve geliştirmek için indirildiği toplumun doğrularını onaylamış, yanlışlarını yeni hükümlerle tedricen kaldırmıştır. Nesih, bir başka şekilde önceki dinlerin hükmünün Kur’an-ı Kerim tarafından kaldırılmasıdır.
Nesh, asla Allah’ın (c.c) bir şeyi önceden bilmeyip anladıktan sonra önceki hükmü değiştirmesi olarak değerlendirilemez. Buna “beda” denir. Allah (c.c) için bu söz konusu olamaz. Yüce Allah, nesih yoluyla toplumun şartlarına uygun hükümler koyarak ahlaki gelişme zemini sunar. Nesh, ayrıca insanların hükümlere alışmalarını sağlayan bir kolaylıktır, başka bir deyişle ilahi tedrici bir eğitimdir.
Neshe, sarhoşluk veren içkinin kaldırılması örneğini verebiliriz. Hz. Peygamberin (s.a.v) nübüvvet görevinin başladığı sıralarda sarhoşluk veren içki tüketimi oldukça yaygındı. Kur’an-ı Kerim bu kötü alışkanlığı bir anda kesin bir emirle kaldırmamıştır. Bunun yerine insanları eğiterek onu aşamalı şekilde kaldırmayı tercih etmiştir. Allah (c.c) ilk olarak hurma ve üzümlerden hem içki hem de güzel rızık elde edildiğini, bunda da düşünen bir toplum için ibret olduğunu beyan etmiştir.17 İkinci adımda alkollü içkinin, bazı faydalarının yanında, günahının büyük olduğu vurgulanmıştır. Bu uyarı, içki içen Müslümanların zihnine “içkinin günahının büyük olduğu” fikrini yerleştirmiştir. Bir sonraki aşamada sarhoşlu hâldeyken namaz kılmak yasaklanmıştır. Bunun gereği olarak alkol kullanan Müslümanlar, namazların öncesinde içki içmeyi bırakmış ve böylece içki içmenin vakti daraltılmıştır. Son adımda ise şu ayetle bu alışkanlık kesin bir şekilde yasaklanmıştır: ‘’Ey iman edenler! İçki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.’’ Bu ayetlerin indirilmesiyle Müslümanlar içki içmeyi tamamen bırakmışlar ve ellerinde kalan içkileri dökerek imha etmişlerdir.
Örneklerden de anlaşıldığı üzere, Kur’an-ı Kerim’in tefsiri yapılırken veya ondan hüküm çıkarılırken neshi dikkate almak gerekmektedir. Böylece, Kur’ani hükümlerin netleşmesi sağlanmakta ve insanlar için faydalı sonuçlar çıkarılabilmektedir.
3.4. Muhkem ve Müteşabih
Muhkemin sözlük anlamı, sağlam; müteşabih de iki şeyin birbirine benzemesi demektir. Muhkem ayetler, Kur’an-ı Kerim’in manası kolaylıkla anlaşılan ayetleridir. Müteşabih ayetler ise manaları bilinemeyen, anlamlarında kapalılık bulunan ya da birden çok mana ihtimali olup bu manalardan birisini tercihte zorluk olan ayetlere denir.
Hud suresi 1. ayetinde Kur’an’ın tamamının muhkem olduğu ifade edilmektedir. Bunun anlamı bütün ayetlerin her yönüyle bozulmadan uzak, nazım ve i‘caz güzelliğine sahip ve lafız ve ile manalarının kendi aralarında tam bir uyum içinde olmalarıdır. Yine Zümer suresi 23. ayette Kur’an’ın tamamının müteşabih olduğu bildirilir. Bunun manası ise ayetlerin belagat, fesahat ve icaz yönleriyle birbirlerinin benzeri olmaları ve birbirlerini tasdik eder nitelikte bulunmalarıdır.
Aslında ayetlerin muhkem ve müteşabih olmaları lafızlarının ve manalarının sağlamlığını, kusursuzluğunu ve güzelliğini ifade etmektedir. Âl-i İmrân suresinin 7. ayetinde hem muhkem hem de müteşabih ayetlere vurgu yapılmaktadır: “…(Kur’an’ın) bazı ayetleri muhkemdir ki bunlar kitabın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu te’vil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir.”
Muhkem ayetlerde ibadet, helal, haram ve amellere dair bilgiler yer alır. Bu ayetler gördüğümüz, yaşadığımız, hissettiğimiz ve akıl yürütebildiğimiz konularda bilgi verirler.
Muteşabih ayetlerin ne anlama geldiği hususu genel olarak iki kısımda incelenebilir: Birincisi, Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi gibi bilinmesine imkan olmayan müteşabih ayetlerdir. Manasını sadece Allah Teala bilir. İkincisi ise garib kelimelerin anlamları ve muğlak (kapalı) hükümler gibi manası bilinebilen ayetlerdir.
