Hadis ÇEŞİTLERİ:
Hadisler; kaynağına,ravi sayısına ve sıhhat derecesine göre üç kısma ayrılır. Bu kısımlardan her birinin ayrıca alt başlıkları bulunmaktadır.
Aşağıda bunları sırasıyla inceleyelim:
Kaynağına göre, bir diğer deyişle söyleyeni bakımından hadisler dört gruba ayrılır:
Peygamber Efendimizin Allah Teâlâ’nın sözü olduğunu belirterek ifade buyurduğu hadislere “Kudsî Hadis” denir. Başka bir deyişle Hz. Peygamber’in Kur’an dışında Allah’a dayandırarak söylediği hadislerdir. Bu tür hadislerin kelimeleri Peygamber
Efendimize, manası ise Allah’a aittir.
Kudsî hadisler genelde قَالَ الّٰلُ Allah buyurdu ki” şeklinde
ya da قَالَ رَسُولُ اللِّٰ صَلَّى اللّٰ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِيمَا يَرْو۪يهِ عَنْ رَبِهِّ
Resulullah (s.a.v.) Rabb’inden naklederek buyurdu ki” şeklinde ifadelerle rivayet edilmiştir. Kudsî hadisi, diğer hadis çeşitlerinden ayıran en önemli nokta, Resulullah Efendimizin bu hadisleri Allah Teâlâ’nın söylediğini belirtmesidir. Bu yüzden kudsî hadise, “İlahî” veya “Rabbânî” hadis de denir.
Hem lafız hem mânâ olarak Hz. Peygambere (s.a.v.) ait olan hadislere merfû hadis denir.
Merfû rivâyetler Resulullah’ın (s.a.v.) sözleri, davranışları, onayları (takrirleri), ahlakı veya şemâiline (yaradılış özelliklerine) dair hadislerdir.
Sahabilerin Resulullah’a (s.a.v.) nispet etmedikleri halde, kendi görüş ve düşünceleriyle söylemeleri de mümkün olmayan söz ve davranışları merfû hadis kabul edilir. Mesela bir sahabi cennet-cehennem gibi gaybı ilgilendiren yani akıl ve duyularla bilinmeyen bir konuda söz söyleyemez. Ama onun bu konudaki bir sözü Resul-i Ekrem’e nispet etmese bile merfû sayılır. Çünkü o sahabi bu bilgiyi mutlaka Peygamber Efendimizden almıştır. Ancak Allah’ın Resulü’ne açıkça nispet edilen hadislerden farklı olan bu rivâyetlere “hükmen merfû hadisler” denir.
Meselâ Basra valisi Utbe b. Gazvân’ın, “cehennemin kenarından atılan bir taşın yetmiş sene geçmesine rağmen cehennemin dibini bulamayacağı” bize söylendi, şeklindeki sözü3 açıkça Peygamberimizin sözü olarak aktarılmamış olsa da hükmen merfû bir hadistir. Zira böyle bir bilgiyi Utbe b. Gazvân’ın veya başka bir sahabinin kendi görüşü olarak söylemesi mümkün değildir.
Sahabilere nispet edilen söz, fiil ve onaylara (takrirlere) mevkuf hadis denir.
Mesela Hz. Ali’nin
حَدِّثُوا النَّاسَ بِمَا يَعْرِفُونَ أَتُحِبُّونَ أَنْ يُكَذَّبَ الّٰلُ وَرَسُولُه
“İnsanlara bildikleri şeyleri anlatın. Allah ve Resulü’nün yalanlamasını ister misiniz?” sözü kavlî bir mevkûf hadistir.
كَانَ أَبُو بَكْرٍ اَلصِّدّ۪يقُ، إِذَا أَرَادَ أَنْ يَأْتِىَ فِرَاشَهُ، أَوْتَرَ. وَكَانَ
عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ، يُوتِرُ اٰخِرَ اللَّيْلِ
“Hz. Ebû Bekir, yatmak istediğinde vitir namazını kılardı, Hz. Ömer ise gecenin sonunda vitrini eda ederdi” sözü ise Hz. Ebû
Bekir ve Hz. Ömer’in davranışını anlattığı için fiili bir mevkûf hadistir.
