Asya kıtasındaki müslümanların yaşadığı bölgeleri; Ön Asya ve Körfez, Güney Asya ve Uzak Doğu, Orta Asya ve Kafkas ülkeleri olarak üç grupta inceleyebiliriz.
Ön Asya ve Körfez ülkeleri; Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının birleştiği bir bölgededir. Bu bölgede; Türkiye, KKTC, Suriye, İran, Irak, Lübnan, Filistin, Ürdün, Suudi Arabistan, Umman, Yemen, Bahreyn, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler bulunmaktadır. Şimdi bu ülkeleri sırasıyla tanıyalım:
Türkiye: Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz ölçümü 814.578 km2, başkenti Ankara, resmidili Türkçe, nüfusu 2016 verilerine göre yaklaşık 78,741 milyon kişidir. Nüfusun % 99’u Müslüman’dır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda topraklarının büyük bir kısmını kaybeden Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan bir köprü konumundadır.
29 Ekim 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti yüzünü Avrupa’ya dönmüştür. Miladi takvimin kabulü, tekke ve zaviyeler kanunu, kadınlara seçme ve seçilme hakkı gibi birçok yasal düzenlemelerde bulunulmuştur. Türkiye 1932’de Milletler Cemiyeti’ne, 1952’de de Nato’ya (Kuzey Atlantik Paktı) katılmıştır.
Cumhuriyetin kuruluşundan 1946 yılına kadar tek parti ile yönetilen Türkiye, 1946 yılında çok partili sisteme geçerek demokratikleşme yönünde önemli bir adım atmıştır. Bu demokratik kazanımlarını Avrupa perspektifinde ilerleterek sürdürmektedir.1 Türkiye son dönemlerde bölgesinde aktif bir rol oynayan ülke hâline gelmiştir. Orta Asya Türk cumhuriyetleriyle, Orta Doğu ve Balkan ülkeleriyle tarihten gelen köklü bir bağla ilişkilerini geliştirmektedir. Özellikle Azerbaycan-Ermenistan, İsrail-Filistin, İsrail-Lübnan meseleleri gibi birçok problemin çözümünde uluslararası temaslarını sürdürerek yapıcı bir rol üstlenmiştir.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC): Türkiye’nin güneyinde yer alan KKTC, ülkemize 65 km uzaklıktadır. Başkenti Lefkoşe, resmî dili Türkçe, yüz ölçümü 3.355 km2’dir. 2014 verilerine göre nüfusu 312.626 kişidir. Nüfusunun % 99’u Müslüman’dır.
Doğu Akdeniz’in en önemli adalarından biri olan Kıbrıs, 1571’de Osmanlı yönetimine girdi. İngiltere, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik bunalımlardan yararlanarak 1878’de Kıbrıs’ın yönetimini geçici olarak üstlendi. Bu durumu 1914 yılında kalıcı hâle dönüştürdü. Ancak İngiltere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Kıbrıs’ı zorunlu olarak terk etti. Bu aşamada Türkiye ve Yunanistan Kıbrıs’a yöneldi. Türkiye, asıl sahibi olduğu gerekçesiyle adanın kendisine verilmesini isterken Yunanistan nüfus bakımından Rumların çoğunlukta olduğunu ileri sürerek adayı topraklarına katmaya çalıştı. Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama idealini (Enosis) hayata geçirmek isteyen bazı Kıbrıslı Rumlar, 1955’te EOKA (Kıbrıs Mücadelesi Ulusal
Örgütü) adı altında örgütlenerek Türklere karşı saldırılara başladılar. Türkler de Dr. Fazıl Küçük önderliğinde Rum saldırılarına karşı koymak için örgütlendiler.
Bu gelişmeler üzerine İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında yapılan Zürih ve Londra görüşmeleri sonunda 1959’da anlaşmaya varıldı. Anlaşmada adadaki toplumların ortak katılımlarıyla bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulması, adanın toprak bütünlüğü ve hukuki statüsünün bu üç devletin garantörlüğüne alınması ön görüldü. Bu çerçevede 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Cumhurbaşkanlığına Rumların temsilcisi Başpiskopos Makarios, yardımcılığına da Türklerin temsilcisi Dr. Fazıl Küçük seçildi.
Rumların saldırgan tutumları yüzünden Kıbrıs’ta barış ve güven ortamı sağlanamadı. Makarios’un Kasım 1963’te Rumların çıkarlarına uygun olarak anayasayı değiştirmeye kalkışmasıyla iki toplum arasında çatışmalar tekrar başladı. Rumlar, 2 Aralık 1963’te Lefkoşe’de 24 Türk’ü öldürerek katliamlarını hızlandırdılar. Türk jetleri 24 Aralık’ta Lefkoşe üzerinde uyarı uçuşları yaparak Rumları caydırmaya çalıştıysa da sonuç alınamadı. Olayları önlemek için BM tarafından Mart 1964’te gönderilen barış gücü de etkili olamadı.
EOKA, Yunanistan’da 1967’de yapılan askerî darbeden güç alarak Enosis’i gerçekleştirmek için yeniden harekete geçti ve Türklere saldırmaya başladı. Türkiye buna şiddetle karşı çıkarken Kıbrıs Türkleri de 27 Aralık 1967’de Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi’ni kurdular. Rumlar, uzlaşmaz tavırlarını sürdürmeye devam ettiler. 1974’te Türkler tekrar katliamla karşı karşıya kaldılar. 15 Temmuz 1974’te Nicos Sampson önderliğindeki Rum subaylar, Makarios’u görevden uzaklaştırarak adayı Yunanistan’a bağlamaya kalkıştılar. Bunun üzerine Türkiye, ikili ve uluslararası anlaşmalardan doğan yetkisine dayanarak soydaşlarının can güvenliğini sağlamak ve Enosis’i önlemek için 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlattı. Türk askeri 22 Temmuz’da Lefkoşe’ye ulaştı. Aynı günlerde Türkiye; Yunanistan İngiltere arasında yapılan görüşmelerden kesin bir sonuç çıkmaması üzerine 16 Ağustos 1974’te İkinci Barış Harekâtı’nı gerçekleştirdi. Çoğu kuzey kesimler olmak üzere adanın % 38’ini ele geçirdi. Bu arada Sampson hükümeti yönetimden ayrılmak zorunda kaldı. Ancak Türkiye, dünya kamuoyu tarafından yalnız bırakıldı. Özellikle ABD, Türkiye’ye askerî ambargo uyguladı ve her iki ülke arasındaki ilişkiler kopma noktasına geldi.
Kıbrıs Türkleri kalıcı barışın iki bölgeli federal bir yapı ile olabileceğini düşünüyorlardı. Bu çerçevede 13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurdular ve devlet başkanı olarak da Rauf Denktaş’ı seçtiler. Rumların iki bölgeli federasyonu kabul etmemesi üzerine 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi. Ancak bu devlet, yalnızca Türkiye tarafından tanındı. Bununla birlikte kalıcı ve adil bir çözümün bulunması için BM Genel Sekreterliği gözetiminde toplumlar arası görüşmelere başlanmıştır. Bu amaçla KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Lideri Klerides ocak 2002’de ikili görüşmeler yapmıştır. BM Genel Sekreteri Kofi Annan 11 Kasım 2002’de taraflara “Kıbrıs Sorununa Kapsamlı Çözüm Temeli” başlıklı belgeyi sunmuştur. Müzakereler neticesinde nihai hâle getirilen çözüm planı 24 Nisan 2004 tarihinde GKRY ve KKTC’de eş zamanlı olarak düzenlenen referandumlarla Kıbrıs’taki iki halkın onayına sunulmuştur. Rum halkının % 75’i planı reddederken Kıbrıs Türk tarafı % 64 oyla plana evet demiştir. Sonuçta Rum toplumunun güçlü reddi karşısında BM ve AB dahil tüm uluslararası camianın desteklediği bu çözüm planı geçersiz hâle gelmiştir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile GKRY Lideri Papadopulos arasında kapsamlı müzakere görüşmeleri aralıklarla sürdürülmektedir.