3.5. Garibu’l-Kur’an
Garib kelimesi sözlükte yurdundan uzak kalan kimse, kapalı bir kelime anlamlarına gelir. Terim olarak Garibu’l-Kur’an, başka dillerden Arapça’ya girdiği veya az kullanıldığı için manası bilinmeyen kelimeler demektir. Kur’an-ı Kerim, Kureyş lehçesinde
indirilmiştir. Bu lehçeyle konuşan bir kimse, Kur’an’da yer alan başka bir lehçeye ait kelimeyi anlayamayabilir. Araplar, gerek ticaret ve gerekse başka vesilelerle zaman zaman temasta bulundukları yabancı toplumlardan bazı kelimeler alıp Arapçaya nakletmişlerdir. Bu kelimeler Kur’an’ın ilk muhataplarının bazıları tarafından bilinmiyordu. Bundan dolayı erken dönemlerde bu tür kelimeleri konu edinen bir ilim dalı olarak Garibu’l-Kur’an ilmi ortaya çıkmaya başlamıştır. Mesela, sahabeden Abdullah b. Abbas … الَْحَمْدُ لِّٰ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالْرَْضِ ayetindeki فَاطِر ın “yoktan var eden” anlamını, bu kelimenin ait olduğu lehçeyle konuşan iki Arap köylüsünün bir kuyu başında yaptıkları tartışma esnasında öğrenmiştir. Birinci âyetteki fâtır kelimesinin kök anlamı “yaratmak, yoktan var etmek, bir şeyi yapmada ilk olmak, icat etmek”tir. Yüce Allah, evreni ve evrendeki bütün varlıkları ilk olarak yaratması, her varlığa aslî (fıtrî) özelliklerini vermesi sebebiyle kendi zâtını “fâtır” olarak nitelemiştir.
Doğal olarak bütün diller, yabancı dillerden kelimeler almış ve onları kendi potasında eriterek kelime hazinelerine katmıştır. Arap dili de yabancı dillerden aldığı bazı kelimeleri Arapçalaştırarak kullanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de, indirildiği dönemin günlük konuşma dilindeki bu gibi bazı garib kelimeler bulunur. Garibu’l Kur’an’ı Arap şiirindeki farklı kelimerden ve ayrıca Kur’an-ı Kerimdeki nahvi zor olan, kural dışı kelimelerden bilebiliriz.
Günümüzde garib diye tabir edilen bu kelimelerin manaları tespit edilmiştir. İlk zamanlarda bu bilgiler çoğunlukla şifahi yolla nakledilirken Hicri II. asırda Garibu’l-Kur’an bilgileri toplanarak kitaplara geçirilmiştir. Bazı kelimelerin anlamının herkes tarafından bilinememesi, Kur’an’ın ona yüklediği yeni anlam sebebiyle de olabilmektedir. Mesela,
خَتَمَ الّٰلُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْ وَعَلٰى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ ayetindeki خَتَمَ kelimesinin ‘mühürledi’ anlamı bilinmesine rağmen, ayetteki “Allah onların kalplerini mühürledi.” cümlesinin manası bir çok kimse tarafından bilinmiyordu.
Kelimelerin Kur’an’da nadir kullanılması da o kelimenin anlamının bilinememesine sebep olmuştur. Örnek olarak sadece
وَحَنَانًا مِنْ لَدُنَّا وَزَكَاةً وَكَانَ تَقِيًّا ayetinde geçen حَنَانًا kelimesi böyledir. O “merhamet, ruh inceliği ve kalp yumuşaklığı” anlamındadır. Nitekim Abdullah b. Abbas bile bu kelimenin anlamını ilk anda bilmediğini söylemiştir.
Yabancı dillerden ve lehçelerden Arap diline geçerek Arapçalaşmışkelimelerle ilgili bilgiler, erken dönemden itibaren Garibu’l- Kur’an isimli eserlerde toplanmıştır. İmam Şafii (ö.819) ve Ebu Bekr İbnu’l-Arab (ö.1148) gibi âlimler Kur’an’da yabancı kelime bulunmadığını, garib kelimelerin Arapça olup anlamlarının herkes tarafından bilinmediğini söyler. Buna karşı İbn Hazm(ö. 1063) ve İbn Atiyye (ö. 1151) gibi bir çok âlim de Kur’an’da Arapçadan başka dillerden kelimeler bulunduğunu kabul ederler.
Müfessirler garib kelimeleri nüzul zamanındaki anlamıylatespit etmeye önem vermişlerdir. Aksi takdirde, Kur’an’ın doğruanlaşılması ve yorumlanması zorlaşırdı. Kur’an’da yer alan garib kelimelerin ne anlama geldiğini tespit etmek için cahiliye dönemindeki Arap şiiri başta olmak üzere o dönemin konuşulan dilinebaşvurabiliriz. Ayrıca Kur’an’da birbirini açıklayan ayetler ilePeygamberimizin (s.a.v) açıklamaları da Garibu’l-Kuran’ı bilme yollarındandır.
3.6. İ‘cazu’l-Kur’an
İ’caz, acze düşürmek, aciz bırakmak, ikna etmek ve karşıdakinin delillerini çürütmek demektir. Terim olarak ise Kur’an’ın benzerini getirmede insanların aciz bırakılması demektir.