فَعَلْتُ كَذَا أَمَامَ أَحَدِ الصَّحَابَةِ وَلَمْ يُنْكِرْ عَلَىَّ
“Falan sahabinin huzurunda şöyle yaptım, o da benim bu hareketimi reddetmedi.” şeklindeki bir ifâde de söz konusu sahabinin onayını (takririni) içerdiği için takrirî bir mevkûf hadistir.
Mü’min olarak bir veya birkaç sahabi ile karşılaşmış kimselere tâbiî denir. Çoğulu “tabiûn”dur. Tabiûna nispet edilen söz ve fiillere ise maktû hadis adı verilir.
Maktû hadise şöyle bir örnek verebiliriz:
عَنْ عَطَاءٍ، وَعُمَرَ بْنِ عَبْدِ الْعَز۪يزِ، قَالَ : لَ يَؤُمُّ الْغُلاَمُ قَبْلَ
أَنْ يَحْتَلِمَ فِى الْفَر۪يضَةِ وَلَ غَيْرِهَا
Tabiûn tabakasına mensup Atâ b. Ebî Rebâh ve Ömer b. Abdülaziz şöyle demişlerdir: “Bulûğa ermemiş bir çocuk farz ve diğer namazlarda imamlık yapamaz” Bu sözü söyleyen Atâ b. Ebî Rebah ve Ömer b. Abdülaziz tabiûn tabakasında oldukları için hadis maktû’dur.
Yukarıda görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.v.), sahabe ve tabiûna nispet edilen rivâyetlerin her birine ortak bir kavram
olarak “hadis” denmektedir. Bununla beraber onların bağlayıcılık değeri bir değildir.
Bir hadisin Resul-i Ekrem’den geldiği sabit olunca, o tüm Müslümanlar için bağlayıcıdır ve o hadisin gereği yapılır. İslam’da bu özellik Hz. Peygamber dışında hiç kimse için geçerli değildir. Bir sahabinin ictihad ve görüşleri ise genel kabule göre bağlayıcı değildir. Yani onu işiten bir müçtehidin ona uyması zorunlu değildir. Bununla birlikte sahabiler, vahyin inişine şahitlik ettikleri ve Hz. Peygamberin öğretiminden geçtikleri için onların fikirleri göz ardı edilmez. Alimlerin çoğunluğu tabiûnun ictihad ve görüşlerilerinin bağlayıcı olmadığını kabul ederler.
Mütevâtir hadis, yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun naklettiği hadislerdir. Bir hadisin mütevâtir olması için üç şart lazımdır.
a. Râvilerinin yalan üzere birleşmesi mümkün olmamalı: Bazen bir bilgi o kadar yaygın bir şekilde gelir ki işitenler onun doğruluğunda tereddüt göstermezler. Böyle gelmeyen bir bilgiyi ise hemen reddederler. Mesela İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildiği mütevâtir bir bilgidir ve dost düşman herkes tarafından böyle nakledilir. Birisi İstanbul’un aslında Kanûnî Süleyman tarafından fethedildiğini iddia etse mütevâtir bir bilgiye ters düştüğü için hemen reddedilecektir. Bedir, Uhud, Hendek savaşlarının varlığı ya da namaz rekâtlarının sayısı gibi haberler bize mütevâtir yolla ulaşmıştır.
b. Her nesilde aktarılmış olmalı: Yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan topluluğun her nesilde devam etmesi gerekir. Şayet bir nesilde haberin yaygınlığı azalırsa tevâtür gerçekleşmez. Mesela 1999’da Marmara bölgesinde büyük bir deprem olduğu, o depremi yaşamasak da bizler için mütevâtir bir bilgidir. Ancak bundan beş yüz yıl önce yine aynı bölgede bir deprem yaşandığı söylense bu mütevâtir bilgi sayılmaz. Çünkü bu bilgi söz konusu dönemde yaygın bir şekilde konuşulsa da daha sonraki zamanlarda yaygın olarak nesillerden nesillere nakledilmemiştir, yaygın olarak da bilinmemektedir.
