Fıkhi Hükümler ve Kaynakları

sefadmin
Ağustos 7, 2018

1. Ehliyet

Ehliyet; insanın kendisine hüküm taalluk edecek bir durumda olması, teklife muhâtap olması, leh ve aleyhinde haklara sahip olmasıdır.

Ehliyet sahibi bir kimseye din tarafından yöneltilen emir ve yasaklara “teklif”, bunlarla sorumlu olan kişiye ise “mükellef” denir. Mükellef olan kimse ehliyet şartını da taşıdığı için kendisine yöneltilen dinî yükümlülüklerden sorumludur. Dinen geçerli bir mazereti olmadığı sürece bu yükümlülükleri yerine getirmeyen mükellef yine din tarafından konulan yaptırımlarla karşı karşıya kalır.

Kişinin mükellef olabilmesi için, öncelikle kendisine teklif edilen yükümlülüğü yapabilecek güçte olması ve onu kendi iradesiyle yapması gerekir. Örneğin, bir kimse zekât ile sorumlu tutulabilmesi için belirli bir mali güce (nisap) sahip olmalıdır.

Teklif, mükellefin gücü oranındadır, onun gücünü aşacak boyutta olursa, sorumluluk ya tamamen düşer veya hafifletilir. Çünkü kolaylık İslam’ın temel prensiplerinden biridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu durum şöyle açıklanmıştır: “Allah bir kimseyi ancak gücü ölçüsünde mükellef kılar…”

Kişinin mükellef olması için kendisine teklif edilen şeyi bilmesi gerekir. Allah (c.c) ile insanlar arasında elçi olan peygamberlerin temel görevlerinden birisi, Allah’ın (c.c) emir ve yasaklarını insanlara bildirmektir. Örneğin yeni Müslüman olduğu için namazın farz olduğunu bilmeyen bir kimsenin sorumluluğu, öğrendiği andan itibaren başlar. Bilmediği zamanlarda geçirdiği namazları kaza etmesi gerekmez.

1.1. Ehliyetin Şartları

Kişinin ehliyetli ve sorumlu olması için bazı şartları taşıması gerekir. Ehliyetin temel şartı akıldır. Akıl olmadan insanın mükellef olması mümkün değildir. İnsanın muhatap olduğu emir ve yasakları anlaması için akıl gereklidir.

Akli seviyesi yeterli olmayan kişi, mükellef tutulduğu işi yapamaz. Ayrıca aklı olmayan kimsenin sorumluluğu yoktur veya sınırlıdır. Bu kişi, namaz ve oruç gibi dini yükümlülüklerden sorumlu değildir.

İnsanların akli seviyeleri farklı olduğu için aklın objektif ve tutarlı ölçülerle tespit edilmesi gerekir. Buluğ çağı bu ölçülerin başında gelir. Bir de bir kimsenin iyi ve kötüyü, kâr ve zararı birbirinden ayırt edebilme özelliği olan temyiz kudretine sahip olması gerekir. Buluğ çağına girip temyiz gücüne sahip olmak aklın varlığı için bir alamet kabul edilmiştir.

Yukarıda anlatılan ehliyet şartlarını taşıyan bir kimse, dinin ve hukukun emir ve yasaklarına muhatap olur.

Ehliyet iki kısma ayrılır:

1. Vücub (hak sahibi olma) ehliyeti: İnsanların bir takım haklara sahip olabilmesi ve onlardan yararlanabilecek durumda olmasıdır. Buna “hak ehliyeti” adı verilir. Böyle bir ehliyete sahip olabilmek için insanın hayatta olması veya sağ doğmuş olması yeterlidir. Anne karnındaki çocuk da sağ doğmak şartıyla bu ehliyeti ve onun sağladığı hakkı elde eder. Örneğin, annesi hâmile iken babası vefat eden çocuk sağ olarak doğduğunda babasının mirasından payını alabilir. Anne karnında eksik olan vücup ehliyeti doğumdan sonra tam hâle gelir ve ölüme kadar devam eder.

2. Edâ (yapma) ehliyeti: İnsanın sahip olduğu hakları kullanabilecek durumda olmasıdır. Bu sebeple buna fiil ehliyeti adı verilmiştir. Edâ ehliyetine sahip olmak için insanın, temyiz gücüne sahip olmalıdır. Temyiz, iyi ile kötüyü, yararlı ile zararlıyı ayırt edebilme gücüne denir. Bu güce sahip olana da mümeyyiz denir. Temyiz gücü, akıl ve buluğ ile oluşur. Buluğdan önceki temyiz gücü bazı mükellefiyetler ve haklar bakımından eksik sayılır.

• Temyiz Öncesi Dönem: Yedi yaşının altında olan çocuklar ile akıl hastaları temyizden yoksun yani gayri mümeyyiz kabul edilirler. Bunların vücup ehliyeti tam olsa da edâ ehliyetleri yoktur. Bütün işlemlerinde veli kontrolü ve gözetimi altındadırlar. Bu sebeple de sözlü olarak yapılması gereken tasarruflar konusunda kısıtlı (mahcûr) sayılırlar. Bu kısıtlılık durumu, alış-veriş, adak, yemin, bağış gibi işlemlerinin geçersiz olmasına sebep olur. Bu gibi işlemleri onlar adına velileri yapar. Ancak çarpma, vurma, yakma, yıkma gibi yollarla verdikleri zararlardan malen sorumlu olurlar. Örneğin, altı yaşında bir çocuk başkasına ait bir otomobili yaksa bu zarar onun malından ödenir. Ödemeyi onlar adına velileri yapar.

• Temyiz Dönemi: Bu dönem, yedi yaşından buluğ dönemine kadarki dönemi kapsar. Çünkü temyiz gücü, akıl ve buluğ ile oluşur. Bu dönemde bazı mükellefiyetler ve haklar bakımından çocuk eksik sayılır. Örneğin, dokuz yaşındaki bir çocuk tek başına ve sırf kendi iradesiyle ticâret yapamaz. Çünkü yedi yaşından buluğ çağına kadar olan dönem içerisinde bulunan mümeyyiz çocuklar kanuni temsilci de denilen velilerinin kontrolü ve gözetimi altındadırlar. Bunların yaptıkları işlemler üç kısma ayrılır: Başkasına bağış yapma gibi tamamen zararlarına sayılan işlemleri geçersizdir. Bağış kabul etmek gibi tamamen yararlarına olan tasarrufları geçerlidir. Alış-veriş gibi, yarar ve zararlarına olma ihtimali olan işlemler ise velilerinin onayına bağlıdır. Veli onaylarsa geçerli, onaylamazsa geçersizdir. Bu yaştaki kimseler namaz, oruç gibi dinî hükümlerle yükümlü değillerdir. İşledikleri suçlardan ise bedenen değil de malen sorumludurlar.