Kur’an-ı Kerim, Arap lisanının mesel, yemin, kıssa gibi bütün dil özelliklerini kullanmakla birlikte, kendine özgü ifade tarzı çok farklıdır. Kur’an’ın meydan okumasına rağmen aynı dili kullananlar onun benzerini asla getirememişlerdir. Müşrikler, Kur’an’ı kendilerine okuyan Peygamberimizin (s.a.v) risaletini kabul etmemişlerdir. Fakat, Kur’an’ın verdiği bilgi ve okunuşundaki ses fonetiğinin cazibesine kapılarak gizlice onu dinlemekten de kendilerini alamamışlardır.
Kur’an’ın nazil olduğu gün gibi hiç değişmemesi ve yirmi üç yılda parça parça inmesine rağmen ayet ve sureleri arasındaki mükemmel ahenk pek etkileyicidir. Benzerini getirmekten aciz kalanlar, onun nurunu söndürmek istemişler ama başaramamışlardır:
“Allah’ın (c.c) nurunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah (c.c) nurunu tamamlayacaktır.”
Kur’an’ın okundukça anlam ve konu içeriğinin zenginleşmesi ve her yönüyle daima taze kalması dikkat çekicidir. Kur’an’da ayet ve surelerin alışılagelen nesir ve nazım şeklinden ayrı, kendine has bir şekilde dizilişi, okunuşu ve konuyu işleyiş tarzıyla muhataplarını kendine hayran bırakmaktadır.
Kur’an, kendisinin ilahi kaynaklı bir kitap olduğuna karşı çıkanlara meydan okuyarak onlardan, bir benzerini ortaya koymalarını istemiştir. Bununla ilgili olarak önce İsra suresi, 88. ayet, ‘insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar bile onun benzerini getiremeyeceklerini’ ilan etmiştir. Müşrikler ‘Kur’an’ı Muhammed uydurdu’ şeklinde iddialarını devam ettirince, bu defa Hud suresi, 13. ayette, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi siz de onun benzeri on sure getirin ve Allah’tan başka, çağırabileceğiniz kim varsa onları da yardıma çağırın.” diye meydan okumuştur. Yunus suresi, 38. ayette ise güçleri yetiyorsa Kur’an surelerinin benzeri sadece bir sure ortaya koymaları istenmiştir. Elbette buna da güçleri yetmemiştir. En sonunda Bakara suresi, 23-24. ayetler kesin hükmü şöyle vermiştir: “Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi de yardıma çağırın. Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kafirler için hazırlanmıştır.”
Tarih boyunca bu meydan okumaya bir karşılık verilememiştir.
Kur’an, insanın iman, ibadet, ahlak, düşünce ve sosyal hayattaki ihtiyaçlarını karşılama yönünden eşsizdir, hükümleri çağlar üstüdür. O, ilim, hüküm ve beyan bakımından insan gücünü aşan niteliklerle doludur. Bu meziyetler, Kur’an’ın nazım ve te’lifi, gaybi haberler vermesi, beşeri ihtiyaçları karşılaması ve bilimsel bazı mucizelere işaret etmesi konularında bariz olarak görülür.
Onun nazmı ve dizilişi, te’lifi öyle üstündür ki, daha güzel olsun diye tek bir harfini bile yerinden oynatmak mümkün değildir.
Kur’an’ın gaybi haber vermesine, Miladi 614 yılında Sasaniler tarafından kesin bir şekilde mağlup edilen Bizanslıların çok yakın bir zamanda onlara galip geleceğini bildirmesi ve yedi sene sonra bu galibiyetin gerçekleşmesi örnek verilebilir.
Hidayet kitabı olan Kur’an zaman zaman bilimsel konulara da değinmiştir. Mesela, Dünya, Güneş, Ay ve bütün gök cisimlerinin birleşik bir gaz kütlesinden koptuğu, arzın yuvarlak olduğu, hava basıncının varlığı gibi birtakım bilgilerden söz etmiştir.
3.7. Vücûh ve Nezâir
Vücûh yüz, cihet, yön manalarına gelen vech kelimesinin çoğuludur. Kavram olarak vücûh bir kelimenin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılmasıdır. Her dilde eş sesli kelimeler vardır. Türkçedeki yüz kelimesi, ‘‘başın ön kısmı, dış taraf, yön, 100 sayısı’’ anlamlarında eş seslinin misalidir. Ayetlerde türevleriyle birlikte on yedi ayrı anlamda kullanılan Hüda kelimesini vücûha örnek olarak verebiliriz. Hüda kelimesi Kur’an’da açıklama(beyan), din, iman, sebat, Hz.Muhammed (s.a.v), irşad ve hidayet etmek anlamlarında kullanılmıştır.
Nezair ise nazire kelimesinin çoğuludur. Nazire, sözlükte ‘şekil, tabiat ve sözlerdeki benzerlikler’ anlamına gelir. Terim olarak bazı ayetlerdeki farklı kelimelerin aynı manayı ifade etmesidir.31 Mesela cehennem, sakar, hutame ve cehîm kelimeleri eş anlamlı kelimelerdir. Dilimizdeki çabuk, tez, seri, hızlı kelimeleri de eş anlamlı kelimelerin örnekleridir.