c. Mütevâtir bilgi; görme ve işitme gibi duyulara dayalı
bilgidir: Buna göre aklî çıkarımlar ya da inançlar mütevâtirin konusu değildir. Meselâ, şu anda dünyanın en kalabalık inanç gruplarından birini oluşturan Hristiyanlar, “İsa, Allah’ın oğludur.” dediklerinde bu mütevâtir haberin konusu değildir. Zira bu bir inançtır. Ancak “Hz. İsa kendisinin peygamber olduğunu söyledi.” cümlesi mütevâtir bir haberdir. Çünkü onun bu sözü işitmeye dayalıdır ve Hz. İsa’nın bu sözünü işiten ve yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan gruplar tarafından günümüze ulaştırılmıştır.
Pek ağır şartları olan mütevâtir hadisler detay bilgilerde değil, daha çok genel haberlerde görülür. Bir hadis veya bilgi tevâtür seviyesine ulaştığı zaman kesin bilgi ifade eder. Dolayısıyla mütevâtir bir bilginin reddedilmesi söz konusu olamaz. Mütevâtir hadisler lafzî ve manevî olmak üzere iki kısma ayrılır.
Lafzen Mütevâtir:
Bir hadisin aynı veya benzer sözcüklerle her nesilde yalan üzere birleşmesi mümkün olmayan topluluk tarafından nakledilmesidir. Bu hadislerin sayısı azdır. Lafzen mütevâtir hadise şu örnek verilir:
مَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّدًا فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ
“Benim adıma kasten yalan söyleyen kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.” Bu hadis, sahabe ve daha sonraki nesillerde birçok kişi tarafından nakledildiği için lafzen mütevâtirdir.
Mânen Mütevâtir:
Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) farklı zamanlarda söylediği sözlerin veya yaptığı hareketlerin her biri mütevâtir şartlarını taşımayabilir. Ancak bazen bu söz veya davranışların ortak noktası mütevâtir seviyesine ulaşır.
Hz. Ali’nin Bedir’de kahramanca savaştığı temel kaynaklarda yer alır. Uhud, Hendek, Hayber ve diğer savaşlarda da Hz. Ali’nin birçok kahramanlık gösterdiği bilinmektedir. Bu olayların her biri mütevâtir sayılmasa da söz konusu farklı olaylardan elde edilen ortak nokta Hz. Ali’nin kahraman ve cengâver bir kişiliği olmasıdır. Buna mânen mütevâtir denilmektedir. Mânen mütevâtir hadisler, lafzen mütevâtir hadislere göre çok daha fazladır.
2.2. Meşhûr Hadis
Hadisçilere göre, her nesilde en az üç râvisi olan rivâyetlere meşhur hadis denir.
Abdullah b. Amr’ın Peygamber Efendimizden (s.a.v.) naklettiği şu hadis meşhur hadis olarak bilinir:
“Allah Teâlâ ilmi insanların kalbinden çekip almak suretiyle yok etmez. Fakat alimleri öldürüp ortadan kaldırmak suretiyle yok eder. Toplumda alim kalmayınca insanlar câhil önderler edinir ve onlara soru sorarlar. Onlar da bilmedikleri halde cevap verirler. Böylece hem kendileri doğru yoldan saparlar hem de başkalarını saptırırlar.”
Meşhur hadisler, birçok isnâdı bulunduğu için genelde sahih rivâyetlerdir. Ancak bu, söz konusu rivâyetlerin tamamının sahih olmasını gerektirmez. Çünkü her nesilde üçten fazla râvisi olmasına rağmen, bu râviler güvenilir sayılmadığı için çok sayıda hasen veya zayıf hadis de bulunmaktadır.