Ayrıca 25 Mayıs 2009 tarihinde Şam’da gerçekleştirilen İKÖ toplantısında, İKÖ üyesi ülkelerle KKTC arasında üst düzey ziyaretlerin kültürel ve sportif faaliyetlerin gerçekleştirilmesi gerektiği ifade edilmiştir
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, cumhuriyetle yönetilmekte olup yarı başkanlık sistemine sahiptir. Cumhurbaşkanı aynı zamanda devlet başkanı, başbakan ise hükümetin başkanıdır. Çok partili sistem uygulanmaktadır. Yürütme yetkisi hükümetin elindedir.
Suriye: En uzun kara sınırına sahip olan güney komşumuzdur. Başkenti Şam, yüzölçümü 185 bin km2 olup nüfusu 2012 verilerine göre yaklaşık 22.4 milyondur. Suriye’nin resmî dili Arapça olup, resmî dini yoktur. Nüfusunun % 85’i Müslümanlardan oluşmaktadır.
Uzun yıllar Osmanlı hâkimiyetinde kalan bu ülke, 1920 tarihinde Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. 1946 yılında ise bağımsızlığını kazanmıştır. 1970 yılında devlet başkanı olan Hafız Esat, bu görevini 1999 yılına kadar sürdürmüştür. Onun ölümü üzerine oğlu Beşşar Eset, devlet başkanı olmuştur.
İran: Türkiye’nin doğu komşusudur. Başkenti Tahran olup, yüz ölçümü 1.648.000 km2’dir.6 Nüfusu 2016 verilerine göre 78.977 milyondur.7 İran’ın resmî dini İslam, dili ise Farsçadır. En önemli şehirleri Tahran, Meşhet, İsfahan ve Tebriz’dir. İran, köklü ve uzun bir tarihî geleneğe sahiptir.
İran, Hz. Ömer Dönemi’nde İslam topraklarına katılmıştır. Bir ara Selçuklu Türklerinin merkezi olmuştur. Selçukluların yıkılmasından sonra küçük hanedanlıklar arasında bölüşülmüştür. 1501 yılında Şah İsmail tarafından kurulan Safevi Devleti ile ilk kez müstakil bir devlet olmuştur. Uzun yıllar Rus saldırılarına maruz kalmıştır. 1925 yılında Rıza Pehlevi’nin, kendini şah ilan etmesiyle Pehlevi Dönemi başlamıştır. 1979 yılında Ayetullah Humeyni önderliğinde gelişen halk ayaklanmasıyla şahlık rejimine son verilerek onun yerine İran İslam Cumhuriyeti kurulmuştur.8 Şattü’l-Arap su yolu ve Basra Körfezi’ndeki bazı adaların paylaşımı yüzünden İran ile Irak arasında savaşlar çıkmıştır. 1980-1988 yılları arasında yapılan bu savaşlar her iki ülke için de büyük maddi ve manevi kayıplara yol açmıştır.
Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler yüzyılları kapsayan derin bir tarihe dayanmaktadır. 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Antlaşması’ndan bu yana Türkiye-İran sınırı hemen hemen hiç değişmemiştir.
Irak: Ülkemizin güneyinde bulunmaktadır. Başkenti Bağdat olan Irak’ın resmî dini İslam, dili ise Arapçadır. Yüz ölçümü 437 bin km2 olup nüfusu 2013 verilerine göre 35.404 milyondur. Nüfusunun % 97’si Müslüman’dır.
Köklü bir tarihî geçmişe sahip olan Irak, birçok medeniyete beşiklik yapmıştır. Hz. Ömer zamanında İslam topraklarına katılmış, Hz. Ali ve Abbasiler Dönemi’nde İslam Devleti’ne başkentlik yapmıştır. Daha sonra Osmanlı Devleti’ne katılarak uzun yıllar Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti yenildiği için İngiltere’nin sömürgesi hâline gelmiştir. 1932 yılında ise bağımsızlığını elde etmiştir. Bağımsızlığını kazandıktan sonra 1958 yılına kadar krallıkla yönetilen Irak bu tarihte cumhuriyet rejimine geçmiş ve devlet başkanı Abdulkerim Kasım olmuştur. 1968 yılında Baas Partisi iktidara gelmiştir. Uzun yıllar Irak’ın yönetiminde söz sahibi olan bu partinin mensuplarından Saddam Hüseyin 1979 yılından 2003 tarihine kadar sıkı bir yönetimle ülkenin devlet başkanlığını yürütmüştür. 2003 yılında Amerika, Saddam rejimini yıkmak için Irak’a askerî harekât düzenlemiştir. Bu harekât sonucunda mevcut rejim yıkılmış ve ülkenin istikrarı bozulmuştur.10 Saddam rejiminin yıkılmasından sonra Irak’ta Şii ve Sünnilerden oluşan bir yönetim kurulmuştur. Buna rağmen ülkedeki iç karışıklıklar sona ermemiştir. ABD’nin işgal tarihinden 2009 yılına kadar bir milyondan fazla Iraklı çatışma ve direniş olaylarında hayatını kaybetmiştir.
Lübnan: Kuzey ve doğudan Suriye, güneyden Filistin, batıdan ise Akdeniz ile çevrili bir ülkedir.
Bu ülkenin başkenti Beyrut, resmî dili Arapça olup resmî dini yoktur. Yüz ölçümü 10.500 km2’dir. Nüfusu 2013 verilerine göre 4.822 milyondur.12 Ülkede Müslüman, Ermeni, Grek, Maruni gibi birçok farklı din ve mezhep grubu, yaşamaktadır. Halkın % 59.5’i Müslüman’dır.
Lübnan Hz. Ömer Döneminde fethedilmiştir. Daha sonra sırasıyla Emevi, Abbasi, Selçuklular, Eyyubiler ve Memluklerin hâkimiyetine girmiştir. 1516’da Osmanlı hâkimiyetine tabi olmuş ve Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar dört yüz yıl bu devlet tarafından yönetilmiştir. 1918’de Fransızlar tarafından işgal edilen Lübnan, 1944’te bağımsızlığına kavuşmuştur.
Lübnan’da hâlen uygulanmakta olan yönetim sistemine göre cumhurbaşkanı Hristiyanlardan, başbakan Sünni, meclis başkanı ise Şii Müslümanlardan seçilir. Parlementoda Hristiyanlarla Müslümanlar yarı yarıya temsil edilmektedir.
Filistin: Başkenti Ramallah olup en önemli şehirleri Kudüs, Yafa, Hayfa, Gazze ve Akka’dır. Nüfusu 2013 yılı verilerine göre yaklaşık 4.420 milyondur.14 Nüfusunun % 95’i Müslüman’dır.
Filistin Hz. Ömer Dönemi’nde İslam topraklarına katılmıştır. 1517 yılında Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına girmiştir. 1900’lü yılların başına kadar Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerin huzurlu bir şekilde bir arada yaşadıkları bir bölge olarak varlığını sürdürmüştür. 1905 yılından itibaren Filistin’e yoğun bir Yahudi göçü başlatılınca gerginlikler meydana gelmeye başladı. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilince İngiltere burayı işgal etti. İngilizler, 1921’de Filistin’de Yahudi-Arap Devleti’nin kurulduğunu ilan ettiler. Milletler Cemiyeti 1922’de İngiltere’nin bu kararını tanıdı. 1929’da yıllardır sürtüşmekte olan Araplarla Yahudiler karşı karşıya geldiler ve çatışmalar başladı. Bu çatışmalarda yüzlerce insan öldü. Bu arada Amerika ve İngiltere’nin desteğiyle Filistin’e yoğun göçler de devam etmekteydi. Birleşmiş Milletler, Filistin’de iki uluslu bir devletin kurulmasına karar verdi. Filistin’in bölünmesini ve Kudüs’ün uluslararası bir statü kazanmasını 29 Ekim 1947’de kararlaştırdı.