Vücuh ve nezairin Kur’an’ın anlaşılmasında çok önemli bir yeri vardır. Mesela bir kimse vücuh çerçevesine giren bir kelimeye her geçtiği yerde aynı manayı vermesi hatalı neticelerin doğmasına sbep olur. Nezair için de durum böyledir. Aynı anlama geldiği halde farklı kelimelerle ifade edilen nezâir, Kur’an kelimesinin kendisini örnek verebiliriz: Şöyle ki kitap, furkan, zikir, rahmet, şifa kelimeleri, Kur’an kelimesiyle eş anlamlıdır. Aynı şekilde; ‘hesap günü, din günü, dirilme günü, kavuşma günü, pişmanlık günü’ kelimeleri de ‘ahiret günü’yle eş anlamlı yani nezâir kelimelerindendir. Vücûh ve nezâirle ilgili eserler büyük ölçüde Mukâtil’in görüşlerine dayandırılmış, bu eserlerde önceleri bir sistem gözetilmezken zamanla (muhtemelen Ebû Hilâl el-Askerî’den itibaren) alfabetik sıralamaya geçilmiştir.
Konuya dair eserlerde ele alınan kelime sayısı yanında bu kelimelere atfedilen vücûh sayısında da farklılıklar vardır. Nitekim Mukātil b. Süleyman 185 kelime tesbit ederken Yahyâ b. Sellâm 115, İbnü’l-Cevzî 324, Dâmegānî 531, Hîrî 588 kelime tesbit
etmiştir. Meselâ “emr” kelimesinin Mukātil, Yahyâ ve Hîrî’de on üç, Dâmegānî’de on yedi veçhi belirtilmiştir. “Hak” kelimesinin vücûh sayısı Mukātil’de on bir, Dâmegānî’de on iki, Hîrî’de yirmi dokuzdur.
Ayet ve surelerdeki anlam zenginliği, ayetleri açıklamada ifade zenginliği kazandırmaktadır. Bu yüzden de vücuh ve nezair ilmi dikkate alınmadığında ayetlerin manalarını doğru bir şekilde anlamak mümkün olmaz.
3.8. Huruf-ı Mukattaa
Hurûf, harf kelimesin çoğuludur. Mukattaa ise ‘kesilmiş şey’ anlamındadır. Terim manası ise bazı sure başlarında bulunan ve tek tek okunan harflerdir. Mukattaa harflerine hecâ harfleri de denilir. Mushafta المر-طس-الر-ق-ن ve ص harfleri başlarında yer aldıkları ayetin bir parçası olarak kabul edilmiştir. Diğer surelerdeki mukattaa harfler ise başlı başına müstakil birer ayettir.
Huruf-ı mukattaa on dört harftir ve bu sayı Arap alfabesinin yarısına tekabül etmektedir. Bu hafler Kur’an’da, harf sayıları bir ile beş arasında değişen on üç ayrı kalıpta kullanılmıştır. Bunların, yirmi yedisi Mekki ve ikisi Medeni olmak üzere, yirmi dokuz surenin başında yer almıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v) onların manalarını bildiği halde onları açıklamamıştır. Dolayısıyla onları bilmek Müslümanlara bir sorumluluk getirmez.
Genellikle ilk dönem müfessirleri, huruf-ı mukattaayı, manasını yalnızca Allah’ın (c.c) bildiği müteşabihlerden saymışlardır. Manaları insanlara gizlendiğinden onları kesin bir mana ile yorumlamamışlardır. Hz. Ebu Bekir (ö.13/634) der ki, “Her kitabın bir sırrı vardır, Allah’ın (c.c) Kur’an’daki sırrı mukattaa harfleridir.” Hz. Ali (ö. 40/660) de “Her kitabın bir özü vardır, bu kitabın özü de huruf-ı mukattaadır.” demiştir.
Mukattaa harflerin, Allah’ın (c.c) isim ve sıfatlarından bazısına işaret ettiği, başında bulundukları surelerin isimleri olduğu şeklinde görüşler de vardır. Yaygın diğer bir görüş ise bu harfler Kur’an’ın mucize oluşuna dikkat çekmektedir. Yüce Allah (c.c), müşrik Araplara konuştukları dilin alfabesinin bazı harflerini kullanarak: ‘‘Bunlar sizin kullandığınız ve onlarla kelime ve cümleler oluşturduğunuz harflerdir, haydi siz de benzer bir kelam oluşturun.’’ diyerek meydan okumuştur.
3.9. Meseller
Mesel, insanlar arasında kabul görüp yayılmış, teşbihe dayalı hikmetli ve kinayeli veciz sözlerdir. Çoğulu emsâldir. Kur’an ilimlerinden Emsâlü’l-Kur’an, insan ruhunda iz bırakan ve hayranlık uyandıran biçimde özlü olarak ifade edilen ayetleri inceler. Kur’an’da bu kavram, darbımesel tamlamasıyla kullanılmıştır.
Misaller, manaları somutlaştırmaya yarar. Çünkü o, duyu organlarının yardımı ile zihinde daha iyi yer eder. Ayrıca mesellerde amaç, gizli olanı açığa çıkarmak, görülmeyeni gözler önüne sermektir. Yine akılla kavranabilen soyut kavramların zihinde tutulması kolay değildir. Meseller bunların hafızada kalıcı hale gelmesine yardımcı olur. Kur’an-ı Kerim bu etkili ifade biçimine yer vermiştir.