2.3. Âhâd Hadis
Mütevâtir şartlarını taşımayan hadisler genel olarak “âhâd” ismini alırlar. “Âhâd” kelimesi “bir, tek” anlamına
geldiği için çoğu kere “âhâd hadis”, tek kişinin naklettiği hadis zannedilir ki bu doğru değildir. Çünkü âhâd hadis mütevâtir seviyesine ulaşamamış hadistir.
Hadis kitaplarında yer alan rivâyetlerin büyük çoğunluğu âhâd hadislerdir. Bunlar râvi sayısı bakımından tevâtür şartlarına ulaşamamış hadislerdir. Âhâd hadislerin çeşitli kısımları olmakla beraber bunların en yaygın olanı meşhûr terimidir.
Meşhur terimini halk arasında meşhur/yaygın hadislerden de ayırmak gereklidir. Çünkü halk arasında meşhur bir rivâyet sahih olabileceği gibi uydurma da olabilir. Örneğin “Mü’min, mü’minin aynasıdır.”17 hadisi halk arasında meşhur sahih bir hadistir. Ancak “Kediyi sevmek imandandır.”, hadisi halk arasında yaygın olmasına rağmen uydurma bir rivâyettir.
Hadisler sıhhat derecesine göre sahih, hasen ve zayıf olmak üzere üç kısma ayrılır:
Sahih hadis, alimlerin Resulullah’a (s.a.v.) ait olduğunu tespit ettikleri hadislerdir. Bunun tespit edilebilmesi için hadisin isnâdı ve metni incelenir. Bir hadisin sahih olması için şu beş şart gereklidir:
1. İsnâdın muttasıl olması: Hadisi kitabında nakleden müelliften, Peygamber Efendimize kadar isnâdın (ravî zincirinin) kesintisiz olması gerekir. Buna göre mesela Buhârî’nin bir hadisi hocasından, hocasının da kendi hocasından almış olmalıdır. Bu şart senedin her halkasında devam etmelidir.
2. Râvilerin adil olması: İsnâd zincirinde yer alan her bir şahsın güvenilir olması gerekir. Hadis nakli gibi önemli bir konuda güvenilir olmak, her şeyden önce Müslüman olmak ve Allah’tan korkmak demektir. Aklı tam olmalı ve İslam’ı Allah ve Resulü’nün öğrettiği şekilde yaşamalıdır. Aksi takdirde rivâyet ettiği hadis sahih kabul edilmez.
3. Râvilerin zabt sahibi olması: Zabt, bir şeyi iyi ezberlemek veya korumak demektir. İsnâd zincirinde yer alan râviler hadisleri ezberlerinden naklediyorlarsa onları iyi ezberlemeleri, kitaplarından naklediyorsa
bu hadisleri iyi korumaları gerekir. Bu şartları yerine getirmeyen râviler zabt yönüyle kusurlu sayılırlar. Rivâyet ettikleri hadis de sahih olmaz.
4. Hadisin şâz olmaması: Güvenilir bir râvi, diğer güvenilir râvilerin hadisleriyle çelişen bir hadis naklederse bu hadis şâz/ çoğunluğa aykırı olur. Şâz hadis sahih hadis değildir.
5. Muallel olmaması: Hadislerdeki gizli kusura illet, böyle bir kusuru bulunan hadise de muallel denir. Sahih hadis, ancak konunun uzmanlarınca bulunabilen bu tür gizli kusurlardan uzak olmalıdır.
Bu beş şartı taşıyan hadisler, sahih hadislerdir. Hadis kaynaklarında bu şartları taşıyan pek çok hadis vardır. Hatta Buhârî (ö. 256/870) ve Müslim (ö. 261/875) el-Câmiu’s-sahîh adlı eserlerine sadece sahih kabul ettikleri hadisleri almışlardır. Bütün İslam alimleri sahih hadislerin fıkıh ve diğer uygulamayla ilgili konularda kaynak olarak kullanılacağını kabul etmişlerdir. Böyle bir hadisi reddetmek doğru değildir.
