Dinî çoğulculuk (plüralizm), farklı dinlere mensup insanların birbirlerinin haklarına saygı göstererek bir arada barış içinde yaşamalarına denir. Çoğulculuk, özünde farklılıkların zenginlik kabul edildiği ve ötekilerin haklarının hukuki teminat altına alındığı bir hoşgörü ortamıdır. Böyle bir ortamda kimse kimseye inancı, yaşayışı ve kültürü nedeniyle baskı yapamaz, kimse farklılığından dolayı eleştirilemez ve kınanmaz.
İçinde yaşadığımız dünya farklı din, kültür ve etnik kökene sahip insanların bir arada yaşamak zorunda kaldığı çok kültürlü bir dünyadır. Günümüzde iletişimin kolaylaşması, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler nedeniyle dünyamız adeta küresel bir köy hâline dönüşmüştür. Bu nedenle farklı inanç ve kültürlere mensup insanların birlikte yaşamaları ve aynı havayı teneffüs etmeleri kaçınılmaz olmuştur. Böylece yemesi, içmesi, giyimi, konuştuğu dili ve inançlarıyla birbirinden farklı olan insanların farklılıklarını koruyarak barış içinde yaşama anlayışı doğmuştur. Bu anlayış genel olarak dinî çoğulculuk olarak tanımlanmaktadır.
Dinî çoğulculuk tüm inançlara saygı ve hoşgörü ile yaklaşmayı gerektirir. Her insan,
mensubu olduğu dinin en doğru ve mükemmel din olduğuna inanır. Ancak bu tabii durum insanların farklı inanç sahiplerine hoşgörü ile bakmasına engel değildir. Zira inançlar, insanların akli çabalarına ve hür iradelerine dayalı kendi tercihleridir. Bu sebeple farklı inançlara hoşgörü çerçevesinde bakmak hem insani hem de dinî bir zorunluluktur.
Dinî çoğulculuk, zengin bir tarihî tecrübeye sahip olan Müslümanlar için yeni ve yabancı bir anlayış değildir. Zira İslam dini ilk zamanlardan itibaren farklı inançlara dinî hürriyet tanıyan ve onların haklarını koruyan çoğulcu bir yapıya sahip olmuştur. Hz. Peygamberin Medine’de bulunan Araplar, Yahudiler ve Hristiyanlarla birlikte imza altına aldığı Medine Antlaşması bu anlayışın ilk örneklerindendir. Tarih boyunca Yahudi, Hristiyan ve Budistler gibi farklı dinî gruplar Müslümanların hâkimiyeti altında dinlerini serbestçe yaşamışlardır.
Türkiye asırlardır birçok din, kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmış bir coğrafyada yer almaktadır. Bu nedenle asırlar boyunca Anadolu topraklarında Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlar gibi birçok farklı inanç mensubu barış ve hoşgörü içinde bir arada yaşamışlardır. Ülkemizde Müslümanların yanı sıra Yahudiler ve Hristiyanlar gibi dinî gruplar yer almaktadırlar.
Yahudiler Türkiye’de bulunan dinî grupların en önemlilerindendir. Osmanlılar devrinde dinî ve ekonomik hayatta önemli bir yer edinen Yahudiler, adalet ve hoşgörü ile muamele görmüşlerdir. Tarih içinde İspanya ve Rusya’dan göçe zorlanan Yahudilere Osmanlı Devleti kucak açmıştır. Bağımsız İsrail Devleti’nin kurulmasından sonra Türkiye’deki Yahudi nüfusu yarıya yakın oranda azalmıştır. Bugün Türkiye’de yaşayan Yahudilerin sayısı yaklaşık yirmi altı bin kadardır. Bunların büyük bir çoğunluğu İstanbul ve İzmir’de, diğerleri ise Ankara, Bursa ve Edirne gibi şehirlerde yaşamaktadır.