Mesellerin büyük çoğunluğu başta tevhit olmak üzere itikadi konulardadır. Amelî ve ahlaki mesellere de yer verilmiştir.
Anlaşılması bakımından meseller iki gruba ayrılmıştır.
Birinci kısım açık mesellerdir. Geçimini ziraattan sağlayan halkın yaşadığı Medine’de inen Bakara suresi 261. ayeti buna örnektir. Ayette, helal mallarını ihlasla Allah (c.c) yolunda harcamak, yüz taneli yedi başak bitiren bir tohum ekmeye benzetilmiştir. Hedef bu amelin, bire en az yedi yüz kat sevap kazandıracağını muhataplara kolayca anlatmaktır. Aynı şekilde, insan hayatının kısalığı, bir fidenin çiçek açma, meyve verme ve kuruma aşamalarından geçerek rüzgarın önünde savrulan bitkiye benzetilmesidir.
İkinci kısım ise gizli mesellerdir. Bunları kavramak, derin düşünmeyi gerektirir. “Rabb’inin izniyle güzel memleketin bitkisi güzel çıkar; kötü olan bitkiden ise faydasız bir bitkiden başka bir şey çıkmaz.” ayetindeki güzel toprak mümine, iyi mahsul de onun salih ameline; çorak toprak ise kâfire, kıt ve kötü ürün de onun kötü ameline benzetilmiştir. Kur’an’da farklı lafızla geldiği halde, halk arasında yaygın mesellerin manasına uyanlar da vardır. Bunun en canlı misalini, “…kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür…” ayetiyle ‘‘Ne ekersen onu biçersin.’’ atasözünün birbirine olan benzerliği oluşturur.
3.10. Kıssalar
Sözlükte kıssa, birinin izini sürerek arkasından gitmek ve bir sözü birine açıklamak demektir. Kıssa sözcüğünün hikâye anlamında olmadığına dikkat etmek gerekir. Kur’an kıssaları, ibret alınmak üzere anlatılan, tarihî gerçeklik ve doğruluk niteliği taşıyan olaylardır.
Bir terim olarak kıssa, geçmiş kavimlere ait olaylar üzerinde dikkatleri yoğunlaştırarak insanı ders almak üzere derin tefekküre yönelten bir olgudur. Kur’an insanı eğitirken anlatım üslubunu zenginleştiren ve soyut gerçeklerin anlaşılmasını kolaylaştıran kıssaları bir metot olarak çok kullanmıştır.
Bütün kıssalarda tema, Allah (c.c) merkezlidir ve bütün Peygamberlerin İslam’ı tebliğ ettiğini bildirmektedir. Kıssalar, geçmişten ders almak isteyenlere öğüt verirler. Öte yandan onların bir gayesi de Hz. Muhammed’in (s.a.v) nübüvvetini ispat etmektir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v)bu kıssaları okumadığı, tahsil etmediği halde onları doğru bir tarzda anlatması vahiy yoluyla aldığının bir delilidir.
Kıssalar iç ve dış dünyasında buhrana düşen insanlara kurtuluş yollarını göstermeyi ve yeri geldikçe onları teselli etmeyi hedef alır. Yûsuf suresindeki kıssa ile vefa, sadakat, pişmanlık, yardımlaşma gibi ahlaki ilkeler anlatılır. Bu nedenle kıssalar Peygamberimiz (s.a.v) ve müminlere meşakkatlere direnmelerini telkin eder ve onları teselli eder. Müminleri imanda sebat etmeye ve kendilerine güvenmeye yönlendirir. Allah’ın (c.c) mü’minlere olan lütuf ve bağışını, müstehak olanlara cezasını canlı tablolar hâlinde açıklar.
Kıssalar tarihî gerçeklerdir. İnsana, tarihî olaylar üzerinden dinî bilinç kazandırır. Kur’an kıssaların ibretlik, ahlaki ve eğitici yönlerini taze tutar. O, kıssayı hangi maksatla zikretmek istiyorsa olayın sadece o kadarını verir. Kıssalar arasında, önceki peygamber ve milletlere dair kıssalar daha fazladır. Anlatım tarzı bakımından Kur’an kıssaları, Hz. Yusuf’un rüyası gibi okuyucuyu meraklandıran bir girişle başlamıştır. Önemli sahnelerde temsili anlatım tercih edilmiş; olaylar, canlı ve hareketli tasvirlerle anlatılmıştır.
Mekkî surelerin kıssaları sert ve özlü üslupla verilmiştir. Medenî surelerin kıssalarında ise geniş açıklama ve yumuşak ifadeler hâkimdir.
Kıssalardaki tekrarlar; onların önemini açığa çıkarmış ve kalplerde iyice yerleşmesini sağlamıştır. Dinin tebliği farklı üsluplarla tekrarlanmıştır. Aynı kıssa, farklı üsluplarla anlatılarak Kur’an’ın belagati ortaya konulmuştur.