• Bulûğ Dönemi: Dinî emir ve yasaklarla tam anlamıyla sorumlu olabilmek için tam edâ ehliyeti gerekir. Bu da ancak buluğ çağına girdikten sonra olur.

• Rüşd Dönemi: Hukuki ehliyete sahip olmak için reşid olmak gerekir. Rüşd çağına ulaşanlar, kendi iradeleri ile hak elde edebildikleri gibi, borç altına da girerler. Aynı zamanda işledikleri bir suçtan dolayı hem bedeni ve hem de mali olarak sorumlu olurlar. Örneğin, bu yaştaki bir kimse kendi iradesiyle bir otomobil satın alabilir, var olan otomobilini satabilir ve otomobiliyle haksız olarak çarpıp hasar verdiği bir başkasına ait otomobilin hasarını tazmin etmekten sorumlu olur.

1.2. Ehliyeti Kısıtlayan Durumlar

Hak ehliyeti denilen “vücub ehliyeti” kişi hayatta ve hür olduğu sürece devam eder. Edâ ehliyeti ise bazı durumlarda kısıtlanır, bazen de tamamen ortadan kalkar. Edâ ehliyetini kısıtlayan veya ortadan kaldıran durumlara “ehliyet arızaları” denir. Bu durumlar meydana gelişinin kişinin elinde ve iradesi dâhilinde olup olmamasına göre iki kısma ayrılır:

a) Semavi arızalar: Meydana gelmesi insanın iradesi dışında olan ehliyet ârızalarına “semavi arızalar” adı verilir. Çocukluk, akıl hastalığı, ölümle sonuçlanan hastalık, uyku, bayılma, unutma, bunama gibi durumlar semavi arızalar arasında sayılabilir.

Bu tür ârızalar, ehliyeti olumsuz yönde etkilemekte, yapacakları işlem ve yükümlülüklere göre ya kısıtlamakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Mesela, çocukluk ibadet yükümlülüğünü tamamen ortadan kaldırdığı için beş vakit namaz kılmayan bir çocuk bundan sorumlu olmaz. Çocukluk bazı suçlardan mali olarak sorumlu olmayı engellemediği hâlde bedenen sorumlu olmaya engel olduğu için ehliyeti kısıtlamıştır. Aynı şekilde çocuğun yaptığı bağış geçerli olmadığından çocukluk ehliyeti tamamen ortadan kaldırmış olmaktadır.

b) Müktesep Ârızalar: Meydana gelmesinde insanın kendi iradesi ve fiili olan ârızalara “müktesep arızalar” adı verilir. Sarhoşluk, ciddiyetsizlik, bilgisizlik (cehâlet), savurganlık (sefâhet), hata gibi durumlar bu arızaların bazı örnekleridir. Bu tür ârızalar genel olarak ehliyeti ortadan kaldırmayıp kısıtlayıcı bir özelliğe sahiptirler. Mesela, sarhoşun bazı hukuki tasarrufları geçersiz sayılır. Aynı şekilde savurgan kişilerin bazı hukuki tasarrufları kısıtlanır.

Bir kimsenin razı olmayacağı ve kendi iradesi ile yapmayı tercih etmeyeceği bir işi gerçekleştirme zorunda bırakılmasına ikrah denir. Gücü yettiği kadar kendini savunmasına rağmen ikrah baskı altına alınmış, silah zoruyla veya benzeri bir yöntemle istemediği bir işi yapmak zorunda bırakılmış kimse, Allah (c.c) katında tam olarak sorumlu tutulmaz, hukuki açıdan da -resmi makamlara ispat edebilmesi durumunda- kendi aleyhine yaptığı işlem iptal edilir.

 

2. Hüküm

Hüküm, kelimesi sözlükte, hükmetmek, karar vermek, idare etmek, bir işin hikmeti ve sonucu gibi anlamlara gelir. Bir şeyin iyice araştırılıp soruşturulmasından sonra verilen karara ‘hüküm’ denir. Bunun çoğulu ‘ahkâm’dır. Fıkıh terimi olarak hüküm mükelleflerin fillerine bağlanan dînî (şer’î) özelliktir. Allah’ın (c.c) ve peygamberinin emir, yasak ve serbest bırakma gibi konulardaki prensiplerinin tümüne “hüküm” denir. Fıkhi hükümleri koyan Yüce Allah ve Peygamberdir. Her ikisine de “şâri’” yani kanun koyucu denir. Yüce Allah’ın koyduğu hükümleri Peygamberimiz (s.a.v) insanlara iletir, açıklar ve uygulayarak gösterir. Bir konuda Allah’ın (c.c) bir hükmü varsa ve O’nu gerek Kur’an’la, gerek peygamberi ile bize bildirmişse, insana düşen o hükmü hayatında tatbik etmektir. Mü’minler, Allah’ın (c.c) hükümlerine teslim olanlardır ve insanlar hakkında hüküm verme durumunda olurlarsa, adaletle hükmedenlerdir. Hükmün vad’î ve teklîfî olmak üzere iki çeşidi vardır.

2.1. Vad’i Hükümler

Vad’î hüküm, “Şâri’in (dinen hüküm koyucunun) bir şeyi başka bir şey için şart, sebep ve mâni kılmasıdır.” İki hüküm arasındaki bağa denir.

Sebep: Şâri’in varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alamet kıldığı durumdur. Mesela, Ramazan ayında yolculuk hâli (sefer) ve hastalık durumu (maraz) oruç tutmamak için birer sebep sayılır. Şayet sebeb, hüküm ile uygunluk taşırsa hem illet (gerekçe) hem de sebeb adını alır.

Şart: Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olmakla beraber, onun yapısından bir parça oluşturmayan fiil veya özelliktir. Örneğin, namaz için abdest bir şarttır. Abdestsiz namaz sahih olmaz. Fakat abdest namazın mahiyetine dâhil değildir. Namaz kılmak istemeyen de abdest alabilir.

Mâni: Engel olan durumdur. Örneğin, abdestin bozulması namazın sıhhatine engeldir.

 

2.2. Teklifi Hükümler: Ef’al-i Mükellefin

Teklîfî hüküm, kanun koyucunun mükelleften bir fiili yapmasını veya yapmamasını istemesi ya da onu yapıp yapmama arasında serbest bırakmasıdır. Bunun için insanların davranışları ile ilgili hükümlere “mükellefin fiilleri (efâl-i mükellefîn)” veya “fıkhi hüküm” denir.