Türkiye’de yer alan Hıristiyan grupların tarihi oldukça eskidir. Zira Anadolu toprakları Hristiyanlığın gelişmesinde önemli bir merkezdir. Bunun yanı sıra ülkemizde birçok yer Hristiyanlarca kutsal sayılmaktadır. Bunların içinde Efes, İstanbul ve İznik gibi yerler sayılabilir. Türkiye’deki Hristiyan gruplar arasında Rumlar, Ermeniler, Süryaniler ve Arap Ortodoksları yer almaktadır.
Türkiye’de yaşayan en kalabalık Hristiyan grup olan Ermenilerin sayısı altmış bin civarındadır. Bu nüfusun büyük bir çoğunluğu İstanbul’da ikâmet etmektedir. Ermeni Patrikliğine bağlı olan Ermeniler haricinde, ana kiliseden ayrılmış olan Katolik ve Ortodoks Ermeniler de vardır.
Türkiye’de yaşayan Hristiyan dinî gruplardan biri de Süryanilerdir. Süryaniler; Süryani Kadim, Süryani Katolik ve Süryani Ortodoks Kilisesi mensupları olarak üç gruba ayrılmışlardır. Türkiye’deki Süryaniler, Suriye Şam Patrikliğine bağlıdır. Diğer bir Hristiyan grup olan Arap Ortodokslar, Antakya Patrikliğine bağlı olarak yaşamakta olup sayıca azdırlar.
Dinler arası diyalog, günümüzdeki farklı din mensupları arasında öne çıkan önemli konulardan biridir. Kelime olarak diyalog, iki veya daha fazla kişinin karşılıklı konuşması demektir. Dinler arası diyalog ise farklı dinlere mensup insanların, inanç ve fikirlerini zorla birbirlerine kabul ettirmeden fikir alışverişinde bulunabilmesi, yaşanan sorunlar üzerinde konuşabilmesi ve iş birliği yapabilmesidir. Dinler arası diyalog ifadesinde kastedilen husus dinlerin değil, din mensuplarının birbirleriyle diyalog hâlinde olmalarıdır. Bu nedenle dinler arası diyalog hem insani bir faaliyettir hem de ahlaki bir ilişkidir.
İçinde yaşadığımız bu yüzyılda bilim ve teknolojinin gelişmesi, iletişimin yaygınlaşması ve ülkeler arasındaki sınırların kalkması farklı kültür ve dinlere mensup insanları birbirlerine daha da yakınlaştırmıştır. Küreselleşen dünyamızda insanlar farklılıklarla daha sık karşılaşmaktadır. Birlikte yaşamanın artık bir zorunluluk hâline geldiği günümüzde dinler arası ilişkiler giderek önem kazanmaktadır. Bu nedenle insanların
barış ve uyum içinde yaşayabilmeleri için birbirlerinin inanç, fikir ve yaşayışlarına saygı
göstermeleri gerekir. Bunun için de insanların önyargılardan arınarak birbirlerini tanımaları şarttır. Bu barış ve hoşgörü ortamının oluşturulmasında ise dinler arası diyaloğun önemli katkıları olacaktır.
Yeryüzündeki bütün dinlerin kendi inanç ve görüşlerinin en doğru ve en güzel olduğunu iddia etmeleri tabii bir durumdur. Ancak bu durum farklı dinlere mensup insanların barış ve hoşgörü içinde yaşamasına engel değildir. Bütün dinlerin öteki inançların da varlığını kabul etmesi, farklı din mensuplarının birbirlerinin inanç ve ibadetlerine saygı göstererek birlikte yaşamalarını mümkün kılmaktadır. Böyle bir ortamda hiç kimse inancından dolayı kınanmayacaktır. Her din mensubu kendi dinini serbestçe yaşayabilecek ve başkalarına anlatabilecektir. Böyle bir ortamın tesis edilebilmesi için ön yargılardan uzaklaşarak birlikte yaşama kültürüne ve diyalog ortamına ihtiyaç vardır. Dolayısıyla insani bir faaliyet olan dinler arası diyaloğun amacı birlikte yaşama kültürüne katkıda bulunmaktır.