3.11. Mecazlar ve Deyimler
Mecaz, sözlükte yürüyerek geçmek ve yol katetmek demektir. Bir terim olarak mecaz, bir sözü, bir karine ve bir alakanın varlığı sebebiyle gerçek anlamı dışında başka bir manada kullanmaktır. Karineden maksat mecaz anlamı gerektiren delil ve işaretin bulunmasıdır. Alaka ise sözün hakiki manasıyla mecazi anlamı arasında olan alaka ve irtibattır.
Mesela bir ayette “Onlar hidayete karşılık dalaleti satın aldılar. Ancak onların bu ticareti kazanmamıştır.” buyrulur. Burada mecaz vardır. Çünkü onların bu ticareti kazanmamıştır sözü, esasen “Onlar bu ticaretlerinde kazanmamıştır.” demektir. Karine ise aklen ticaretin kendi başına kazanmasının imkansız olmasıdır. Bu tür mecaza akli mecaz denir. Başka bir ayette de “o münafıklar ölüm korkusundan parmaklarını kulaklarına tıkarlar.” buyrulur. Bunda da mecaz vardır. Çünkü parmakların bütününün kulağa sokulması mümkün değildir. Parmak uçlarını kulaklarına tıkarlar demektir. Bu ifadede ‘‘zikru’l-küll ve iradetü’l-cüz’’ (bütünü söyleyip bir parçayı kastetme) adı verilen tarz vardır. Cüzün zikredilip bütünün kastedilmesi şeklinde de mecaz vardır. Bir başka örnek, Beled suresi 13.ayette geçen فَكُّ رَقَبَةٍ terkibidir. Buradaki “kölenin boynunun azat edilmesi” deyimi; kölenin şahsının azat edilmesi demektir. Burada cüz zikredilip bütün kastedilmiştir. Bu çeşit mecazlara lügavî mecaz denir.
Kur’an ayetlerindeki deyimler de ayrıcalıklı bir anlatım tarzıdır. Onların Türkçedeki karşılıklarının bulunmasında dikkatli olmak gerekir. Ayetlerin mütercimler tarafından nasıl anlaşıldıkları gibi onların anladıkları manayı nasıl ifade ettikleri de önemlidir. Mesela وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ ayetindeki duribet aleyhim tabirinin, “Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu.” şeklinde lafzen tercüme edilmesi çok defa maksadı vermez. Oysa deyim olarak “zillete ve fakr u zarurete düçar olmak”, veya “zillet ve hakarete maruz kalmak” şeklinde ifade edilmesi demektir. Bu durum kadim tefsirlerde, gayet net bir biçimde izah edilmiştir.
Mütercim, tercüme çalışması sırasında Arapçanın ve Türkçenin bütün inceliklerine nüfuz edebilmelidir. Bu çerçevede her iki dilde de kullanılan mecazi ifadelere ve deyimlere, atasözlerine ve terimlere tam anlamıyla vakıf olmalı, söz konusu ifadelerin kesiştiği ve ayrıştığı noktaları bilmelidir. Mesela ‘‘hammalete’l hatabın’’ “odun hamalı” diye tercüme edilmesi maksadı anlatmaz. Fakat bir deyim olarak düşünülüp “igrenç söylentilerin taşıyıcısı kadın” veya “dedikoducu kadın” diye anlaşılması ve aktarılması manasını karşılar.
4. Tefsirden Tefekküre
4.1. Fil Suresi ve Tefsiri
Fîl suresi, adını ilk ayetinde geçen Fîl kelimesinden alır. Mekke’de inmiş olup ayet sayısı beştir. Nüzul sırası on dokuz, mushaftaki sırası ise yüz beştir. Sure Kâbe’ye saldıran ordunun olağan dışı bir şekilde hezimete uğratıldığını ve helak edildiğini anlatır. Miladi 570 yılında Habeşistan yönetimindeki Yemen valisi Ebrehe, Yemen’in San’a şehrinde bir kilise yaptırıp her yıl Mekke’de Kâbe’yi ziyaret eden Arap hacıları oraya yönlendirmek istedi. Yaptırdığı kiliseye karşı yapılan bir sabotajı bahane ederek Kabe’yi yıkmaya yemin etti. Hemen içlerinde Mahmud adlı çok büyük bir filin de yer aldığı on iki filin de bulunduğu yaklaşık altmış bin kişilik orduyla Peygamberimizin (s.a.v) doğumundan iki ay kadar önce Mekke’ye doğru yola çıktı. Ordunun önündeki büyük fil nedeniyle bu olay Fil olayı, yıl da fil yılı diye anıldı. Mekkeliler bu olayı tarih başlangıcı olarak kullanmışlardır. Fil olayı tamamen bir mucizedir. Bu olaydan sonra Kureyş’e ‘’Ehlullah’’ denilmiştir.
1. ‘‘Rabb’inin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?’’
Ey Peygamber, olayı gören insanların varlığı ve anlattıklarıyla fil ordusuna Rabb’inin ne yaptığını gözle görür gibi kesin bir bilgi ile bilmedin mi? Başka bir deyişle, sen ve diğer insanlar bu olayı kesin olarak biliyorsunuz.