Şâri’, bazen yapılmasını istediği bir şeyi “yap” şeklinde olumlu ve emir kipi ile ifade eder. “Namazı kılınız, zekâtı veriniz ve rükû edenlerle beraber rükû ediniz.” ayeti buna örnek verilebilir.

Bazen de terk edilmesini istediği bir şeyi “yapma” tarzında olumsuz ve yasaklama yoluyla ortaya koyar. “Zinaya yaklaşmayınız”, “İçki ve kumardan kaçınınız” ayetleri olumsuz talebin örnekleridir.

Şâri’, bazen herhangi bir olumlu ya da olumsuz talepte bulunmadan serbest bırakarak hüküm koyar. “…De ki, helal ve temiz olan bütün şeyler size helal kılındı.” ayeti, Şâriin serbest bırakma yoluyla ortaya koyduğu hükmün bir örneğidir. “Allah alış-verişi helal, faizi haram kıldı”8ayetinde ise hem serbest bırakma hem de yasaklama hükmü beraber ifade edilmiştir.

Ef’al-i mükellefin (mükellefin fiilleri) olarak meşhur olan fıkhi hükümler şunlardır:

Farz: Şâri tarafından bağlayıcı bir şekilde ve kesin delil ile emredilen ve ifade ettiği anlamda tereddüt bulunmayan eylemlerdir. Farzlar, başka anlama gelme ihtimali bulunmayan ayet, mütevatir veya meşhûr hadis gibi kesin delillere dayanır. Farzın yapılması kesin olarak gereklidir.

Farzı terkeden ağır cezayı haketmiş olur; farz olduğunu inkâr edenin dinden çıktığına hükmedilir. Cuma namazı, Ramazan orucu, namaz hac ve zekât gibi ibadetler Kur’an’da yer alan farz hükümlerdir. Beş vakit namazın farz olduğu, hangi namazların farz olarak kılınacağı ve rekât sayıları, Cuma namazının şartları ile zekâta, oruca, hacca ve kurbana ait detaylı hükümler ise sünnet tarafından belirlenmiştir.

Vacip: Allah (c.c) veya Resûlü tarafından yapılması kesin olarak istenilen ancak dayanağı farz kadar kesin olmayan (zanni) fiillerdir.

Fiilin dayanağının farz kadar kesin olmaması, bazen dayandığı delilin bize gelişi kesin olsa da, yoruma müsait olmasından kaynaklanır. Bazen de delilin kesin olmayışının sebebi, bize gelişinin kesin yolla olmayışındandır. Fıtır sadakası vermek, Kurban Bayramı’nda kurban kesmek vacibin bazı örnekleridir. Kur’ân okunmadan kılınan namaz geçersiz olur. Çünkü;

…فَاقْرَؤُوا مَاتَيَسَّرَ مِنَ الْقُرْاٰنِ…

“…O hâlde Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyunuz…” ayeti, namazda Kur’ân’dan bir miktar ayetin okunmasının (kıraat) farz olduğuna işaret etmektedir. “Fâtiha suresini okumayanın namazı olmaz.” hadisi ise emir ifade etmektedir ama yoruma açıktır. Nitekim bu hadis, “Fâtiha suresi okunmadan kılınan namaz hiç geçerli değildir” şeklinde yorumlanabildiği gibi, “Fâtihasız namaz tam ve mükemmel olmaz.” diye de anlaşılmıştır. Bu sebeple söz konusu delilin bize gelişi kesin olsa da yoruma müsait olması onun delaletinin kesinliğini engellemektedir.

Farz kavramını vacip kavramının üzerinde kesin emir anlamında kullanmak, Hanefî mezhebine ait bir durumdur. Diğer mezhepler farz ve vacibi aynı anlamda kullanmaktadırlar. Bu mezhepler Hanefîlerin vacip olarak kabul ettikleri hükümleri ya farz veya “müekked sünnet” olarak kabul etmektedirler.

Vacibin mükellef tarafından yerine getirilmesi gereklidir. Ancak vacibin inkârı, kişiyi dinden çıkarmaz.

Sünnet: Hz. Peygamber’in (s.a.v) farz ve vacip kapsamı dışında kalan yani kesin ve bağlayıcı olmayan ancak tavsiye ve örnek olma niteliği taşıyan söz ve fiillerinin genel adıdır.

Müekked Sünnet: Hz. Peygamber’in (s.a.v) devamlı olarak yaptığı veya sırf mecburi olmadığını göstermek için ara sıra terk ettiği fiillerdir. Bunlar bir anlamda dinî vecibeler için koruyucu ve tamamlayıcı nitelik de taşımaktadırlar. Bu sebeple önem bakımından farz ve vacipten sonra üçüncü sırada yer alırlar. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri, ezan, kamet ve cemaatle namaz müekked sünnetlerdendir. Bu çeşit sünneti yerine getiren sevap kazanır. Terk eden ise cezaalmaz ancak kınamayı ve azarlamayı hak eder.

Gayr-ı müekked sünnet: Hz. Peygamber’in (s.a.v) bazen edâ edip, bazen terkettiği sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetleri bunun örneklerindendir. Gayr-ı müekked sünnetlere, “müstehab” veya “mendub” adı da verilir. Bu gruba giren sünneti yapan sevap kazanır, terk eden kınama ve azarlamayı hak etmez.

Müstehab: Sözlükte güzel görülen, sevimli ve tercih edilen amel demektir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) bazen işleyip, bazen terk ettiği, İslam âlimlerinin dini bakımdan uygun ve güzel bulup işlediği işlere “müstehab” denir.

Nafile namaz ve oruçların bir kısmı bu niteliktedir. İbadetlerin yapılışında; farz, vacip ve sünnetlerin dışında kalan bazı davranışlar müstehabtır. Sabah namazının, ortalık aydınlanıncaya kadar geciktirilmesi, sıcak mevsimde öğle namazının serin vakte kadar ertelenmesi, engelli bir kimseye yardımcı olmak müstehaba örnek verilebilir. Müstehabın yapılmasında sevap vardır, terkinde ise kınama yoktur.

Mübah: Mükellefin yapıp yapmamakta serbest olduğu fiillere “mübah” denir. “Helal” ve “câiz” kelimeleri de bu anlamda kullanılır. Örneğin, yemek, içmek, uyumak, yürümek gibi davranışlar mübahtır.

Mübahlık, yapılan bütün iş, söz ve davranışların aslını oluşturur. Bu, “eşyada aslolan mübahlıktır” prensibiyle ifade edilir. Bir davranış, esasen mübahtır. Din o konuda farklı bir hüküm getirmediği sürece de bu mübahlık devam eder. Bütün işlerin aslı mübah olunca yasaklama bunun istisnası olmuş olur. Örneğin temel prensip olarak yaratılan her şey helaldir. Ancak Allah (c.c.) domuz eti ve içki gibi bazı şeyleri yasaklayarak bunlardan istisna etmiştir.