Yahudi Millî Konseyi 14 Mayıs 1948’de bir araya gelerek İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etti. Hemen akabinde de Yahudiler, Arap köylerine saldırarak Arapları Filistin’den göçe zorlamak için harekete geçtiler. Bunun üzerine 1948’de Ürdün, Mısır, Suriye, Lübnan ve Mısır orduları ile İsrail arasında Birinci Arap-İsrail Savaşı meydana geldi. Bu savaşı müttefik Arap ordusu kaybetti. Bunun sonucunda beş yüz bin Filistinli ülkeyi terk edip komşu Arap devletlerine sığınmak zorunda kaldı. Mısır ile İsrail arasında meydana gelen İkinci Arapİsrail Savaşı’nı da İsrail kazandı. 1967’de yapılan Üçüncü Arap-İsrail Savaşı’nı da Araplar kaybetti. İsrail bu savaşı kazanmakla kalmadı, Suriye’den Golan Tepeleri’ni, Ürdün’den Şeria’nın bir bölümünü ve Mısır’dan da Sina Yarımadası’nın tamamını aldı. Aynı tarihlerde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kuruldu.
İsrail, Haziran 1982’de Savunma Bakanı Ariel Sharon’un etkisi altında Lübnan’ı işgal etti. Sharon’un amacı, Lübnan’ı İsrail yanlısı Hristiyanlar’ın baskın geldiği bir ülke haline getirip, Batı Şeria’nın işgali ile ilgili Filistinli direnişini kırmaktı. Başlangıçta İsrail güçleri Lübnan’ın Şii grupları tarafından hoş karşılansa da, İsrail’in işgali Şiiler’in tepkisini çekti. Sonunda Şiiler İsrail işgalini bitirmek için organize oldular. İsrail, 1987’de Lübnan’ın orta-güney topraklarından, 2000 yılında ise tamamından çekildi. Bu işgal yüzlerce insanın hayatına mal oldu.
Teodor Herzl
(1860-1904)
Siyonizmin kurucusu
Yahudi gazetecidir.
Herzl, Avrupa’nın birçok
yerinde ve Rusya’da
antisemitizm’e (Yahudi
düşmanlığı) maruz kalan Yahudiler için bir yurt
arayışına girişmişti. Bunun için Yahudilerin toprağının
olacağı bir ülke tasavvur ediyordu. Bu
amaçla 1896 yılında II. Abdülhamit ile bir görüşme
yaptı. Bu görüşmede Sultan Abdülhamit’e
Yahudi yerleşimcileri için toprak satın almak
istediğini söyledi. Bunun karşılığında Osmanlı
Devleti’nin Avrupa bankalarına olan borçlarının
ödeneceği garantisini verdi.
II. Abdülhamit, Herzl’in Filistin topraklarını
satın alma talebini “Ben bir karış dahi olsa toprak
satmam, zira bu vatan bana değil, milletime
aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar
kılmışlardır.” cevabı ile reddetmiştir. Ancak
Herzl’in öncülüğündeki siyonist hareket, II.
Abdülhamit’in tahttan indirilişinden sonra Yahudi
yerleşimini hızlandırmıştır
Filistinliler, 14 Kasım 1988 tarihinde Filistin Devleti’ni kurduklarını ve devlet başkanlığına da Yaser Arafat’ı getirdiklerini ilan ettiler. Ancak İsrail, Filistin Devleti’ni tanımadı. Filistin Devleti’nin kuruluşundan sonra İsrail’in hâkimiyetinde bulunan ve Filistinlilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde silahsız ayaklanma başladı. Bu ayaklanma esnasında yüzlerce Filistinli, İsrail askerleri tarafından öldürüldü. Direnişe yenilen İsrail, haziran 1994’te Washington’da Filistinliler ile masaya oturmak zorunda kaldı. Yapılan anlaşmaya göre Filistin’in bir bölümünün yönetimi kendilerine bırakıldı ve bağımsız Filistin Devleti’nin kuruluş süreci başlatıldı. İsrail, Filistin topraklarının bir bölümünden çekildi. Bu bölgelerin güvenliği için Filistin polisi devreye girdi. Yaser Arafat 27 yıl aradan sonra vatanına döndü. Ancak İsrail 1994’teki anlaşmaya uymayıp çekilmeyi garanti ettiği bölgeleri terk etmeyince direniş yeniden başladı.15 İsrail, topraklarına roket saldırısı yapıldığını iddia ederek 27 Aralık 2008 tarihinde Gazze’yi dört bir yandan abluka altına aldı. Şehri hava, deniz ve karadan asker-sivil ayrımı gözetmeksizin ağır silahlarla bombaladı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğinin yaptığı uyarıları da dikkate almadı. Günümüzde hâlen İsrail-Filistin mücadelesi bütün hızıyla devam etmektedir.
Yemen: Tarihte Ön Asya’nın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış bir ülkedir. Ülkenin başkenti Sana, yüz ölçümü 527 bin km2, resmî dili Arapçadır. 2012 yılı verilerine göre nüfusu yaklaşık 24 milyondur. Nüfusun çoğunluğunu da Zeydiye mezhebine mensup Müslümanlar oluşturmaktadır. Yemen, İslam ülkeleri arasında % 30 ile işsizlik oranı en fazla olan ülkelerden biridir.
Yemen, tarihte birçok devletin hâkimiyetine girmiştir. Bizans ve Samanilerin egemenlik mücadelesi verdiği bu bölgede, başta Sebe, Main, Himyer olmak üzere bir çok devlet kurulmuştur. 1536’da Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altına giren Yemen, 1918’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında Yemen Cephesi’nde şehit olan Türk askerleri için yakılan ağıtlar, türkülere bile konu olmuştur.
Suudi Arabistan: Kuzeyinde Irak ve Ürdün, güneyinde ise Yemen’in yer aldığı bir ülkedir. Basra Körfezi ve Kızıldeniz’le de sınırları bulunmaktadır.18 Devletin yüz ölçümü 1 milyon 960 bin km2, başkenti Riyad, resmî dili Arapça, dini ise İslam’dır. Nüfusu 2013 yılının verilerine göre 29.994.272 dir.19 Suudi Arabistan monarşi ile yönetilmektedir. Ülke nüfusunun % 90’ını Araplar, % 10’unu ise Afrika ve Asya kökenliler oluşturmaktadır. Ülke ekonomisi büyük ölçüde petrol ve hac gelirlerine dayanmaktadır.
Suudi Arabistan’da bulunan Hicaz, İslam’ın beşiğidir. İslam dini burada doğarak yayılmıştır. Osmanlı Devleti’ne Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında katılan Suudi Arabistan 1918 yılına kadar Osmanlının hâkimiyeti altında kalmıştır. 1918 yılında İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı Devleti’nden ayrılmıştır. Aynı tarihte Suudi Krallığı kurulmuştur. Ülke hâlâ Suud ailesi tarafından yönetilmektedir.
Mekke ve Medine Suudi Arabistan’ın en önemli şehirleri arasında yer alır.
Birleşik Arap Emirliği: Basra Körfezi’nin doğu kesiminde yedi emirliğin oluşturduğu federal bir devlettir.