Müslümanlar, tarihin her döneminde farklı din mensuplarıyla sağlıklı diyaloglar kurmuşlardır. Hz. Peygamber Dönemindeki Medine Sözleşmesi, Necranlı
Hristiyanlarla görüşmesi, Endülüs’te Yahudi ve Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki uyumlu yaşama ve Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasında bu dinlerin mensuplarına gösterdiği hoşgörü bu diyaloğun bazı tarihsel örnekleridir.
Kur’an-ı Kerim’in Yahudi ve Hristiyanlara “ehlikitap” diyerek onları diğer gruplardan ayırmıştır. Onların yanlış inanç ve davranışlarını yermekle birlikte olumlu davranışlarından da bahsetmiştir.
Ayrıca Hz. Peygamberin onlarla sürekli iletişim içinde olması, Müslümanların ehlikitapla diyalog kurmalarını kolaylaştırmıştır. Ancak tarihte görülen Müslüman, Budist ve Hindu gibi toplumlara yönelik misyonerlik faaliyetleri ve sömürgecilik hareketleri birçok toplumda diyaloğa karşı şüphe oluşmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte tarihî olayların oluşturduğu endişeler, önyargılar ve düşmanlıklar diyalog ortamına engel teşkil etmemelidir. Aksine sorunların çözümü ve insanlığın ortak barışı için diyalog yolu daima açık tutulmalıdır. Zira Müslümanların diğer dinî inançlarla karşılaşmaktan, onlarla yüzleşmekten ve diyalog kurmaktan çekinecek ve korkacak
hiçbir yönü yoktur.
İnsanlığın huzurunu, bir arada yaşama kültürünü amaçlayan diyalog faaliyetlerinin öncelikle önyargı ve art niyetten uzak olması gerekir. Diyalog sinsi ve gizli gayelere araç kılınmamalı, samimiyet esasına dayanmalıdır. Diyalog için Kur’an’ın ortaya koyduğu “Sizin dininiz size benim dinim bana.” ilkesi gereği herkes kendi inancı üzerinde olmalıdır. Diyalog ortamına zarar verici her türlü misyonerlik anlayışı terk edilmeli, inanç ve fikir hürriyeti çerçevesinde herkesin kendi dinini ifade edebilmesi sağlanmalıdır. İnsanlığın yaşadığı ortak sorunlara çözüm üretmeyi, barış ve hoşgörü ortamını tesis etmeyi amaçlayan diyalog çalışmaları, eşit şartlarda ve bu alanda uzmanlaşmış kişilerce yapılmalıdır.
Misyonerlik kelimesi Latince “missio” kökünden türemiştir. Bu kelime yetki, vekâlet ve tamamlaması için birine verilen görevi ifade eder. Misyon, bir dinin propagandasını yapmakla görevli insanlar teşkilatı anlamına gelmektedir. Bu işi yapan kişiye misyoner, yapılan bu faaliyete ise misyonerlik adı verilir.
Misyonerlik her ne kadar dinlerin yayılma faaliyeti için kullanılsa da daha çok Hristiyan yayılmacılığını ifade etmektedir. Bu kelime ilk defa Hristiyanlar tarafından bu anlamda kullanılmıştır. Zira misyonerlik faaliyetlerini dünya genelinde sistemli bir şekilde ve kurumsal düzeyde yürüten din, Hristiyanlıktır. Bu amaçla ilk misyonerlik teşkilatı 1646 yılında İngiltere’de kurulmuştur. Bununla birlikte Yahova Şahitleri, Bahai, Budist ve Hindular gibi dinî gruplar da misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuşlardır.
Her din, mesajlarının diğer insanlara iletilmesini hedefler. Bu anlamda Müslüman, Hristiyan, Budist ve Hinduların kendi dinlerini başkalarına duyurmaları temel insan haklarındandır. Ancak misyonerlik, dini duyurma faaliyetlerinden farklıdır. Misyonerler hileli yollarla insanların sosyal ve ekonomik zaaflarını suistimal ederek muhataplarını din değiştirmeye zorlar. Aynı şekilde karşı tarafın inancını çarpıtarak onları kötü göstermek gibi davranışlar dini yayma hakkını kötüye kullanmaktır.