Haram:
Allah (c.c) veya Resûlü tarafından yapılmaması ve vaz geçilmesi kesin olarak istenilen fiile “haram” denir. Bir fiilin haram niteliğinde olabilmesi için ayet, mütevatir veya meşhur hadisle kesin ve bağlayıcı şekilde yasaklanması gerekir. Başkasının malını haksız yere yemek, adam öldürmek, evlilik dışı cinsel ilişki (zina), alkollü içki içmek, yalan söylemek, kumar oynamak, faiz dinin kesin haram kabul ettiği ve yasakladığı bazı fiillerdir.

Haramı yapmayan ve terkeden, mükâfat ve sevap kazanır, yapan ise âsî ve günahkâr olur. Haramı inkâr eden dinin sınırları dışına çıkar.

Haramın çeşitleri

İslam dininin “haram” diye nitelediği fiiller gözden geçirildiği zaman, her birinin pek çok zarar içerdiği görülür. Haram fiil, kötü olduğundan veya kötülüğü iyiliğinden daha fazla olduğu için yasaklanmıştır. Bu kötülük fiilin kendisindedir veya fiilin beraberindeki diğer hususlardandır.

Mekruh: Allah (c.c) ve Resûlü’nün hoş görmediği ve zarar veren fillere mekruh adı verilir. Hem haram hem de mekruh, yasaklanan ya da hoş karşılanmayan veya çirkin olan fiilleri ifade eder. Ancak haram; ayet, mütevatir veya meşhur sünnetle kesin ve bağlayıcı şekilde yapılmaması istenen fiili ifade eder. Mekruh ise; yine bu delillerle yapılmaması istenen fiilleri ifade eder. Fakat mekruh kabul edilen fiilleri anlatan delillerin ifade ettiği yasak, kesin ve bağlayıcı değildir. Bunun sebebi, yasağı bildiren delilin yoruma açık olmasıdır yani kesinlik ifade etmemesidir.

 

Mekruh ikiye ayrılır:

Tahrimen mekruh: Allah (c.c) ve Resûlünün, zanni bir delille kesin olarak yasakladığı fiillerdir. Harama yakın mekruh demektir. Örneğin, Peygamberimiz (s.a.v.) başkasının satın almak için müşteri olduğu mala aynı anda müşteri olmayı yasaklamıştır. Tahrimen mekruhu işlemek cezayı gerektirir, fakat bunu inkâr eden dinden çıkmaz.

Tenzîhen mekruh: Allah (c.c) ve Resûlü’nün kesin ve bağlayıcı olmayan bir üslupla yasakladığı fiildir. Helala yakın mekruh demektir. Namaz için mescide gidecek kimsenin soğan veya sarımsak yemesi bu çeşit bir mekruhtur. Bu yasağı bildiren deliller ilgili fiillerin yapılmamasının yapılmasından daha iyi olacağını bildirdiği için, bunlara helala yakın mekruh denilmiştir. Tenzihen mekruhu işlemek cezayı ve kınanmayıgerektirmez. Fakat bu kapsama giren bir şeyi yapan üstün, daha iyi ve faziletli olan şekle aykırıdavranmış olur. Mekruh, dinen hoş karşılanmayan davranışlar olduğundan her iki mekruhuterk eden kimse de övgüyü hak eder.

Müfsit: Bir ibadeti bozan veya kısmen geçersiz kılan fiillere denir. Namaz esnasında konuşmak veya gülmek, oruçlu iken bilerek bir şey yiyip içmek ve abdestli iken uyumak veya bayılmak bu ibadetleri bozan davranışlardır.

Ayıplı mal satmak da alışveriş akdini kısmen geçersiz kılar.Bundan dolayı da her birine “müfsit” denilmiştir.

 

3. Azimet ve Ruhsat

Azimet: Azimet, ârızî (geçici) hâllere bağlı olmaksızın başta konan asli hükümlere verilen ad olarak tarif edilmektedir. Bu hükümler, kişinin karşılaştığı sıkıntı ve zorluklar gibi ârızî (geçici) durumlara bağlı olmadan, başlangıçta konan ve normal şartlarda herkesin uymakla mükellef olduğu asli hükümlerdir. Azimet, farz, vacip, haram, mekruh, sünnet, nafile ve mubah gibi bütün teklifî hükümleri içine alır. Örneğin, beş vakit namaz, azimet olarak farz kılınmış bir hükümdür. Mükellefiyet şartlarını taşıyan herkes, ciddî bir mazereti olmadıkça, her zaman bu hükmü ifa etmek mecburiyetindedir.

Ruhsat: Yüce Allah’ın kulların mazeretlerine binâen ve onların ihtiyaçlarını dikkate alarak koyduğu geçici hükümlerdir. Buna göre ruhsat, genel ve azimet şeklindeki hükümlerden mükellefi sıkıntıdan kurtarmak için konulan istisnalardır.

Örneğin, başka bir çare bulamayan kişi, açlıktan ölecek durumda kalırsa, açlıktan ölmesini önleyecek asgari miktarda murdar et yemesine ruhsat verilmiştir.

Yine, hasta veya yolcuların, oruç tutmayı ertelemelerine ruhsat verilmiştir.

Ruhsat bulunan hususlarda insan azimet veya ruhsata göre amel etmekte serbesttir. Ancak asli hüküm olması nedeniyle ruhsat tanınan durumlarda kişinin azîmetle amel etmesi, örneğin hasta bir kişinin güçlüklere rağmen, hayatını tehlikeye sokmamak şartıyla, oruç tutması daha faziletli bir tutumdur. Hastanın hayatı tehlikeye girecekse ruhsatla amel etmesi vacip, böyle bir durumda azîmetle amel etmesi ise haramdır.

 

4. Fıkhî Hükümlerin Delilleri

Fıkhi hükümlerin delilleri denildiğinde bu hükümlerin dayandığı deliller ve kendilerinden elde edildikleri kaynaklar anlaşılır. Dolayısıyla Belirli ve meşru kaynaklara dayanmadan dinî bir hüküm vermek mümkün değildir. Bu sebeple fıkıh bilginleri, bu delillere dayanarak, zamanın şartlarını ve insanların ihtiyaçlarını da dikkate alarak gerekli fıkhi hükümleri ortaya koyarlar. Bahsedilen bu deliller asli ve fer’î (ikinci derece) deliller olmak üzere iki kısımdır.

4.1. Asli Deliller

4.1.1. Kitap

Kitap ile kast edilen Kur’ân-ı Kerim’dir. Bütün dinî ve fıkhi hükümlerin temel kaynağı Kur’ân’dır. Bütün kaynaklar, bir şekilde Kur’ân’a bağlı olduğundan o bütün delillerin aslıdır.