Birleşik Arap Emirliği, doğuda Umman, güneyde ve batıda Suudi Arabistan, kuzeybatıda Katar ve kuzeyde de Basra Körfezi’yle çevrilidir.21 Yüz ölçümü 77 bin km2 olup başkenti Abu Dabi’dir. Nüfusu 2010 verilerine göre yaklaşık 8.264 milyondur. Resmî dili Arapçadır. Petrol zengini ülkeler den biri olan Birleşik Arap Emirliği’nde kişi başına düşen millî gelir 17 bin 700 dolardır. Birleşik Arap Emirliği’nin en önemli emirliklerinden biri olan Dubai, son yıllarda bölgenin en önemli ticaret ve turizm merkezi hâline gelmiştir.
Dünyada yaşayan Müslümanların önemli bir kısmı Güney Asya ve Uzak Doğu ülkelerinde yaşamaktadır. Bu bölgede yer alan İslam ülkeleri Pakistan, Afganistan, Endonezya, Bangladeş, Brunei, Maldivler ve Malezya’dır. Bunun yanı sıra Çin, Tayland, Hindistan, Filipinler ve Japonya’da azınlık olarak birçok Müslüman yaşamaktadır.
Pakistan, Hindistan bölgesinin kuzeybatısında yer alan federal bir cumhuriyettir. Ülkenin başkenti İslamabat, resmî dili Urduca, yüz ölçümü 796 bin km2, nüfusu ise 2016 yılının verilerine göre 192.540 milyondur.
İngiltere, 1857 yılında Hindistan bölgesini ele geçirdi. 1906 yılına kadar bu bölgedeki Müslümanlar İngiliz hâkimiyetinde yaşadı. Daha sonra Seyyit Ahmet Han önderliğinde bir uyanış hareketi başladı ve onun liderliğinde Müslümanların haklarını savunmak için Müslümanlar Birliği Partisi kuruldu. Bu parti, Pakistan’ın bağımsızlığına giden yolda büyük rol oynadı. Hindistan Müslümanları İngiliz egemenliğinden kurtulduktan sonra Muhammed Ali Cinnah önderliğinde 14 Ağustos 1947 tarihinde bir devlet kurmayı başardılar. Devletin kuruluşunda büyük şair ve fikir adamı Muhammed İkbal’in de büyük katkıları olmuştur. Bu devlet, 1 Mart 1962 tarihinde yürürlüğe giren anayasa ile Pakistan Cumhuriyeti adını almıştır.
Pakistan’la Hindistan arasında en önemli sorun Keşmir sorunudur. Keşmir sorununun en önemli sebebi Keşmir’in; verimli topraklara ve yer altı zenginliklerine sahip olmasıdır. Keşmir, 1947’de Britanya’nın sömürgesinden bağımsızlığı kazandığında nüfusunun çoğunluğunu Müslümanlarından ibaret olduğu için Pakistan, Keşmir Emirliği’ne ait bu bölgeyi talep etmiştir. Ancak Keşmir Emirliği’nin kendisi Hindistan’a bağlanmasını istediği için Hindistan da bölgede hak iddia etmiştir.
Srinagar başta olmak üzere bölgenin güney kısmı Hindistan’ın Cemmu ve Keşmir eyaleti olmuş kuzey kısmı ise Pakistan’ın kontrolü altına girmiştir. Pakistan’ın kontrolü altındaki bölgeye ‘Azadi Kaşmir’ denilmektedir.1960’ta doğu kısmı Aksai Çin’i Çin Halk Cumhuriyeti işgal etmiş ve hala kontrol altında tutmaktadır.
Pakistan ve Hindistan’ın bir türlü paylaşamadığı Orta Asyadaki sorunlu bölgeyi en son 1977’de Pakistan kazandığı askeri zaferle topraklarına katmıştır. Fakat Pakistan’a ait Keşmir toprakları hala iki ülke arasında paylaşılamamaktadır. Bu gerginlik biri Pakistan’ın kuruluşu fiilen gerçekleşmeden önce olmak üzere, Hindistan’la Pakistan arasında üç büyük savaşa sebep olduğu gibi, birçok kere de Pakistan’la Hindistan’ı savaşın eşiğine kadar getirmiştir. Bu gerginlik aynı zamanda iki ülkeyi silahlanma konusunda tehlikeli bir yarışın içine sokmuştur.
MUHAMMED İKBAL (1877-1938)
Pakistanlı Müslüman şair ve düşünürdür. Hindistan’ın Pencap eyaletindeki Siyalkut şehrinde dünyaya geldi.
1898 yılında Hindistan’ın Lahor eyaletindeki Hükümet Kolejinde felsefe ve hukuk eğitimi aldı. Daha sonra 1907
yılında Cambridge Üniversitesinden mezun oldu.
İslam dünyasının içinde bulunduğu buhranlı durum, Muhammed İkbal’i İslam milletinin bir rönesans gerçekleştirmesi
gerektiği fikrine yöneltti. Bu amaçla 1928 yılından vefatına kadar Madras, Aligarh ve Haydarabat
gibi üniversitelerde bir dizi konferanslar verdi. 1930 yılında Allahabat’ta gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları
Birliğinin yıllık toplantısına başkanlık yaptı. Bağımsız Pakistan Devleti’nin kuruluşu yönünde ilk ciddi adım
İkbal’in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. İkbal, ayrıca 1937 yılında ülkesindeki
Müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah’a Hindistan Müslümanlarının
bağımsızlığı ve güvenliği hususlarındaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. İkbal’in bu fikirleri Pakistan’ın
daha sonraki yıllarda bağımsızlık mücadelesinde ilham kaynağı olmuştur. Muhammed İkbal bir zamanlar Müslümanların
altın çağını yaşadığı İspanya’ya gittiği zaman Kurtuba Ulu Camii’ni ziyaret etti. Bu camide yetkililerden
güçlükle izin alarak namaz kıldı. İkbal bu yitik kentin camisinde kıldığı namazı hiç unutamadığını söylemiştir.
Hatta bununla ilgili olarak “Mescid-i Kurtuba” başlıklı şiirini yazmıştı.
İkbal’in Türkiye’ye karşı da özel bir hayranlığı vardı. 1911 yılında Trablusgarp’ta şehit düşen Müslüman askerleri
için hicran dolu bir şiir yazmıştı. Bunun yanında Kurtuluş Savaşı’nda Pakistan’dan Türkiye’ye yapılan
maddi yardımlarda da çok büyük teşvikleri olmuştur.
İkbal, İslam milletlerinde bir Avrupa hayranlığının yayılmakta olduğunu hatırlatarak bu gelişmelerin tehlikelerine
dikkat çeker. Aslında o, eleştirel bir tavır takınmakla birlikte Batı karşısında olumsuz bir tutum içinde
değildir. Onun karşı olduğu şey kötü taklitçiliktir. İkbal’e göre Batı’da ilim ve fennin gelişmesine Müslümanların
da büyük katkıları olmuştur. O halde yapılacak olan şey, ilim ve fenni yeniden İslam dünyasına geri getirerek
kendi mirasımıza sahip çıkmaktır. Bunun gereği olarak da İslam ülkelerinde fert ve toplum gibi alanlar yeniden
inşa edilmelidir. Çünkü İslam’da dinî düşünce özellikle son beş asırda hareketliliğini yitirmiştir. Zamanımızda
gözlenen büyük gelişmeler karşısında İslam’da dinî düşüncenin yeniden kurulması ertelenemez bir görev
hâline gelmiştir. Bu görevi yerine getirmenin de iki safhası vardır. Birincisi geleneksel yapının tahlil edilmesi,
ikincisi ise tefekkürün gelişmeler ışığında yeniden inşa edilmesidir.