Sahih hadisin şartlarını taşımasına rağmen, râvilerden biri zabt bakımından kısmen kusurlu olursa hadis hasen adını alır. Başka bir deyişle sahih hadisle hasen hadis arasındaki tek fark bir râvinin hafızasının bir parça zayıf olması, zabtının istenen seviyeye çıkamamış olmasıdır.
Hasen hadis de sahih hadis gibi dinen delil olarak kabul edilen güvenilir hadisler kapsamındadır.
Sahih ve hasen hadisin şartlarını taşımayan hadislere zayıf denir. Sahih hadis tanımında yer alan beş şarttan birinin eksik olması o hadisi zayıf derecesine düşürür. Bir hadiste söz konusu beş şarttan hangisi eksikse, bu hadis ona göre yeni isimler alır.
Örnek verecek olursak hadisin ravilerinden biri ya da birkaçı adil olmazsa hadis zayıf olur. Ya da yine hadisin ravilerinden biri ya da bir kaçı zabt yönüyle kusurlu ise hadis yine zayıf olur. Yahut senette ardı ardına gelen hoca ve talebe aslında aynı çağda yaşamamış birbirini görmemiş kişiler ise hadis zayıf bir hadis kabul edilir. Hadis güvenilir başka hadislere aykırı bilgiler içeriyorsa zayıftır. Ya da ilk bakışta anlaşılamayan gizli bir kusuru ortaya çıkarsa da zayıf hadis olarak adlandırılır.
Hadisin zayıf olması aslında iki sebepten birine dayalıdır:
Ravinin ya da senedin zayıf olması.
Ravinin zayıf olması, aranan şartlara sahip olmaması yahut hata yapmasından kaynaklanmaktadır.
Senedin zayıf olması ise ınkıtâ olarak ifade edilir. Senette ardı ardına gelen hoca ve talebenin birbirinden hadis alabilme olasılığı yoktur. Senedinde ınkıta bulunan hadis munkatı’ hadistir. Zayıf kabul edilir.
Senedindeki kesinti/ınkıta nedeniyle zayıf kabul edilen hadislere şu örneği verebiliriz: Âmir b. Mes’ûd’dan nakledildiğine göre Hz. Peygamber kış orucunun kolay elde edilmiş bir ganimet olduğunu söylemiştir.21
Bu hadisi aktaran Âmir b. Mes’ûd, sahabi değildir. Resulullah’ı görmemiştir. Tabiun kuşağındandır. Bu nedenle bu hadis senetteki ınkıta/kesinti sebebiyle zayıftır. Bu şekilde senedinden sahabi ravinin düştüğü zayıf hadislere mürsel hadis denir.
Ravisi sebebiyle zayıf kabul edilen hadislere de şu örneği verelim: “Abdullah b. Vehb → Zeyd b. Hubab → Ebû Muaz → Zührî → Urve b. Zübeyr isnadıyla nakledildiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: ˝Resulullah’ın abdest aldıktan sonra kurulandığı bir havlusu vardı˝
Bu hadisin senedinde yer alan râvi Ebû Muaz hadis alimleri tarafından zayıf bir râvi olarak kabul edildiği için23 bu hadis de râvisi sebebiyle zayıf bir hadistir.
Zayıf hadis, uydurma hadis demek değildir. Peygamberimize ait olma olasılığı düşük olan hadistir. Bir başka deyişle zayıf hadisle aktarılan bir bilgi, düşük ihtimalle de olsa peygamberimizin sözü ya da davranışı olabilir. Bu nedenle birçok ilim adamı zayıf hadisleri terk etmemiş, bazı konularda delil olarak kullanmışlardır.
Mevzû hadis, hadis diye uydurulan sözler hakkında kullanılan bir terimdir. Tarih içinde bir takım çıkarcı kişiler ve gruplar Peygamberimize ait olmayan sözler ya da fiilleri sanki O’nun sözü ya da fiiliymiş gibi nakletmişlerdir. Bu uydurma rivâyetlere hadisçiler mevzû hadis adını vermiştir. Gerçekte mevzû hadisler, “hadis” bile sayılmaz, ancak uyduran kişi böyle bir iddiada bulunduğu için “hadis” diye adlandırılmıştır. Bu durum herhangi bir maddi değeri olmamasına rağmen sahte paraya “para” denmesine benzetilebilir.