Türkiye konumu itibarıyla Asya, Avrupa ve Afrika’yı birbirine bağlayan yolların kesiştiği bir noktada yer almaktadır. Tarihî olarak da ilk çağlardan beri pek çok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bugün dünyanın en hareketli bölgeleri olan Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlara açılan kapı özelliği taşıyan Türkiye, pek çok dinî grubun hedefidir.
Bugün dünyanın büyük dinlerinden biri olan Hristiyanlığın Türkiye’ye özel bir ilgisi bulunmaktadır. Hristiyan misyonerlerine göre Türkiye, Hristiyanlığın beşiğidir. Çünkü bugünkü Hristiyanlığın kurucusu olan Pavlus, Tarsusludur. Ayrıca Pavlus’un dinini yaymak için gezdiği pek çok yer Anadolu’dadır. Bu nedenle misyonerler, Türkiye’yi Hristiyanlaştırmak için 19. yüzyıldan bu yana misyonerlik faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Hristiyanların dışında Yahova Şahitleri, Bahailer gibi gruplar da ülkemizde misyonerlik faaliyeti sürdürmektedirler.
Hristiyanlık, misyon özelliği olan bir dindir. Hristiyanlığa göre İsa, Tanrı’nın kutsal mesajını insanlara duyurmak misyonuyla yeryüzüne inmiş ve havarilerini bu misyonu yaymak için dünyaya göndermiştir. Bu husus İncillerde şöyle geçer: “İmdi, siz gidip bütün milletleri şahit edin, onları baba ve oğul, ruhulkudüs ismi ile vaftiz eyleyin, size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim.” Hristiyanlıktaki misyonerlik faaliyetlerinin
temeli bu misyon anlayışına dayanır. Bu husus İsa’nın yeryüzündeki bedenini temsil eden kilise ile misyonerlik faaliyetleri arasındaki ilişkiyi de ifade etmektedir. Bu faaliyetlerin öncülüğünü yapan kişi ise bugünkü Hristiyanlık anlayışının mimarı olan Pavlus’tur.
Bütün dünyaya yayılma amacında olan Hristiyanlık, dünyanın birçok bölgesinde misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Ülkemize yönelik ilk misyonerlik faaliyetleri Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında Ermeniler arasında başlamıştır. Katolik ve Ortodoks Hristiyanlar, Ermenileri kendi saflarına çekebilmek için bu grup arasında misyonerlik faaliyetlerinde bulunmuşlardır. Bu faaliyetler sonucunda bir kısım Ermeni, Katolikliğe geçmiş ve ayrı bir Katolik Ermeni Kilisesi oluşturmuştur. Fransa’nın gayretleriyle de bu kilise Osmanlı Devleti tarafından 1830 yılında ayrı bir cemaat olarak tanınmıştır. Sonraki yıllarda ise Amerikalı Protestanların misyonerlik faaliyetleri sonucunda bir de Protestan Ermeni Kilisesi oluşmuş ve bu kilise de 1847 yılında İngiltere’nin isteği üzerine Osmanlı Devleti tarafından tanınmıştır.
Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonraki yıllarda Tevhiditedrisat Kanunu’na uymayan ve öğrencilere İncil okutan, onları ayinlere götüren birçok okul kapatılmıştır. Bu okullardan biri olan Bursa Amerikan Kız Koleji, sistemli şekilde misyonerlik yaptığı için Atatürk Döneminde (1928) kapatıldı. Bununla birlikte ülkemizde Protestan grupların misyonerlik faaliyetlerini devam ettirmeye çalışmışlardır. Bunlar içinde Babtistler, Adventistler ve Mesih İnanlıları gibi Protestan gruplar misyonerlik faaliyetleri ile dikkat çekmektedirler.
Türkiye’de misyonerlik çalışmaları yürüten Hristiyan gruplar birçok metot ve argüman kullanmaktadır. Misyonerler; bedava İncil, kitap, dergi, broşür, kaset, CD gibi iletişim malzemeleri dağıtmaktadırlar. Bu klasik yöntemlerin dışında sesli ve görsel medya, İncil okuma grupları ve İnternet gibi yollarla Hristiyanlaştırma faaliyetleri yapmaktadırlar.