Hz. Peygamber’e (s.a.v) yirmi üç sene içerisinde belli aralıklarla, vahiy yoluyla Arapça olarak indirilen Kur’ân Yüce Allah’ın insanlara gönderdiği mesajları içerir. Hz. Peygamber’e (s.a.v) indirilen Kur’ân, vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, sahabenin pek çoğu tarafından ezberlenmiş ve en sağlam nakil yolu olan tevâtürle hiçbir değişikliğe uğramadan ve mushaflarda yazılı olarak bize nakledilmiştir.

Kur’ân, Allah (c.c) ile Peygamber arasında özel bir iletişim kanalı olan vahiy yoluyla indirilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatıyla vahiy sona ermiş ve Kur’ân’ın indiriliş süreci tamamlanmıştır.

Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatıyla vahiy sona erse de Kur’ân’ın mesajları evrensel olup kıyamete kadar geçerlidir. Müslüman’ın Kur’an’ın hükümlerine uygun yaşamaları ve hüküm vermeleri gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ الّٰلُ فَاُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ
“…Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.”

Fıkıh âlimleri, kendi içinde tutarlı yöntemleri kullanarak Kur’ân’ı yorumlamış ve gerekli fıkhi hükümleri çıkarmışlardır. Kur’ân’ı yorumlama ve ondan ihtiyaç duyulan fıkhi hükümleri elde etme süreci de kıyamete kadar devam edecektir.

Kur’ân’da inanç, ahlak gibi pek çok konu yanında fıkhi konularla ilgili de pek çok hüküm de yer almaktadır. Bu hükümlerin bir kısmı genel prensip tarzında, bir kısmı ise detay açıklamalar tarzındadır. Müslüman birey ve toplumun ihtiyaç duyduğu bütün dinî hükümler ya prensip veya ayrıntı olarak bir şekilde Kur’ân’da yer alır. Örneğin, haksız kazancın haram olması, adalete riayet edilmesi, yönetim başta olmak üzere önemli her işte istişâre edilmesi, emanete riâyet konusunda hassasiyet gösterilmesi, sözleşmelere bağlı kalınması, sorumluluğun kişisel olması ve hukuk önünde herkesin eşit olması gibi hükümler Kur’ân’da yer alan genel prensiplerden bazılarıdır.

Yalan söylemenin, faizli işlem yapmanın, zina etmenin, içki içmenin, iftira atmanın, yalan yere şâhitlik yapmanın, gıybet yapmanın, insanı alaya alıp küçük görmenin haram olması şeklindeki hükümler ise detay sayılabilecek hükümlerdendir. En ayrıntılı fıkhi hükümler âile ve mirasla ilgilidir.

Kur’ân’da yer alan hükümler bir anda indirilmemiş, İlahî iradenin takdirine ve insanların ihtiyacına bağlı olarak yirmi üç sene gibi uzun bir zaman dilimine yayılmıştır. Fıkhi hükümler bazen insanların beli konularda sordukları sorular üzerine, bazen de soru ve talep olmadan doğrudan indirilmiştir.

4.1.2. Sünnet

Hz. Peygamber (s.a.v) dini öğretme, açıklama, uygulayarak ve örnekleyerek gösterme şeklindeki bir takım davranışlarda bulunmuştur. Kur’ân vahiy yoluyla doğrudan Hz. Peygamber’e (s.a.v) indirildiği için onu en iyi anlayan, açıklayan ve uygulayan da odur.

Buna göre sünnet, Hz. Peygamber’den (s.a.v) Kur’ân dışında nakledilen söz, fiil ve onaylardır. O, dinî hükümleri bazen sözlü olarak, bazen bizzat uygulayarak bazen de başkasının yaptığı güzel davranışları onaylayarak ortaya koyuyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.v) sözlü sünnetlerine “kavlî sünnet”, uygulama şeklinde olanlara “fiilî sünnet”, onaylama tarzında olanlara ise “takrîrî sünnet” adı verilir. “Ameller niyetlere göredir…” hadisi kavlî sünnete, namaz kılma şekli fiili sünnete, kadınların kabir ziyaretini görüp müdahale etmemesi ise takrîri sünnete örnektir.

Hz. Peygamber’in (s.a.v) dini açıklama ve öğretme maksadıyla ortaya koyduğu bu sünnetler dinin ikinci temel kaynağıdır. Çünkü ayetlerin en güzel ve en güvenilir açıklama ve uygulamaları sünnet tarafından ortaya konulmuştur. Yüce Allah Hz. Peygamber’e (s.a.v) böyle bir yetki vermiş, Müslümanlara da ona uymalarını emretmiştir. İlgili ayetlerden bazısı şöyledir:

وَاَط۪يعُوا الّٰلَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاحْذَرُواۚ فَاِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُٓوا اَنَّمَا عَلٰى رَسُولِنَا الْبَلَغُ الْمُب۪ينُ
“Allah’a itaat edin, Rasûle de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten) yüz çevirirseniz bilin ki Rasûlümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir.”

Hz. Peygamber (s.a.v) de sünnetin dinde kaynak olduğunu ifade etmek için şöyle buyurmuştur: “…Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”

Hz. Peygamber (s.a.v) dini açıklamakla görevli olduğundan bu görevini yapar, sahabe de bu konuda onu takip ederdi. Kendisi de sahabeye dini bir hükmü kendisinin yaptığı gibi yapmalarını isterdi. Örneğin Hz. Peygamber (s.a.v): “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle namaz kılın…” buyurmuştur. Ancak Hz. Peygamber’in (s.a.v) bütün fiilleri dinde bağlayıcı ve dinî hükümleri açıklayıcı nitelik taşımaz. Bu sebeple O’nun fiilleri üç kısma ayrılmıştır:

Birincisi, Hz. Peygamber’in (s.a.v) bir insan olması sebebiyle her insan gibi yaptığı davranışlardır. Yemesi, içmesi, giyinmesi, hastalık tedavisi, savaşlara karşı aldığı önlemler, ziraata dair uygulamaları gibi hususlar bu fiillerinin bazı örnekleridir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) bu tür davranışları vahye değil, kişisel tercih ve tecrübelerine dayanır. Ancak kişisel olarak bunlara uymak isteyenler de kınanmazlar.