Hadis uydurmacılığının ortaya çıkışı siyasî, sosyal birçok sebebe dayanır. Ancak muhaddisler hadis uyduran kişilere ve uydurdukları haberlere karşı büyük bir mücadele vermiş, uydurma rivâyetlerle sahih hadisleri ayırt etme konusunda titiz ölçüler ve yöntemler geliştirmişlerdir.
Resulullah’ın (s.a.v.) hadislerini her bir Müslümanın benimseyip uygulaması gerekir. Fakat imandan nasibini almamış bazı şahıslar bu durumu istismar ederek Resul-i Ekrem adına hadis uydurmuşlardır. Oysa Peygamber Efendimiz , “Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.”24 buyurmuş, hadis uydurmanın büyük bir günah olduğunu açıklamıştı.
Hz. Peygamberin (s.a.v.) hayatında ve O’nun vefatını takip eden yıllarda hadis rivâyeti açısından güvenli bir ortam vardı. Sahabiler hadis rivâyetinde titizlik gösteriyor, “Kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın.” hadisini kendilerine rehber ediniyor, “Resulullah şöyle buyurdu.” derken son derece dikkatli davranıyorlardı.
Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle Müslümanlar arasında iç savaşlar başladı. Bu savaşlardan sonra ortaya çıkan kargaşadan hadis rivâyetindeki titizlik de olumsuz manada etkilendi. İslamı içine sindiremeyen bazı şahıslar bu karışık dönemi fırsat bilerek devam eden yıllarda çeşitli hadisler uydurdular ve bunları topluma yaymaya çalıştılar. Hicrî ikinci ve üçüncü asırda da hadis uydurma olayları devam etti. İnsanları hadis uydurmaya iten sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
a) Grup Görüşünü Savunma
Birinci asırda meydana gelen iç savaşlar toplum içinde ayrışmaya neden olmuş ve bu yüzden ortaya çıkan dinî akımlar sonraki zamanlarda da etkisini sürdürmüştür. Çeşitli siyasi mezhepler içinde yer alan ama gerçekte İslam’a düşman olan bazı kişiler kendi gruplarının lehine, karşı grupların ise aleyhine hadis uydurmaya başladılar.
Örneğin siyasi mezhepler kendi görüşlerinin doğruluğunu savunmak ve görüşlerine delil sunmak amacıyla hadis uydurmuşlardır. Kimileri, özellikle Hz. Ali’nin Resulullah’tan (s.a.v.) sonra halife olması gerektiğine dair hadisler uydurdu. Ayrıca Hz. Peygamberden Hz. Ali’nin faziletine dair sahih bir şekilde nakledilen hadislerle yetinmeyerek onlara yenilerini eklediler. “Ali insanların en hayırlısıdır. Ona inanmayan kâfirdir.” uydurması buna örnek olarak verilebilir. Bu ve benzeri rivâyetlere karşın Muâviye b. Ebî Süfyân taraftarları arasındaki kötü niyetli kişiler bu uydurmalara, Muâviye b. Ebî Süfyan’ın faziletine dair hadisler uydurarak cevap verdiler. “Allah katında güvenilir üç kimse vardır: Ben, Cebrâil ve Muâviye b. Ebî Süfyan.” uydurması27 buna bir örnektir.
Kendi gruplarının görüşünü savunma nedeniyle hadis uydurmaya fıkhî mezhepler de dâhil edilebilir. İkinci asır ve sonrasında oluşan fıkhî mezheplerin câhil ve dinî hassasiyeti düşük taraftarları kendi mezheplerini ya da imamlarını öven, diğerlerini ise aşağılayan uydurmaları topluma yaymaya çalıştılar. Bu uydurmalarından birine göre güya Allah Resulü şöyle demiş: “Ümmetimden Muhammed b. İdrîs (eş-Şâfiî) adında biri çıkacak. Ümmetime şeytandan daha fazla zararlı olacak. Yine ümmetimde adı Nu‘man, künyesi Ebû Hanîfe olan biri gelecek ve ümmetimin ışığı olacak.” Bu gibi uydurma rivâyetler körü körüne mezhep bağlılığının nereye varacağını göstermektedir.