Hristiyan misyonerliğinin en temel özelliği, faaliyetlerinin kurumsal düzeyde yürütülmesidir. Ayrıca dinî ve siyasi amaçları da bulunmaktadır. Bu nedenle ülkemizde olduğu gibi dünya genelinde de misyonerlik faaliyetleri çeşitli örgüt ve kurumlar tarafından finanse edilmektedir. Bu amaçla acil yardım ekipleri oluşturan misyoner kuruluşları felaket ve afet anında insanlara maddi-manevi yardımlarda bulunurlar. Nitekim 1999 Marmara Depremi sonrasında insani yardım amacıyla ülkemize gelen gruplardan bazıları misyonerlik faaliyeti yürütmüşlerdir. Zor durumda olan insanların bu hâllerini suistimal etmeye çalışan misyonerlerin çoğu yardım gönüllüsü, doktor, öğretmen ve hemşire gibi farklı meslek gruplarına mensuptur.
Misyoner kuruluşları, misyonerlik faaliyetlerinin siyasi ve ekonomik sömürgecilikle
ilişkilendirilmesinden dolayı yöntem değişikliğine gitmiştir. Bu amaçla İncil’in mesajının hedef kitle olan ülkenin şartlarına uydurulması ve misyoner faaliyetlerinin
yerelleştirilmesine karar verilmiştir. Bunun yansımalarından biri, yabancı misyonerlerin yerine, yerel kiliseler ve yerli Hristiyanlar aracılığıyla bu faaliyetlerin yürütülmesidir. Halkın tepkisini azaltmak için ev kiliseleri ve yerli Hristiyanlar aracılığıyla misyonerlik faaliyetleri yürütülmeye başlanmıştır.
Misyoner gruplarının kullandığı argümanlar, faaliyetlerin yürütüldüğü ülkenin şartlarına göre düzenlenmektedir. Türkiye’yi Hristiyanlığın vatanı olarak gören misyoner gruplarının kullandığı argümanların başında Kur’an-ı Kerim’in Hz. İsa’ya büyük önem verdiği propagandası gelmektedir. Buna göre misyoner gruplar Kur’an’da Hz. İsa’nın çok anılması, babasız olması ve yükseltilmesi gibi konuları çarpıtarak
Kur’an’ın da kendi mesajlarını onayladığını iddia etmektedirler.
Misyonerler muhataplarına karşı öncelikle Hz. İsa’nın peygamber oluşuna vurgu yaparken onun tanrılığına değinmezler. Hristiyanların üç tanrıya inanmadıklarını iddia eden misyonerler, bunun Müslümanların uydurması olduğunu belirtirler. Onlara göre Tanrı tektir; ancak üç kişiliğe sahiptir. Misyoner gruplar, muhataplarına merhametli ve sevecen bir tanrı anlayışını telkin ederler. İslam’daki Allah inancını, insana uzak ve acımasız olduğu gerekçesiyle eleştirirler. Kur’an’ın aslını koruyamadığını, Tevrat ve İncil’in de Allah’tan geldiğini ve Kur’an-ı Kerim’in bunu onayladığını iddia ederler. Ayrıca Kur’an’daki bazı ayetleri bağlamından kopararak Allah’ın Hristiyanlığı övdüğü gibi görüşler ileri sürmektedirler. Misyonerler bunların yanında etnik veya dinî azınlıklara, çoğunluğun onları sömürdüğü ve ezdiği şeklinde propaganda yaparak kaos ve çatışma ortamı oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Misyoner gruplar, çeşitli internet sayfaları aracılığıyla Hristiyanlık inançlarının doğruluğunu Kur’an ayetleriyle ispatlamaya çalışmaktadırlar. Bunu yaparken Kur’an ayetlerini, kendi amaçları doğrultusunda yorumlayarak çarpıtmaktadırlar. Bütün bu faaliyetleri yaparken yürüttükleri eylemin din özgürlüğü kapsamında serbest olduğunu iddia etmektedirler. Oysa istismara yönelik inanç yayma faaliyeti hukuka aykırıdır ve inanç hürriyeti kapsamında değildir.