• İkincisi, Peygamber olması sebebiyle sadece Hz. Peygamber’e (s.a.v) özgü olan bazı fiillerdir. Bu fiiller sadece Hz. Peygamber’e (s.a.v) mahsus olduğu için Müslümanların bunların bir kısmını yapması dinen zorunlu değildir, bir kısmını yapması ise dinen yasaktır. Örneğin, teheccüt namazı, Hz. Peygamber’e (s.a.v) mahsus fiillerdendir. Hz. Peygamber’in (s.a.v) teheccüt namazı kılması farz, peşpeşe oruç tutması ise dinen mubahtır. Fakat diğer Müslümanların teheccüt namazı kılması sünnet, hiç ara vermeden peş peşe oruç tutması ise tenzihen mekruhtur.

• Üçüncüsü, Peygamberimiz’in (s.a.v)dini öğretme ve örnekleme tarzındaki fiilleridir. Bu tür fiilleri fıkhi hüküm kaynağıdır ve Müslümanlar için de bağlayıcıdır. Delil olan sünnet de esasen budur.

Kaynak olma açısından sünneti de dört ana başlıkta ele alabiliriz:

• Tebyin, Kur’ân’ın manası kapalı hükümlerini açıklığa kavuşturmaktır. Namazların kılınış şekli, rekâtlarının sayısına, orucun tutulmasına, zekâtın verilmesine, haccın uygulanmasına dair hükümler, bu gruba dâhildir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın.”

“Haccın nasıl yapılacağını benden öğrenin…”

• Teşri-Tedric , Hz. Peygamber’in (s.a.v) gerekli olduğu zaman müstakil olarak hüküm koymasıdır. Yüce Allah bu konuda Hz. Peygamber’e (s.a.v) yetki verdiğini şu ayetlerle ifade etmiştir:

“Allah) ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman artık mümin bir erkek ve kadının o işi kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur”

“Gerçek şu ki, Allah’ı ve ahiret gününü (korku ve ümitle) bekleyen ve Alla’ı her daim ananlar için Allah’ın elçisi güzel bir örnek oluşturur”. 

Hz. Peygamber’in (s.a.v) dine ait pek çok konuda, Kur’ân’da doğrudan yer almadığı hâlde müstakil olarak sünnetle koyduğu hükümler vardır. Örneğin, farz namazların dışında kıldığı namazlar, ramazan orucu dışında tuttuğu oruçlar, âdetli kadının namaz kılmasını ve oruç tutmasını yasaklaması, başkasının alış-verişi üzerine alış-veriş yapmayı yasaklaması sünnetin müstakil hüküm koyma işlevini gösterir.

Te’kid, bazen Kur’ân’da yer alan bir hükmü yakın ifadelerle veya anlam olarak tekrarlayarak pekiştirir. Örneğin Kur’ân’da, “Rabbin sadece kendisine ibadet etmenizi ve anne-babanıza iyilik yapmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırlarsa onlara “öf” bile deme, onları azarlama ve onlara güzel sözler söyle…”  buyurulmuştur. Bu ayet ana-babaya iyi davranılmasını emretmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v) de, “Kime iyilik edeyim?” diye bir soru soran sahabiye: “Annene, annene, annene, sonra babana sonra da yakın akrabana iyilik et.” buyurmuştur. Yine Kur’ân’da komşu hakkı ile ilgili olarak şöyle buyurulmuştur: “Allah’a ibadet edin ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.” Hz. Peygamber (s.a.v) ise: “Allah’a ve ahiret gününe inanan kimse komşusuna ikramda bulunsun” buyurmuştur.

• Takyid-Tahsis, bazen de sünnet Kur’ân’da yer alan genel hükümleri sınırlandırır. Örneğin Kur’ân’da: “Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın…”buyurularak bütün müminlerin cuma namazını kılmasını farz kılmıştır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bu ayetin genel hükmünü sınırlamış ve cuma namazının erkeklere farz olduğunu açıklamıştır.

Sünnetler bize mütevâtir, meşhur ve âhad yollarla nakledilmiştir.
Mütevâtir sünnet: Hz. Peygamber’den yalan söylemek üzere anlaşmaları mümkün olmayacak kadar
kalabalık bir grup tarafından nakledilen sünnetlerdir. Müslümanların cemaatle namaz kılması buna
örnektir.
Meşhur sünnet: Tevatür sayısına ulaşmayan bir grup tarafından nakledilen sünnettir. Örneğin,
“Ameller niyetlere göredir” bu kabildendir.
Âhad sünnet: Hz. Peygamber’den bir veya iki râvinin naklettiği sünnettir. Mütevâtir ve meşhur dışındaki
sünnetlere genel olarak âhad denir. Âhad sünnetin s ayısı diğerlerinden daha çoktur.

 

4.2. Fer’î Deliller

Müctehidler, kitap ve sünnet delilini incelemişler ve asıl kaynaklarda tavsiye edilen ikinci derece kaynakları tespit etmişler, bu kaynaklardan da hüküm çıkarmışlardır. Bunların en önemlileri icma’ ve kıyastır. Fıkıhta kitap, sünnet, icma’ ve kıyas için en önemli dört delil anlamında edille-i erbaa kavramı kallanılmıştır. Ayrıca hüküm çıkarmada başvurulan istihsan, mesâlih-i mürsele, sedd-i zerâi, örf-âdet ve istishab gibi kaynaklar da mevcuttur.

4.2.1. İcma

Sözlükte icma, bir işi yapmaya kesin kararlı olmak, azmetmek ve görüş birliği etmek gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise, Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra herhangi bir dönemde yaşayan müctehidlerin dinî (şer’î) bir konunun hükmü hakkında görüş birliği içinde olmalarıdır.

İcmanın gerçekleşmesi için, müctehidlerin görüş birliği ettiği konunun dinî bir konu olması, görüş birliğinin Hz. Peygamber ’in (s.a.v) vefatından sonra olması, görüş birliği edenlerin Müslüman ve müctehid olması, icma sayılacak bir görüş birliğinin olması gerekir. İcmanın meydana gelmesi için müctehidlerin bir araya toplanması şart olmayıp görüşlerini teker teker bildirmeleri ile de icma gerçekleşebilir.

İcma, sarih ve sükûtî olmak üzere ikiye ayrılır:
• İcmaya konu olan dini meselede bazen müctehidler açıkça ve teker teker görüşlerini ortaya koymalarına sarih icma denir. Örneğin, Hz. Peygamber’in (s.a.v) vefatından sonra Kur’ân’ın mushaf hâline getirilmesi konusunda sarih bir icma oluşmuştur.
• Bazen de bir grup müctehid tarafından ortaya konulan bir dini hükümden haberdar olan Müctehid aksine bir görüş belirtmez ve susar. Bu da onların ortaya çıkan icmayı dolaylı yönden onayladıkları anlamına gelir ki, buna da sükûtî icma denir.