b) İslam Düşmanlığı
Müslümanlar, Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir döneminde, İslam’ı terk ederek halifeye savaş açan kimselerle mücadele etmişler, Hz. Ömer döneminden itibaren ise hızlı bir fetih hareketine girişmişlerdi. O dönemin büyük devletlerinden biri olan İran bölgesindeki Sâsânî Devleti kısa sürede dize getirilmiş ve oldukça geniş bir toprak parçası İslam devletine katılmıştı.
Savaş gücüyle Müslümanları yenemeyeceklerini anlayan ve daha sinsi bir plan geliştiren kişiler, uydurma hadisler yoluyla İslam toplumunu yıkmayı denediler. Zındıklar yani Allah’ın birliğini ve ahiret gününü kabul etmiş görünmelerine rağmen kalpleri İslam’a karşı kinle dolu olan bu şahıslar, anlamı oldukça saçma hadisleri toplumda yaymaya gayret ettiler. Onlar bu vesileyle aslında İslam’ın akıl almaz fikirler içerdiğini vurgulamak istemişlerdir. “Rabbimi Mina’da insanların önünde boz bir deveye binmiş halde gördüm, üzerinde yün bir cübbe vardı.” şeklindeki uydurma rivâyet böyle bir zındıklığın ürünüdür.
c) İslam’a Hizmet Arzusu
Hadis uydurmayı tetikleyen en düşündürücü sebeplerden birisi İslam’a hizmet etme arzusudur. Kendini dindar sanan bazı Müslümanlar, çevresindekilerin namaz, oruç gibi ibadetlere düşkün olmadıklarını görünce, bu ibadetleri çekici hale getirmek için Peygamber (s.a.v.) adına hadisler uydurmuş, vaatlerde bulunmuşlardır. “Şu sureyi şu kadar okursan şöyle şöyle sevap alırsın” şeklindeki uydurmalar bu çeşide örnek olarak verilebilir.
“Ağacın kurdu içinden olur.” atasözünü haklı çıkartırcasına bu şahısların İslam’a verdikleri zarar, diğerlerinden daha fazla olmuştur. Çünkü bu kişiler; ibadet eden, görünüş itibariyle insanda şüphe uyandırmayan kişilerdi. Ayrıca konusu itibariyle uydurdukları rivâyetler de hiçbir Müslümanın şüphe duymayacağı namaz, oruç gibi zaten Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde sıkça zikredilen konulardı. O sebeple alimler bu tür şahısların uydurmalarını tespitte diğerlerinden daha fazla zorlanmışlardır.
d) Şahsi Çıkar Sağlama Arzusu
Bazı sahtekârlar ise para, makam ve mevki kazanmak için hadis uydurmaktan çekinmemişlerdir. Mesela Abbasi halifesi el-Mehdî’nin kuş yarıştırdığını gören Gıyâs b. İbrâhim, “Ancak ok, deve, at yarışlarından ödül alınabilir.” hadisine “kuş yarışını” da ekleyerek halifenin gözüne girmeye çalışmıştır. Ancak Halife Mehdî, buradaki yalanı fark edince Gıyâs’ı “Senin bu kafan yalancı kafasıdır” diye azarlamıştır.
Elindeki bir malı daha iyi pazarlamak ve böylece çıkar sağlamak için o malı bir şekilde Peygamber Efendimiz ile irtibatlandırmak da aynı şekilde hadis uydurmaya dahildir.