Bangladeş: Güney Asya’da bir ülkedir. Başkenti Dakka’dır. Yüzölçümü 143.998 km², nüfusu ise, 2016 verilerine göre 159.736 milyondur. Bangladeş, güneyde Bengal Körfezi, güney doğuda Birmanya, kuzey, batı ve doğuda ise Hindistan’ın Batı Bengal ve Assam eyaletleri ile çevrilidir. Resmi dili Bengalidir. Nüfusun %88 – 90 Müslüman, resmi dini İslam’dır. Müslümanların büyük bir çoğunluğu sünnidir. Müslümanlardan sonra en kalabalık kitle, nüfusun % 12.2’sini oluşturan Hindulardır. % 0.6 oranında da Budist vardır. Ayrıca çoğunluğu katolik olan %0.4 oranında hıristiyan mevcuttur.
Ülkede hâkim ekonomi ağırlıklı biçimde ziraata dayalıdır ve halkın % 80-85’i geçimini doğrudan ziraatla sağlar. Ülke topraklarının % 62’si ziraata ayrılmıştır. Ancak ülke kendine yetecek kadar üretim yapamamakta ve verimin düşük olması sebebiyle dışarıdan gıda maddesi ithal etmektedir. Başlıca tarım ürünleri pirinç, buğday, baklagiller ve yağlı tohumlardır. Pirinç tarlalarından yılda üç defa mahsul alınır. Toprağın düşük ürün vermesinin yanında hemen her yıl meydana gelen sel ve tayfunlar yüzünden büyük miktarda ürün kaybıyla da karşılaşılmaktadır.
Bengladeş Halk Cumhuriyeti, yirmi dört yıla yakın bir süre Pakistan Devleti’ne bağlı bir eyalet olarak kaldıktan sonra Kasım 1971’de bağımsızlığına kavuşmuştur.
Üzerinde Bengladeş’in kurulduğu toprakların tarihi İslâm öncesi, İslâmî, İngiliz, Pakistan ve bugünkü Bengladeş Devleti dönemleri olmak üzere beş devreye ayrılır. Tarih öncesi çağlara kadar uzanan, karışıklık ve düzensizliklerin belirgin olduğu İslâm öncesi dönem, XIII. Yüzyılın başında Türk kumandanı Muhammed Bahtiyâr Halacî’nin Bengal’i ele geçirdiği zamana kadar sürdü. İslâmî dönem 1203’ten başlayarak son bağımsız Bengal Sultanı Sirâcüddevle’nin İngilizler’e yenildiği 1757 yılına kadar sürdü.
XX. yüzyılın ortalarına doğru İngilizler’in Hindûlar’a kendi kendilerini yönetme hakkını vermesi üzerine, Muhammed Ali Cinnah’ın liderliğindeki Muslim League, yarımadada Müslümanların amaç ve istekleri doğrultusunda Pakistan adlı, ayrı bir İslâm devleti kurduklarını ilân etti. İngilizler Ağustos 1947’de yarımadadan çekildiklerinde, müslümanların çoğunlukta bulunduğu Bengal’in doğu yarısı da Silhet ile birlikte Asam eyaletinden ayrılarak Hindistan’ın batısında kurulan Pakistan Devleti’ne “Doğu Pakistan” adı altında katıldı ve böylece aralarına Hindistan Devleti girmiş olmasına rağmen Pakistan’ın doğu eyaletini teşkil etti.
1960’lı yılların sonlarında Doğu Pakistan’daki ayrılma duygusu, politik bir hareketin kurulması önerilerini beraberinde getirdi. Bu durum 1971’de bir iç savaş haline dönüştü. Mart 1971’de Pakistan ordusu sıkıyönetim sırasında ayrılık taraftarlarına ağır baskı uygulayınca Doğu Pakistan’ın kaderi belli olmaya başladı. İç savaş esnasında çok sayıda Hindû’nun Hindistan’a geçmesi bu ülkenin askerî müdahalede bulunmasına bahane teşkil etti. Ayrılıkçı gerillalardan da yardım gören Hint askerlerinin üç haftalık kısa harekâtı zaferle sonuçlandı ve 16 Kasım 1971’de Pakistan kuvvetleri teslim oldu. Savaş sırasında Batı Bengal’e kaçmış olan Doğu Pakistan devlet görevlileri tarafından Bengladeş hükümeti adıyla yeni bir hükümet kuruldu ve böylece bağımsız bir Bengladeş Devleti ortaya çıkmış oldu. Hint kuvvetleri Mart 1973’te, Mücîbürrahman’ın başa geçmesine kadar ülkeyi işgal altında tuttular. Yeni lider, Hindistan ile Sovyet Rusya ve Doğu Avrupa devletleri arasındaki yirmi beş yıl süreli antlaşmalara benzer bir dostluk antlaşması imzaladı ve ayrıca Bengal milliyetçiliğinin, Pakistan’ın İslâm milliyetçiliğinin aksine laiklik, sosyalizm ve demokrasi ilkeleri üzerine kurulduğunu ilân etti.
Afganistan: Kuzeyinde Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan, güneyinde Pakistan, batısında İran, doğusunda Uygur Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan tarafından çevrilmiş bir ülkedir. Başkenti Kabil, yüz ölçümü 652 km2, nüfusu 2013 verilerine göre ise yaklaşık 25.500 milyondur.25 Nüfusunun % 99’u Müslüman’dır. İslam dünyasının meşhur tasavvuf merkezlerinden olan Gazne, Herat ve Belh gibi önemli şehirler bu ülkenin sınırları içerisinde bulunmaktadır. Meşhur sufi İbrahim Ethem bu topraklarda yaşamıştır. Mevlana Celaleddin Rumi de Konya’ya bugün Afganistan’ın sınırları içinde olan Belh şehrinden gelmiştir.
Afganistan, Emeviler Dönemi’nde Müslümanların hâkimiyeti altına girmiştir. Daha sonra bir Türk Devleti olan Gaznelilerin merkezi olmuştur. İslam’ın Hint Yarımadası’nda yayılmasında burası adeta bir üs olmuştur. XIX. yüzyılda Afgan kabilelerin birbirleriyle yapmış olduğu mücadeleler sebebiyle devletin birliği sarsılmıştır. Bundan dolayı bu yüzyılda Afganistan, İngiltere ve Rusya’nın mücadele alanı olmuştur. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra Afganlılar, iç mücadelelerini sona erdirerek İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi vermişlerdir. İngilizler de 1919 yılında Afganistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır.
Sovyetler Birliği, sıcak denizlere inmek için kendine bir üs olarak gördüğü Afganistan’ı, denetimi altında tutmak istediğinden 24 Aralık 1979 tarihinde işgal etmiştir. Sovyetler, on yıl süren işgal döneminde Afgan direnişini kıramamış, sonunda Afganistan’dan çekilmiştir.
Amerika Birleşik Devletleri’ne 2001 yılının Eylül ayında bir intihar saldırısı düzenlenmiştir. Amerikan yönetimi, bu saldırının sorumlusunun Afganistan’daki Taliban rejiminin olduğunu iddia ederek, Afganistan’a askeri harekât düzenlemiştir. Taliban rejimi yıkılıp merkezi bir hükümet kurulmuş olmasına rağmen, Afganistan’da iç karışıklıklar bitmemiştir.
Afganistan ekonomisinin en önemli kaynaklarını tarım, hayvancılık, ticaret, endüstri ve madencilik teşkil etmektedir. Afganistan, bütün geri kalmışlığına rağmen İslâm ülkeleri içinde planlı kalkınma gayreti gösteren ilk ülkelerden biridir. 1956-1961 arasında ilk beş yıllık kalkınma planının uygulanmasına başlanmış ve bunu takip eden yıllarda yeni beş yıllık planlara devam edilmiştir. Memleketin büyük bir kısmı dağlık ve kayalık, iklimi de kurak olduğu halde, nehirlerden faydalanılarak meydana getirilen sulama kanalları sayesinde ziraat yapılan pek çok verimli arazi bulunmaktadır. Buralarda bol miktarda tahıl, sebze, meyve ve pamuk yetiştirmek mümkün olmaktadır. Hayvancılık da gelişmiş olup bilhassa, hayvan ürünlerinden karakul kuzularının astragan kürk yapımında kullanılan postu, ihraç edilen malların başında gelmektedir.