2. ‘‘Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı?’’
Keyd, gizlice hile yapmak, aldatmak, tuzak kurmak demektir. Ayet, Ebrehe ve yandaşlarının Kâbe’yi yıkmaya yönelik kötü niyet ve haince kurdukları hile ve tuzaklarının boşa çıktığını hatta yok olmalarına vesile olduğunu ifade eder.
3-5. “Üzerlerine sürüler halinde kuşlar gönderdi. Onlar gökten taş yağdırıyorlardı. Ve böylece onları yenmiş ekin yaprakları
gibi yaptı.”
Ebabil, sürü sürü, küme küme, peş peşe gelen kuşlar demektir. Siccîl; birinci kat semâ, katı, sert ve taşlaşmış çamur, balçıktan pişirilmiş taş anlamlarına gelir. Asf ise ekin manasına gelir. Yüce Allah’ın, özel olarak yaratmış olduğu kuş sürüleri, gökten taşları bırakıyordu. O taşlar, Ebrehe ordusundan kimin başına isabet ederse onu hemen öldürüyordu. Öyle ki üzerilerine yağan taşlar sebebiyle bu insanlar haşereler tarafından “yenilip çiğnenmiş ekin” gibi delik deşik bir şekle dönüşmüştü. Böylece sürüler halinde gelen kuşlar, Ebrehe ordusunu yok etmiştir. Abdullah b. Abbas, Ebu Talib’in kızı Ümmü Hânî’nin evinde, kuşların attığı bu taşlardan zafer boncuğu gibi kırmızı çizgili olan bir tanesini gördüğünü söyler. Mekkeliler tarafından bilinen ve Kur’an’ın aktarımıyla da tüm insanlık tarafından öğrenilen Fil olayında bazı mesajlar vardır:
-Allah’ın gücü sınırsızdır, hakimiyet Allah’ındır.
-Allah’ın bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok şekilde yardım eder.
Bu şekilde verilen ibretlerden, hem o dönemi daha iyi anlayabilir hem de günümüzde Allah’ın yardımını fark edebiliriz.
4.2. Kureyş Suresi ve Tefsiri
Sure adını ilk ayetinde geçen Kureyş kelimesinden alır. Toplam dört ayet olup nüzul sırası yirmi dokuz, mushaftaki sırası ise yüz altıdır. Sure Mekkîdir. Tîn suresinden sonra nazil olmuştur.
1-2. ‘‘Kureyş’e alıştırılıp kolaylaştırıldığı için. Evet, kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için.’’
Îlâf kolaylaştırmak, yönelmek, ülfet ettirmek ve alışkanlık anlamlarına gelir.
Kureyş, Hz. Peygamberin (s.a.v)mensup olduğu ve Kur’an’da da adı geçen büyük kabiledir.
Gasp, soygun ve saldırıların yoğun olduğu bir toplumda, Ebrehe ordusu mucizevi bir şekilde Yüce Allah tarafından helak edilmiştir. Bu durum Mekke’nin idaresini elinde bulundurmaları sebebiyle Kureyşlilere ve diğer insanlara da bir güven içerisinde ve dokunulmazlık algısı sağlamıştır. Bu sayede rahatlıkla güven içerisinde, ticari ve diğer seferlere çıkabiliyorlar, kazanabiliyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v) onlara bunun Yüce Allah’ın ikramı olduğunu bildirmişti. Bu îlaf yani (iyi geçim ve muvaffak olma) nimetinin Allah’tan (c.c) olduğunun farkında olup putlara değil yalnız Allah’a (c.c) kulluk etmeleri istenmiştir. Kureyşliler, yaz ve kış diledikleri yerlere yolculuk etmede kolaylık ve başarıya ulaşmışlardı. Onlar, Kabe’nin bakımını üstlendiği için diğer kabileler arasında saygın bir yere sahipti. Fil olayından sonra Kâbe’nin önemi ve buna paralel olarak onların itibarı da artmıştı. Bu yüzden çevre kabileler onlara hürmet eder ve hiç dokunmazdı. Mekke, tarım ve hayvancılığa elverişli olmadığı için onlar, kışın Yemen’in ılık bölgelerine, yazın da Suriye’nin serin yaylalarına güvenle ulaşır, ticaret yaparlardı. Ayette, işte bu seyahatlerin onlara kolaylaştırıldığı ve güvenli kılındığı ifade edilmektedir.
3. Onun için bu Beyt’in (Kabe’nin) Rabb’ine kulluk etsinler!
Bütün bu imkânların Allah (c.c) tarafından olduğu düşünüldüğünde surede geçen ‘‘Öyleyse bu evin, Kabe’nin Rabb’ine kulluk etsinler!” çağrısı daha iyi anlaşılmaktadır.
4. ‘‘Ki (O) kendilerini açlıktan doyurmuş ve onları her çeşit korkudan emin kılmıştır.’’
Yüce Allah onları kıtlık ve açlıktan kurtarmıştır. Verilen akıl ve diğer yeteneklerle bütün bu ikramların Allah’tan (c.c) olduğunun farkına varabilirler. Müşriklerin, Peygamberimizin (s.a.v) dediklerini kabul ederek tek olan Allah’a (c.c) kul olmaları ve Kâbe’de sergiledikleri putları kaldırmaları gerekir.