Yahova, Yahudilikte Tanrı için kullanılan Yahve kelimesinden gelmektedir. Bu isim Tevrat’ta şöyle geçer: “ Beni size … Yakup’un tanrısı Yahve gönderdi.” Yahova Şahitleri isimlerini kutsal kitapta geçen “Siz şahitlerim ve seçtiğim kulumsunuz, ta ki bilip bana inanasınız ve benim o olduğumu anlayasınız.” ifadesinden alırlar.
Yahova Şahitleri, 19. yüzyılda ortaya çıkan, Yahudilik ve Hristiyanlık karışımı Mesihçi ve misyoner bir harekettir. Bu hareketin temeli, dünyadaki düzenlerin yakında sona ereceği ve İsa Mesih’in tekrar gelerek yeryüzünde tanrısal krallığı kuracağı inancıdır. Bu grup kendilerini Yahova krallığının gerçek sahipleri ve şahitleri olarak tanıtırlar. Bununla birlikte Yahova Şahitleri kendilerini ayrı bir din olarak görürler.
Yahova Şahitlerinin kurucusu Charles Taze Russell (Çarls Teyz Rassıl) (1852-1916)’dır. Amerika’da yaşayan Russell, İsa Mesih’in ikinci gelişine inanan Adventistlerle karşılaşmış ve onların fikirlerinden etkilenmiştir. 1914’te kıyametin kopacağı kehanetinde bulunan Russell, bu durum gerçekleşmeyince tezini bu tarihin kıyamet alametlerinin başladığı tarih olduğu şeklinde değiştirmiştir. Russell’den sonra onun yerine geçen Rutherford, Russelistler diye bilinen cemaati 1931’de “Yahova Şahitleri”
olarak adlandırdı. Rutherford (Ruterford), grup üyelerinin üzerlerinde altın taç ve haç taşımaması, yazı ve broşürlere isim yazılmaması, yeni dergiler çıkarmak gibi değişiklikler yaptı. 1975 yılında Armagedon Savaşı’nın olacağı kehanetinde bulunan hareket liderleri, bu durum gerçekleşmeyince mensuplarını hayal kırıklığına uğrattılar. Bunun üzerine IV. Lider F. Franz, Yahova Şahitlerinin kutsal savaşın ne zaman olacağını bilmeden de Yahova’ya hizmet etmeleri gerektiğini belirtti.
Yahova Şahitleri, Kitab-ı Mukaddes’e inanırlar. Onun Tanrı sözü olduğunu kabul ederler. Tanrı olarak Yahova’ya inanırlar. Bununla birlikte İsa Mesih’i, Tanrı’dan daha alt seviyede ve onun oğlu kabul ederler. Yahova Şahitlerinin bu inancı İsa Mesih’i Tanrı
olmaktan çıkardığı gerekçesiyle Hristiyan mezheplerince reddedilmiştir.
Yahova Şahitleri, İslam peygamberi Hz. Muhammed’i yalancılıkla itham ederler. Kur’an-ı Kerim’i asılsız olarak görürler. Kendi inançları dışındaki dinleri sahte kabul ederler.
Yahova Şahitlerine göre İsa Mesih’in tanrısal krallığı, şeytan ve yandaşlarını yenerek yeryüzündeki bütün beşerî sistemleri, devletleri ortadan kaldıracaktır. Ardından da göklerde egemen olan tanrısal krallık yeryüzüne hâkim olacaktır. İsa Mesih, bu zaferden sonra yüz kırk dört bin kişilik seçkin Yahova Şahitleri topluluğuyla beraber bin yıl boyunca bu krallığı yönetecektir. Bu süre içinde insanlık ve yeryüzü, Âdem’in ilk günahından önceki hâline dönecektir. Bu bin yıllık dönemin sonunda İsa Mesih, krallığı, asıl sahibi olan Tanrı’ya devredecektir.