Afganistan’ın yer altı zenginlikleri yönünden büyük bir potansiyele sahip olduğu bilinmektedir. Ancak özellikle nakil güçlüklerinden dolayı madenler yeterince işletilememektedir.
Endonezya: Güneydoğu Asya ile Avustralya arasında yer alan çok sayıdaki ada üzerinde kurulmuştur. Batıdan doğuya doğru uzunluğu 5 bin kilometreden fazla bir alana serpilmiş bulunan bu irili ufaklı adaların sayısı 13 bin 677’dir. Bunların ancak 3 bin kadarı meskûn olup başlıcaları; Sumatra, Cava, Kali-mantan, Irian Jaya’dır.27 Endonezya’nın başkenti Cakarta, resmî dili Bahasa’dır. Endonezya’nın yüz ölçümü 1 milyon 919 bin km2, nüfusu ise 2015 verilerine göre 29.784 milyon kişidir. Nüfusunun % 84’ü Müslüman’dır. Endonezya, güçlü bir ekonomiye sahiptir.
İslam dini, Endonezya’ya tüccarlar aracılığı ile girmiştir. Zamanla halkın büyük bir kısmı tarafından benimsenmiştir. 10. yüzyıldan itibaren de bu bölgede Müslüman emirlikler kurulmuştur. Uzak Doğu’nun bu bölgesi erken dönemden itibaren sömürgecilerin dikkatini çekmiştir. Dolayısıyla Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin hâkimiyet kurmaya çalıştığı bir bölge olmuştur. Özellikle 1875 yılında Hollandalılara karşı bağımsızlık mücadelesi başlatan Açe Müslümanlarının bu hareketi, 1904 yılına kadar devam etmiştir. Arkasından da Cava ve Sumatra’da bağımsızlık mücadeleleri başlamıştır. Bu mücadelelerin sonunda adalar peyderpey bağımsızlıklarını elde etmişlerdir.
Malezya: Malay Yarımadası, Borneo Adası’nın kuzey bölgesi ve iki küçük ada üzerinde kurulmuş federal bir devlettir. Başkenti Kuala Lumpur, yüz ölçümü 330 bin km2, resmî dini İslam, dili ise Malaycadır. Nüfusu 2013 verilerine göre 29.784 dir.28 Ülkede en kalabalık etnik unsur, nüfusun % 49’u ile Müslüman Malaylardır. İkinci büyük etnik unsur ise % 35’lik oranla Çinlilerdir. Çinlilerin içinde az sayıda Müslüman bulunmaktadır.
Malezya çok partili demokratik sisteme dayalı krallıklarla idare edilen bir konfederasyon ile yönetilmektedir. Konfederasyonu
oluşturan federal eyaletler de krallıkla yönetilmektedir.
Malezya, ayrıca Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliğinin (ASESAN) önde gelen ülkelerindendir. Doğu Asya’daki bölgesel örgütlerde etkin bir rolü vardır. Türkiye ile Malezya arasında Birleşmiş Milletlerde, İslam Konferansı Örgütünde ve D-8 kapsamında iş birliği sürdürülmektedir.
Güney Asya ve Uzak Doğu bölgesinde yaşayan Müslüman azınlıkların birtakım sorunları bulunmaktadır. Bunlardan en başta gelenleri ise Çin’in kuzeyindeki Sincan bölgesinde yaşayan Doğu Türkistan Uygur Müslümanları ve Filipinlerde yaşayan Müslümanlardır.
Çin, yer altı kaynaklarının çok büyük bölümünü Doğu Türkistan’dan elde ettiğinden bu bölgeye önem vermektedir. Çin’den buraya göç eden Çinli vatandaşlar için çok büyük imkânlar sağlanmaktadır. Bundan dolayı Doğu Türkistan’da yaşayan Çinlilerin işsizlik sorunu yokken burada yaşayan Uygur Türklerinin %90’ı işsizdir. Bunun sebebi de hükümet politikası olarak iş alımlarında Çinlilere öncelik verilmesidir. Ayrıca Çin’den bölgeye getirilip yerleştirilen Çinli göçmenler, en verimli topraklara yerleştirilirken bu toprakların gerçek sahipleri olan Doğu Türkistanlılar, kurak ve işlenmesi zor alanlara sürülmektedir.
Uygur Türklerinin seyahatlerine de büyük kısıtlamalar getirilmiştir. Örneğin bir köyden bir başka köye veya ilçeye göçmek yasaktır. Çin, buradaki Çinli vatandaşlarını tutabilmek için onların da seyahatlerini yasaklamıştır. Bundan dolayı 1980 yılında yetmiş bin Çinli göçmenin geri dönme taleplerinin reddedilmesi üzerine isyan çıkmıştır. Çin’in bu zulmünden kaçan Müslümanlar, farklı tarihlerde değişik ülkelere göçmüşlerdir. Bu göçlerden birkaçı da 1961, 1966 ve 1977 yıllarında Türkiye’ye yapılmıştır. İstanbul’da Sefaköy, Güneşli, Zeytinburnu semtleri Doğu Türkistanlıların yoğun olarak yaşadıkları yerlerdir.
Güney Asya’da yer alan Filipinler, 1948’de ABD’den bağımsızlığı kazandığında burada bulunan Müslümanların görüşlerine bakılmaksızın yeni bir yönetim kurulmuştur. Bu arada Müslümanlara ait topraklara, diğer adalardan bir kısım Hristiyan nüfusun getirilip yerleştirilmesi, zamanla bu bölgelerde Müslümanları azınlık konumuna düşürmüştür. Bu durum her iki grup arasında çatışmalara yol açmıştır. Daha çok Mindanao ve Sulu takım adalarında yaşayan Müslümanlar, siyasi ve sosyal özgürlüklerini kazanmak için hâlen mücadele vermektedirler. Son zamanlarda BM ve uluslararası kuruluşların girişimi ve öncülüğünde Filipin Müslümanları, yaşadıkları bu adalarda bağımsızlık görüşmelerini başlatmış durumdadırlar.
Kafkasya ve Orta Asya ülkeleri erken dönemlerde İslam’la tanışmıştır. Ancak bu ülkeler 19. yüzyıldan itibaren Rusya tarafından işgal edilmiştir. 1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra da Sovyetler Birliği’nin egemenliği devam etmiştir.
Sovyet yönetimi 1980’nin ortalarından itibaren yıkılma belirtileri göstermeye başlamıştır. Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un, rejimi kurtarmak için yaptığı bir dizi reformlar devletin yıkılışını engelleyememiştir. Sovyetlere bağlı üye ülkelerden Estonya, Letonya ve Litvanya 1991 yılının Eylül’ünde birlikten ayrılmıştır. Bu kopmaları Orta Asya’daki Türk toplulukları izledi. 1991 yılında Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan bağımsızlıklarını ilan etmiştir.
Kazakistan: Orta Asya Türk Cumhuriyetleri içerisinde en geniş topraklara sahip olan ülkedir. Ülkenin kuzeyinde Rusya Federasyonu, doğusunda Çin Halk Cumhuriyeti, güneyinde Özbekistan ve Kırgızistan cumhuriyetleri, batısında Hazar Denizi, güneybatısında ise Türkmenistan yer alır. Başkenti Astana’dır. Yüz ölçümü 2 milyon 727 bin km2, resmî dili Türkçenin bir şivesi olan Kazakça olup nüfusu 2013 yılının verilerine göre 17.028 milyondur.