10. ‘‘Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin. ’’
Bu ayet, yeryüzündeki tüm müslümanların evrensel bir ailenin bireyleri gibi olduklarını ve birbirlerine öz kardeşmiş gibi dürüst ve samimi davranmaları gerektiğini bildirir. Aralarındaki bu kardeşlik anlayışının hiçbir dinde ve düşüncede örneği yoktur. Müslümanlar, her konuda olduğu gibi din kardeşlerinin arasını bulmada da adil ve duyarlı olurlar. Bu konuda yanlış yapmaktan pek sakınırlar.
11- 12. Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir..
Müslüman bir kimse başka Müslümanı, Müslüman bir gurup, diğer bir gurubu hakir görüp onunla alay etmemelidir. Ebu Said El-Hudri ve Ebu Hureyre’nin anlattığına göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse için, bir müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur.” . Buradaki alay etmek sözüyle, sadece sözle yapılan alay değil, bir kimsenin rahatsız edici bir şekilde taklidini yapmak; sözleri, davranışları, tipi, giyimi ile eğlenmek veya bunlarda bir kusur, ayıp bulup başkalarının dikkatini çekmek şeklindeki tüm davranışlar kastedilmektedir.
Bu ayetlerin indirilme nedeni şöyle açıklanmaktadır: Bir rivayete göre Beni Temim kabilesinden gelen temsilciler; İslam’a ilk girenlerden Ammar, Habbab, Bilal, Süheyb, Salim gibi fakirleri alaya alıp onların hallerine gülmüşlerdi. O nedenle bu ayetler inmiştir, ayrıca Hz. Safiye hakkında bazı kadınlar, “Yahudi kızı Yahudi” diye dedikodu yapmışlardı. Safiye üzülerek olup bitenleri Hz Peygamber’e (s.a.v) anlattı. Hz Peygamber (s.a.v) ona, “Üzülme ve sen onlara atam Harun’dur, amcam Musa’dır, kocam da Muhammed’dir (s.a.v) dersin.” buyurarak teselli etti.
Ayette başkasını gücüne gidecek bir lakab ile çağırma yasaklanıyor. Söz gelimi bir kimseye fasık ve münafık diye hitap etmek; topal, a’mâ ve tek gözlü olan özürlü kimselere buna göre isim takmak; bir kimseye kendisinde, anne, baba veya ailesinde bulunan bir ayıbı dolayısıyla lakab takmak ya da yeni müslüman olmuş birine önceki dinine dayanarak bir ad vermek veyahut bir gruba, bir aileye, bir kabile ve sülaleye kendilerinde bulunan bir kusuru ortaya çıkaran bir isim takmak yasaklanmaktadır. Ancak hakaret ve kötülük kastedilmeksizin bir kimseyi tanıtmak için gerektiğinde kambur, topal vb. lakaplarla anmak yasak değildir.
Bu ayette kişi fazlaca zanda bulunmaktan ve her tahmin ettiğine tabi olmaktan menedilmiştir. Bunun sebebi olarak da zannın bir kısmının günah olması gösterilmiştir.
Suizan gerçekte günah olan zandır. Kişinin başka birine sebepsiz yere suizan beslemesi veya başkaları ile ilgili kanaat ve görüşlerinde daima suizanı ön plana alması yasaktır. Aynı şekilde dış görünüşleri ve hareketleri temiz ve iyi bir insan olduğunu gösteren kişilere suizan beslemek de yanlıştır.
Ayette (güvenlik araştırması gibi meşru bir sebep olmadan) insanların sırlarını, gizli yönlerini araştırmayın, birbirinizin kusurlarını soruşturmayın, başkalarının hal ve hareketlerini araştırmayın, denilmektedir. Bu hareketler ister suizandan dolayı yapılsın, ister kötü niyetle birine zarar vermek için yapılsın veya sadece kendi merakını gidermek için yapılsın, her durumda da dinin yasakladığı tecessüstür. İki kişinin konuşmasına kulak kabartmak, komşuların evlerinin içini merak etmek, çeşitli yollarla başkalarının aile hayatını veya onların şahsi sır ve davranışlarını bir gerek olmadan araştırmak dinen yasaktır ve bu birçok kötülüğe kaynaklık eder. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve diğer muhaddislerin naklettiği, Hz. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz (s.a.v) gıybeti şöyle tarif buyurmuştur: “Birinin, herhangi bir kimsenin arkasından, duyduğu zaman hoşuna gitmeyeceği sözler söylemesidir.” Bu tarif bizzat Peygamberimiz( s.a.v) tarafından yapılmıştır. Adamın biri Hz. Peygamber’e (s.a.v) “gıybet nedir?” diye sordu. O da “İşittiğin zaman hoşuna gitmeyecek şekilde kişi hakkında konuşmandır.” buyurdu. Adam “Ya sözüm doğru ise!” deyince Peygamberimiz, “Eğer sözün yanlışsa, o zaten iftiradır.” buyurdu.