İslam alimlerinin uydurma sözlere karşı aldıkları en önemli tedbir, nakledilen hadislerin kaynağını sorgulamak olmuştur. Bu alimler, bir hadisi rivâyet eden kimsenin o hadisi kimden aldığını sormakla yetinmemiş, onların hocalarının isimlerini de söylemelerini istemişlerdir. Böylece hadislerin isnâdlarıyla birlikte zikredilmesi zorunlu hale gelmiştir. Muhaddisler isnâda önem vermekle, aslında Resulullah’ın (s.a.v.) hadislerini korumaya önem vermişlerdir. Zira isnâdlar, hadis metinlerinin
Resul-i Ekrem’e hangi yolla ulaştığını ortaya koyan önemli göstergelerdir.
Hadis alimlerinin, yalancıların isimlerini ve onların uydurmalarını bir araya toplamaları da mevzû hadislerin belirlenmesinde önemli bir tedbir olmuştur. Hatta yalancı ve zayıf râvilerin adlarını ve onların rivâyetlerini toplayan pek çok hacimli kitabın yazılmış olması, bu işe ne kadar önem verildiğini gösterir. Böylece toplum içinde yalancılar ortaya çıkmış, onların uydurma sözleri de insanlar tarafından tanınmıştır.
Hadis alimlerinin bu tür çalışmalarından biri de halk dilinde meşhur olan hadisleri veya farklı kitaplarda yer alan rivâyetleri tek tek incelemeleri ve onları sıhhat açısından değerlendirmeleridir. Çünkü onlar bu eserlerde doğru olan hadislerle uydurma rivâyetleri ayırt etmeye çalışmışlardır. Bir kitapta yer alan hadislerin sıhhat açısından değerlendirilmesi, günümüz alimleri tarafından da önem verilen bir çabadır.
Hadis uydurmak, hayatımızı Kur’an-Sünnet yerine hurafelerle doldurmaktır. Başka bir deyişle her uydurma rivâyet hayatımızdan sahih bir sünnetin çıkarılması demektir. Çünkü uydurmalarla meşgul bir zihin veya kalp, Peygamber Efendimizden sahih bir şekilde gelen sünneti uygulamaya sıra bulamayacaktır.
Hadis uydurmak, sonuç itibariyle Allah ve Resulü’ne bir eksiklik nispet etmektir. Çünkü Allah, İslam’ı son din olarak göndermiş Resul-i Ekrem de (s.a.v.) sünnetiyle onu hayatına uygulamıştır. Dinde bir eksiklik yoktur. O halde iyi niyetle bile olsa şu ibadetler yapıldığında şu kadar sevap alırsın şeklindeki uydurmalar, her şeyden önce Allah’ın bir şeyleri eksik bıraktığını düşünmek anlamına gelir ki bu da Allah’a ve Rasûlü’ne iftira etmek demektir.
Hadis uydurmak ve uydurulan sözlerin peşinden gitmek toplumsal olarak bölünmek demektir. Çünkü bu sözleri uyduranlar, Resulullah’ın (s.a.v.) ağzından kendi grup, ırk ve mezheplerini överken, kendilerinden olmayanları en ağır ifadelerle kötülemişlerdir. Karşı taraftakiler bu uydurmalara aynı şekilde cevap verince toplumsal barış kaybolmuş, birbirlerine kâfir diyen insanlar türemiştir.
Hadis uydurmak, insanların gözünde İslam’ı kötülemektir. Çünkü aklın almayacağı, kabul etmeyeceği bir takım sözleri Peygamberimizin sözleri zannederek okumak, hem Müslümanları dininden soğutacak hem de İslam’a girmek isteyenleri bundan vazgeçirecektir.
Bir şeyin sahtesi en çok gerçeğine zarar verir. Uydurma sözlerin İslam toplumuna verdiği en büyük zarar ise Resulullah’ın (s.a.v.) hadislerine karşı bir güvensizlik ortamı oluşturmasıdır. Bu yüzden alimler isnâd sistemini kurmak suretiyle uydurma olanlarla olmayanları titiz bir şekilde ayıklamış, yalancıların gayretlerini boşa çıkarmış ve hadislerin güvenli bir şekilde rivâyet edilmesi için gayret sarf etmişlerdir.
https://francepharmacie24.fr/acheter-viagra-pour-femme-online-en-france/