Yahova Şahitleri, sistemli ve ısrarcı misyonerlik faaliyeti yürüten bir gruptur. Misyoner okullarında yetiştirdikleri Yahova Şahitleri, günün her vaktinde ev ev, sokak sokak dolaşarak inançlarını yaymaya çalışırlar. Bu faaliyete tarla hizmeti adını verirler. Bunların kullandığı metot, genelde vaaz etmek, kitap ve broşür dağıtmaktır. Bu iş için grup üyeleri genelde vakitlerinin tamamını almayan işlerde çalışırlar ve kalan zamanlarında ise Yahova Şahitliği inancını yaymaya çalışırlar. Her bölgede çalışan gruplar düzenli olarak genel merkeze rapor sunarlar.
Ülkemizde Yahova Şahitlerinin misyonerlik çalışmaları 1909’da başlamıştır. Bu dönemde İzmir’de, Yahova Şahitlerinin dergisi olan Tarassut Kulesi’ni düzenli okuyan bir grup oluştu. Böylece ülkemizde bu grubun misyonerlik faaliyeti başlamış oldu. İlk zamanlar Ermeni ve Rum vatandaşlarımız arasında yayılmaya çalışan hareket daha sonra Müslüman Türkler arasında az da olsa taraftar bulmuştur.
Türkiye’de yirmi civarında cemaati bulunan hareket daha çok İzmir, İstanbul, Ankara ve Mersin gibi illerimizde etkinlik yürütmeye çalışmaktadır.
Laiklik, devlet ile din işlerinin birbirinden ayrı olması; devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından tarafsız olması demektir. Bu yönüyle laiklik, din ve vicdan özgürlüğünü koruyan bir ilkedir. Laiklik ilkesi gereği Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşı olan herkesin din ve vicdan özgürlüğü teminat altına alınmış ve korunmuştur. Böylece her din mensubu kendi inancını yaşayabileceği gibi başkalarının da inanç ve ibadetlerine karışamaz. Herkes istediği gibi inanıp inanmama, ibadet edip etmeme hakkına sahiptir. Atatürk’ün “Laiklik sadece din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Laiklik, tüm vatandaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmek demektir.” sözü laikliğin bu özelliğine vurgu yapmaktadır.
Ülkemizde laiklik ilkesi zaman zaman iç ve dış tehditlerle karşı karşıya kalmaktadır.
Laikliği tehdit eden iç faktörlerden biri, aşırı dinî yorumları benimseyerek onları başkalarına empoze etmeye çalışan gruplardır. Laikliği yok etmeye çalışan kimi düşünce sahipleri zaman zaman siyasi hedefler gütmekte, toplumsal dengeleri ve iç huzuru bozmaya çalışmaktadırlar. Bununla birlikte laikliği dinsizlik olarak algılayan, din ve vicdan özgürlüğünü kısıtlamayı amaçlayan düşünceler de laikliği tehdit etmekte ve toplumsal huzuru bozmaktadır. Her iki tehdit de ülkemizin birlik ve beraberliğine,
devletin bütünlüğüne ve toplumsal barışa zarar verici fikir akımlarıdır.
Laikliği tehdit eden bir diğer faktör ise ülkemizde yürütülen misyonerlik faaliyetleridir.
Farklı dinlere mensup misyonerlik faaliyetleri kendi inançlarını ülkemizde yaymak adı altında istismarcı bir metot takip etmektedir. Bu dinî görünümlü etkinliklerinin arkasında ise siyasi gayeler yatmaktadır. Bu gruplar, bölücü çalışmaları kapsamında özellikle çocukları ve gençleri hedef almaktadır. Düzenledikleri kurslar, kamplar, yaz okulları ve çocuk köyleri gibi etkinliklerle misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaktadırlar.
Bu tür zararlı iç ve dış tehditlere karşı gerekli tedbirleri almak, zararlı fikir akımlarına meydanı boş bırakmamak, insanlarımızı millî ve manevi değerlerle donatmak millî ve dinî görevlerimizdendir.