Müctehidler dini bir mesele üzerinde icma ederken kitap, sünnet veya kıyas gibi bir delile dayanmaları gerekir. Buna “icmanın senedi(dayanağı)” denir. Bu icmanın temelsiz ve sadece şahsi görüşlere dayanmadığını ve dini temeli olduğunu gösterir. Buna göre icma, bazen manası açık ve kesin olan ayetin anlamını pekiştirmek içindir. “Namaz; kitap, sünnet ve icma ile sabittir” cümlesindeki icmanın böyle bir fonksiyonu vardır. Bazen de icma farklı anlamlara gelebilecek bir ayetin manasını sınırlayarak kesinleştirmek için yapılır. Örneğin, “namazı kılınız ve zekâtı veriniz” ayetlerinde yer alan “salat” ve “zekât” kelimeleri farklı anlamalara da gelmektedirler. Ancak bunların dinde bilinen anlamıyla namaz ve zekât anlamına yorumlanması gerektiği konusunda sarih icma vardır.

4.2.2. Kıyas

Kıyas kelimesi sözlükte, bir şeyi bir başka şeyle ölçmek, takdir etmek ve iki şeyi birbirine eşitlemek gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise, kitap, sünnet veya icmada hükmü bulunmayan meseleye, aralarındaki illet birliği sebebiyle, bu kaynaklardan birinde yer alan meselenin hükmünü vermektir.

Kıyas yapabilmek için şu dört unsurun bulunması gerekir:
Asıl, fer’, aslın hükmü ve illet.
Asıl, hükmü nasla belirlenmiş olan ve kendisine kıyas yapılacak meseledir.
Fer’, nasslarda hakkında hüküm bulunmayan ve bulunana kıyas edilecek meseledir.
Aslın hükmü, kaynaklarda yer alan ilk hükmün taşıdığı helallik, haramlık, vaciplik gibi hükümlerdir.
İllet, asıl ile fer’ arasındaki benzerliği sağlayan ve kıyas yapılmasına imkân veren ortak niteliktir.

 

Örneğin, Kur’ân ve hadislerde şarabın hükmü belirlendiği hâlde biranın hükmü belirlenmemiştir. Yüce Allah şarapla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:

يَا ايَهُّا الذَّ۪ينَ اٰمَنوُٓا اِنمََّا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْنَْصَابُ
وَالْزَْلَمُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطاَنِ فَاجْتَنِبُوهُ لعََلَّكُمْ تفُْلِحُونَ

“Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.’’.

Müctehid biranın hükmünü belirleyebilmek için birayı şaraba kıyas etmektedir. Bunun için ortak bir nitelik aramaktadır. İki madde arasında benzerliği sağlayan ve aynı zamanda şarabın haram kılınmasının gerekçesi olan ortak nitelik “sarhoş edicilik”tir. Buna göre sarhoş ettiği için şarap haram ise sarhoşluk veren bütün alkollü maddeler ve bira da haramdır. Burada asıl şarap, fer’ bira, aslın hükmü haram, illet ise sarhoş ediciliktir.

Üç kişiden ikisinin fısıldaşarak konuşmasının yasaklanmamasına kıyasla, farklı bir dille konuşmaları da yasaklanmıştır. Peygamberimiz (s.a.v) “üç kişi olduklarında, ikisi üçüncülerini bırakıp gizlice konuşmasınlar” buyurmuştur.

Kıyas ile yeni bir hüküm ortaya konulmuş olmaz, var olan hüküm kıyas yöntemi ile ortaya çıkarılmış olur. Bunun için şarabı yasaklayan nassın içerisinde aslında diğer sarhoş edici ve uyuşturucu maddelerin hükmü de vardır. Ancak bu nasslarda şarap isim olarak yer alırken, diğerleri nitelik (illet) olarak yer almaktadır. Müctehid bu ortak niteliği tespit ederek fer’in hükmünü aslın hükmüne katmaktadır.

4.2.3. Sahabe Kavli

Sahabe kavlinde maksat Resûlullah’ın ashabından birisinden nakledilen içtihadi görüş ve fıkhi fetvalardır. Makasıd-ı şeriatı en iyi bilenler onlardır. Yüce Allah “Önde gidenlerin birincileri olan Muhacir ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah’tan razı olmuşlardır” ayetinde sahabeleri övmüştür. Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v) de “Ümmetimin en hayırlısı, benim zamanında bulunanlardır; sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlardır” buyurarak onların hayırlı insanlar olduklarını ifade etmiştir.

Kitab, Sünnet ve icmada hüküm bulunmadığı zaman Hanefî, Mâliki, Şafiî, ve Hanbelî fakihleri “taabbudî (ictihâdi olmayan) hükümlerde sahabe kavli kesin hüccettir” demişlerdir.

İmam Malik, hadisin yanında sahabe sözlerine ve fetvalarına da çok önem vermiştir. İmam-i Şafiî (r.a.) “Risale” isimli eserinde “Kitap ve sünnette bir hüküm bulunmazsa sahabelerden birinin sözüne uymak gerekir” demiştir.

4.2.4. İstihsan

Sözlükte bir şeyi güzel saymak, iyi olarak kabul etmek, tercih etmek gibi anlamlara gelir. Terim olarak istihsan, müctehidin özel bir delile veya sebebe dayanarak genel kuraldan ayrılarak daha özel bir hükmü tercih etmesidir.

Müctehidin dayandığı özel delil veya sebep, nass, icma, zaruret olabilir. Bu gerekçelerden birine dayanarak müctehid bir meselenin benzerlerine verdiği hükümden vaz geçip yeni bir hüküm vermektedir. İstihsan yönteminde müctehid, genel hükümden özel bir hükmü istisna etmektedir.

Unutarak yiyip-içenin orucunun bozulmaması istihsan yoluyla sâbittir. Genel kurala göre orucun bozulması gerekir. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Oruçlu iken unutarak yiyip içen kimse orucunu tamamlasın, zira onu Allah yedirip içirmiştir” Ebû Hanîfe’nin; “Bu hadis olmasaydı, kıyasa göre amel edip, unutarak yiyip içenin orucunun da bozulacağına hüküm verirdim” dediği nakledilir.

Genel kurala göre, necaset giderilmeden su temiz olmaz. Kuyu pislense, suyun tümünü boşaltmak gerekir ancak bunu yapmak müşkildir. Fakihler istihsan ile hüküm vererek belli miktar kova su çıkarılınca kuyuyu temiz kabul etmişlerdir.

4.2.5. Mesalih-i Mürsele

Sözlükte, “mesâlih-i mürsele”, herhangi bir kayda bağlanmayan maslahatlar anlamına gelmektedir. Terim olarak mesâlih-i mürsele, insanlara bir yarar sağlayan veya onlardan bir zararı savan ancak geçerli olup olmadığına dair delil bulunmayan maslahatlardır.