Kazakistan 1991 yılında Sovyetlerin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşmuştur. Türkiye, Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkedir. Kazak Türkleri ile Türkiye Türklerinin aynı millet ve aynı dine mensup olmaları, iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Kazakistan’da bulunan Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi, Türkiye ve Kazakistan arasında imzalanan bir iş birliği anlaşmasıyla kurulmuştur. Üniversite 1993 yılından beri faaliyetlerini sürdürmektedir. Bu üniversiteden mezun olanlar, Türkiye’de bir üniversiteden mezun olanlarla aynı haklara sahiptirler.
Özbekistan: Özbek Türklerinin yaşadığı bir ülkedir. Komşuları Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Afganistan’dır. Başkenti Taşkent, yüz ölçümü 447 km2 olup nüfusu 2012 yılının verilerine göre 29.559.100 dür.33 Dili, Türk dil ailesinden Özbek Türkçesidir.
Özbekistan, Orta Asya’da İslam dini ile tanışan ilk ülke olmuştur. Müslümanlar Buhara, Semerkant, Taşkent gibi birçok merkezler büyük medreseler kurmuşlardır. Bugün hâlâ ayakta duran bu muhteşem yapılar bölgenin dokusundaki İslam’ın en canlı şahitleridir.34 Örneğin Buhara’daki Mir Arap ve Taşkent’teki İsmail el-Buhari medreseleri bunlardan sadece birkaçıdır.
Özbekistan, bütün dinî kısıtlamalara rağmen Sovyetler Dönemi’nde de İslami bir merkez olma özelliğini korumuştur. Sovyetlerin komünist rejimi döneminde de Orta Asya ve Kafkasya müftüsü Taşkent’te idi. Dinî konularla ilgili faaliyetler buradan idare ediliyordu.
Tacikistan: Doğusunda Doğu Türkistan, güneyinde Afganistan, batı ve kuzeyinde Özbekistan, Kırgızistan ile sınırı olan bir ülkedir. Bu ülke, Asya’nın en dağlık olan iç kesiminde yer alır. Bu nedenle toprağının % 93’ü dağlıktır. Tacikistan’ın başkenti Duşanbe, yüz ölçümü 143 bin km2, resmî dini İslam, dili Tacikçe olup nüfusu 2013 yılının verilerine göre 8.000 milyondur. Nüfusunun %62’sini Tacikler, % 24’ünü Özbekler, %8’ini Ruslar, %6’sını ise diğer milletler oluşturur. Nüfusunun büyük bir kısmı kışlak adı verilen köylerde yaşamaktadır.
Tacikler, 7 ve 8. yüzyıllarda İslam dinini kabul etmişlerdir. 15. asırdan 18. asrın ortalarına kadar Buhara Hanlığı’nın hâkimiyeti altında yaşamış, Buhara Hanlığı’nın 1868 yılında yıkılmasıyla Rusya’nın hâkimiyetini kabul etmişlerdir. Daha sonra Sovyetlerin bir parçası hâline gelen Tacikistan 1991 yılında Sovyetlerin dağılmasıyla bağımsızlığına kavuşmuştur. Türkiye, 16 Aralık 1991 tarihinde Tacikistan’ın bağımsızlığını tanımıştır. Ancak Tacikistan’ın 1992-1997 yıllarında yaşadığı iç savaş nedeni ile ilişkilerimizin gelişimi diğer Orta Asya Türk cumhuriyetlerine kıyasla daha geç ivme kazanmıştır. İki ülke arasındaki tarihî ve kültürel bağların güçlendirilmesi ve özellikle genç nesillerin birbirlerini tanımaları için çeşitli projeler başlatılmıştır. Duşanbe’de Millî Eğitim Bakanlığımıza bağlı faaliyet gösteren “Türkiye Türkçesi Eğitim-Öğretim Merkezi” kurulmuştur.
Kırgızistan: Toprakların tamamına yakını dağlık olan bir ülkedir. Ülkenin kuzeyinde Kazakistan, batısında Özbekistan, güneyinde Tacikistan, güneydoğu ve doğusunda Doğu Türkistan yer alır. Başkenti Bişkek, resmî dili Kırgız Türkçesi, yüz ölçümü 198 bin km2 olup nüfusu 2013 yılının verilerine göre 5.767 milyondur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan eden Kırgızistan’ı ilk olarak 16 Aralık 1991 tarihinde Türkiye tanımıştır. Bu tarihten sonra iki ülke arasındaki ilişkiler bir çok yönden geliştirilmiştir. Özellikle eğitim alanında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Türkiye-Kırgızistan Manas Üniversitesi iki ülke arasında 1995 yılında imzalanan bir iş birliği anlaşmasıyla kurulmuştur. Merkezi Bişkek’te bulunan bu üniversite bünyesinde iki bin öğrenci öğrenim görmektedir. Anlaşmalar gereği Türiye ile Kırgızistan arasında öğrenci değişimi yapılmaktadır. Bunun yanında Türkiye, 1992 yılından 2008’e kadar dört bin dört yüz Kırgız öğrenciye burs vermiştir.
Azerbaycan: Kafkaslarda yaşayan en büyük Türk topluluğudur. Batıda Ermenistan, güneybatıda Türkiye, kuzeybatıda Gürcistan, güneyde İran, kuzeyde Rusya Fedarasyonu, doğuda ise Hazar Denizi ile çevrilmiş bir ülkedir. Ülkenin başkenti Bakü, yüz ölçümü 86.5 bin km2, dili Azeri Türkçesidir. Nüfusu 2013 verilerine göre yaklaşık 9,417 milyondur. Ülkenin %98’i Müslümandır.
Türkiye, 9 Kasım 1991 tarihinde Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devlet olmuştur. O günden bu yana iki ülke arasındaki ilişkiler, iki yönlü olarak geliştirilmektedir. Azerbaycan’ı rahatsız eden en büyük sorun Karabağ meselesidir. Ermenistan’ın, Azerbaycan topraklarını işgaliyle ortaya çıkan Karabağ sorunu, bir milyonu aşkın insanın yerinden olmasına, birçok Azeri Türk’ünün katliamına ve Azerbaycan topraklarının %20’sinin işgal edilmesine neden olmuştur. Türkiye’nin de çabalarıyla Karabağ sorununun giderilmesine yönelik görüşmeler sürdürülmektedir. Ayrıca Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkiler; başta enerji olmak üzere birçok alanda gelişmektedir. Özellikle enerji boru hatlarının Türkiye üzerinden geçmesi ve dünya piyasasına arz edilmesi aynı zamanda ticarî ilişkilerin de gelişmesinde önemli yer edinir. Diğer taraftan Türkiye, Azerbaycan’ın başta Karabağ sorunu olmak üzere uluslararası sorunlarında destek vermektedir. Yine siyasî, kültürel ve sosyal alandaki iş birlikleri tek millet, iki ayrı devlet anlayışı içinde ele alınmaktadır.
Türkmenistan: Güneyinde İran, kuzeyinde Kazakistan, batısında Hazar Denizi, kuzeydoğusunda Özbekistan ve güneydoğusunda Afganistan bulunmaktadır. Türkmenistan topraklarının %80’i meşhur Karakum Çölü’yle kaplıdır. Tarıma elverişli arazi oldukça azdır.
Ülkenin başkenti Aşkabat, yüz ölçümü 488 bin km2, dili Türkmencedir. Nüfusu 2013 verilerine göre 5.2 milyondur.40 Türkmenistan’da yaşayan Müslümanların oranı %89 civarındadır.