Başlıca üç çeşit maslahat vardır:

Muteber maslahatlar: Şâri’in hüküm koyarken dikkate aldığına dair delil bulunan maslahatlardır. Şâri’ bunları dikkate aldığına göre müctehid de bir meselenin hükmünü tayin ederken bu gibi maslahatları dikkate almalıdır. Dinin, canın, aklın, neslin ve malın korunması gibi maslahatlar bu türdendir.

Mülga maslahatlar: Şâri’in hüküm koyarken dikkate almadığına ve geçersiz saydığına dair delil bulunan maslahatlardır.

Örneğin kumar oynatmak bir işletmenin daha fazla kazanç sağlaması gibi bir maslahat içerir. Ancak Şâri, haram kazanç yoluyla ulaşılacak maslahatı iptal etmiş ve geçersiz saymıştır.

Mürsel maslahatlar: Şâri’in geçerli veya geçersiz saydığına dair bir delil bulunmayan maslahatlardır. Mürsel maslahatlara göre hüküm vermeye “ıstıslah” denilir. Örneğin, devlet bütçesi giderleri karşılamıyorsa kamu yararı için devlet ilave vergiler koyabilir. Yol güvenliği yoksa kişilerin maslahatı için seyahati engelleyebilir. Genel sağlığı koruma maslahatı gereği olarak koruyucu hekimlik tedbirlerine başvurabilir.

4.2.6. Örf

Çoğunluğun veya bir toplumun benimseyip alışkanlık hâline getirdiği iyi ve faydalı fiillerdir.

Örf her zaman iyi olmak zorunda iken âdet hâline gelmiş davranışlar her zaman iyi olmayabilir. Örneğin, cep telefonu ile meşgul olmak adet hâline gelmiş olabilir, fakat bunun her zaman iyi bir adet olduğu söylenemez. Bir şeyin örf hâline gelmesi için, dinin veya ortak aklın (akl-ı selîm) o alışkanlığı iyi bulması ve içine sindirmesi gerekir.

Dinî hükümlerin bir kısmında örf bir delil olarak kullanılmıştır. Çünkü Kur’ân’da ve sünnette bazı hükümler anlatılırken örfe atıfta bulunulmuştur. Mesela, Yüce Allah bir ayette örfe şöyle işaret etmiştir:

“…Onların (annelerin) yiyeceği, giyeceği, örfe uygun olarak babaya aittir…”

Hz. Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur: “Müminlerin güzel gördüğü şey Allah katında da güzeldir”

İnsana ve topluma hitap eden İslam, örfe değer vermekle aslında insana ve insanların ortak aklına değer vermiştir. Bu sebeple hakkında nass olmayan birçok konuda örfe başvurulur. İnsanlar arasında yapılan sözleşmelerdeki belirsizliklerin açıklığa kavuşturulmasında, ücretlerin ve çalışma saatlerinin belirlenmesinde, kiralık evin masraflarının kime ait olduğunun belirlen mesinde, yeminlerin tespitinde, gerek toplumda ve gerekse aile içinde hak ve vazifelerin dağılımında örfe başvurulmaktadır.

Fıkhi hükümlerin zamana, yere ve şahsa göre değişmesi söz konusu olabilir. Esasen değişime konu olan, kaynağı örf olan hükümlerdir. Çünkü örfün değişimine bağlı olarak hükümler de değişiklik gösterebilir.

4.2.7. Sedd-i Zerâi

Sözlükte, bir yere götüren vesileyi engellemek anlamına gelir. Terim olarak sedd-i zerai, kötülüğe giden yolların kapatılmasıdır.

Bazı fiiller aslında yasak olmadıkları hâlde kötülüğe götürdüğü için yasaklanır. Örneğin, kenevir bitkisi uyuşturucu için de kullanıldığından bu bitki ve tohumlarının üretimi kontrol altına alınabilir. Yine, balık avlamak aslında helal bir eylemdir. Fakat balık neslinin tükenmesine vesile olacağı zaman bazı mevsimlerde yasaklanabilir.

4.2.8. İstishab

Sözlükte istishab, beraberliği istemek, birlikte olmayı devam ettirmek gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise, birzamanda mevcut olan durumun, değiştiğine dair delil bulunmadıkça, hâlen varlığını koruduğuna hükmetmektir.

Bir kişinin suçu ispat edilinceye kadar suçsuz olduğunun ispatı, kazanılmış hakların korunması ve kesin olan bir şeyin şüphe ile ortadan kalkmayacağına hükmetmek bu yöntem ile olmaktadır. Örneğin, kendisinden uzun süre haber alınamayan ancak ölüp ölmediğine dair bilgi de bulunmayan kişinin kaybolmadan önce edindiği haklar korunur ve malı mirasçılarına dağıtılmaz. Uzun zamandan beri bir malı elinde bulunduran kimse, başka birisi çıkıp kendisine ait olduğunu ispat etmedikçe bu malın sahibi sayılır.

4.2.9. Şer’u Men Kablena

Sözlükte “bizden öncekilerin şeriatı/şeriatları” anlamına gelen şer’u men kablena tabiri, Hz. Muhammed’den (s.a.v) önceki peygamberler vasıtasıyla bildirilen dinî hükümler anlamındadır.

Kur’an ve sünnette yer almayan önceki ilâhî tebliğlerin geçerliliği ve bağlayıcılığı yoktur. Önceki ilâhî dinlere ait tebliğde olan ve aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’de veya Hz. Peygamber’in hadislerinde yer alan hükümler eğer nesh edilmişse yine bağlayıcı değildir. Örneğin En’âm suresinin 146. ayetinde “Yahudilere tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların ise, sırtlarında veya bağırsaklarında bulunanlar, ya da kemiklerine karışanlar dışındaki içyağlarını (yine) onlara haram kıldık. İşte böyle, azgınlıkları sebebiyle onları cezalandırdık. Biz elbette doğru söyleyenleriz.” bahsedilen yasaklı yiyecekler Müslümanlar açısından söz konusu değildir. Çünkü ayetin devamında yasağın Yahudilere azgınlıkları yüzünden konulduğu ifade edilmiştir.

Yürürlükte olduğuna dair delil bulunan hükümler ise bağlayıcıdır. Örneğin Bakara suresi 184. ayette “Ey iman edenler! Sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sakınasınız diye sizin üzerinize de sayılı günlerde oruç yazıldı” şeklinde ifade edilen oruç ibadeti yürürlüktedir ve bağlayıcı bir hükümdür.

pharmaciefr24.fr
DHBT Sınavı
22.09.2024
0
Gün
0
Saat
0
Dakika
0
Saniye