Türkmenistan 18. yüzyıla kadar muhtelif Müslüman devletlerin parçası olarak varlığını sürdürmüştür. 1879 yılında ise Ruslar tarafından işgal edilmiş, 1917 Bolşevik İhtilali’nden sonra da Sovyetler Birliği’nin himayesine girmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 27 Ekim 1991 tarihinde bağımsızlığını kazanmıştır. Bu ülkeyi ilk tanıyan devletlerden biri de Türkiye olmuştur. Türkiye ile Türkmenistan arasında tarihî ve kültürel bağları güçlendirmek amacıyla özellikle genç nesillerin birbirlerini tanımaları için çeşitli projeler başlatılmıştır. Bu amaçla iki ülke arasında 1 Mayıs 1992 tarihinde bilim, kültür ve spor alanlarında iş birliği anlaşması imzalanmıştır.42 Bunun sonucu olarak Türkmenistan’da Türkiye’nin resmî kanalla açmış olduğu Aşkabat Türk Anadolu Lisesi ve yine aynı binada Türk İlköğretim Okulu, Mahtumkulu Üniversitesine bağlı ilahiyat fakültesi ve ilahiyat lisesi açılmıştır. Bu ilahiyat fakültesinin yanına iki yüz kişilik kapasitede bir de yurt binası yapılmıştır. Her iki okulun da masrafları Türkiye Diyanet Vakfı tarafından karşılanmaktadır. Yine Türkiye Diyanet Vakfı, Kıpçak’a bir cami ve Kur’an kursu yaptırmıştır.
Kafkasya’da Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan, Kuzey Osetya, Çeçen-İnguş ve Kabartay-Balkar özerk cumhuriyetleri bulunmaktadır. Bunun yanında başka özerk bölgeler de vardır. Bunlar Rusya’ya bağlı Adigey, Karaçay-Çerkez, Azerbaycan’a bağlı Yukarı Karabağ, Gürcistan’a bağlı Abhazistan ve Güney Osetya’dır.
Çeçen-İnguşlar Kafkasya’nın en eski topluluklarındandır. Çarlık Dönemi’nden beri Ruslara karşı direnen toplulukların başında gelen bu milletler, Sovyet Dönemi’nde de direnişlerini sürdürmüşlerdir. Sovyetlerin dağılmasından sonra İnguşlar, Rusya Federasyonu’na bağlı kalmayı tercih ederken Çeçenler bağımsızlık hareketi başlatmışlardır. Çeçen İnguş Özerk Cumhuriyeti Çeçenleri 1 Kasım 1991’de Rusya’nın bağımsız Çeçen Cumhuriyeti’ni kurduklarını ilan etmişlerdir. Moskova yönetimi bunu tanımadığını ilan ederek bölgeyi yeniden işgal etmiştir. Çeçenler ile Rusya arasındaki savaş hâlen devam etmektedir.
Kafkasya’da Azeri Türklerinden sonra en kalabalık Türk toplulukları Karaçaylar, Kumuklar, Nogaylar ve Balkarlardır. Daha çok Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan’ın Hasanyurt, Babayurt ve Mahaçkale bölgelerinde yaşamaktadırlar.
Köken bakımından Kuman Türklerinin torunları olan Karaçaylar 1944’te Stalin tarafından sürgün edilmiştir. 1950’de yurtlarına dönmelerine izin verilen Karaçayların çoğu bugün kendi ülkeleri olan KaraçayÇerkez Özerk Cumhuriyeti’nde yaşamaktadırlar.
İslam’ın Afrika Kıtasına girişinde iki safha vardır. Birinci safha, Kuzey Afrika’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve buralarda İslam’ın yayılması, ikinci safha ise Müslüman tüccarların İslam dinini Afrika’nın diğer bölgelerine götürmeleridir.
Hz. Ömer Dönemi’nde Amr bin el-As’ın Mısır’ı fethetmesiyle İslamiyet, Afrika kıtasına ilk adımını atmıştır. Burada bulunan Mısır Kıptilerinin İslam dinine girişiyle beraber İslamiyet bölgede yayılmaya başlamıştır. Ancak bölgenin İslamlaşması değişik nedenlerden dolayı yavaş olmuştur.45 Müslümanların idaresi altında olan bu bölgede insanlar mahalli inançlarını yaşama özgürlüğüne sahip olmuşlardır. Emevi ve Abbasi dönemlerinde de buradaki fetih faaliyetleri devam etmiştir.
Yavuz Sultan Selim Dönemi’nde ise bu bölge Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Uzun yıllar Osmanlının himayesinde yaşayan bölge, 19. yüzyıldan itibaren Batılı sömürgeci güçlerin işgaline uğramıştır. Özellikle Fransa, İngiltere ve İtalya bu sömürgeci güçlerin başında gelmektedir. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda yenik düşmesinden sonra bölge tamamen elden çıkmıştır. Bundan sonra Kuzey Afrika’da Batılı sömürgeci ülkelerin halk üzerindeki şiddetleri artmış hatta Fransa, Kuzey Afrika’yı işgal ettikten sonra burada Hristiyan sayısını arttırmak için büyük gayret sarf etmiştir. Ancak bütün çabalara rağmen halk, İslam’ı bırakıp Hristiyanlığa geçmemiştir. Bu işgal dönemlerinde halkın sömürgeci güçlere karşı vermiş olduğu mücadeleler de takdire şayandır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise sömürgeci ülkeler, Kuzey Afrika’da daha fazla barınamayacaklarını anladıkları için bölgeden çekilmeye başlamıştır. Bunun sonucunda da Kuzey Afrika’daki her bir ülke, farklı tarihlerde bağımsızlıklarını ilan etmiştir.
Kıtanın kuzeyi dışında kalan bölümlerinde İslam’ın yayılışı daha çok tüccarlar vasıtasıyla olmuştur. Müslüman tüccarların etkisiyle İslam’a girenlerin çoğu toplumun ileri gelen şefleri ve zenginleriydi. Bunların vasıtasıyla buradaki halkın çoğunluğu da Müslüman olmuştur.
Afrika’nın orta ve batı kesimleri, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci ülkelerin hâkimiyetine girene kadar çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bir görüntü aksettirmekteydi. Ancak sömürgeci devletler, Müslümanların topraklarını işgal ettikten sonra buradaki, Hristiyan ve paganist toplumları destekleyip güçlendirdiler. Diğer taraftan bağımsızlıklarını tanıdıkları ülkelerin sınırlarını çizerken Müslüman nüfusu dağınık tutmak istediler. Bunun için Müslümanları çeşitli ülkelerin sınırlarına dahil ederek azınlık konumuna getirdiler. Bugün Müslümanların bazı Afrika ülkelerinde azınlık kalmalarının sebebi, sömürgeci ülkelerin bölüp parçalama taktiklerinin bir sonucudur.
Afrika kıtasında yer alan Müslümanların diğer din mensuplarına göre oranı ülkelere göre değişiklik göstermektedir. Kıtanın kuzey, doğu ve batı bölgelerinde toplam nüfusun % 85’i ile %99’unu Müslümanlar teşkil etmektedir. Ancak kıtanın güneyinde yer alan ülkelerde ise bu oran % 10 ile % 35 arasında değişmektedir. Libya, Mali, Mısır, Moritanya, Nijer, Nijerya, Senegal, Somali, Sudan, Tunus gibi ülkeler Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerdir. Benin, Fildişi Sahili, Gambiya, Gana, Etiyopya (Habeşistan), Kamerun, Kenya, Kongo, Liberya, Mozambik, Tanzanya, Togo, Uganda ve Zaire ise Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerdir. Müslüman azınlıklar genelde şehirlerin ikinci ve üçüncü derecede önemli alanlarında yaşamaktadırlar. Bölge insanının önemli bir bölümü çeşitli tarikatların faaliyetleri sonucu ihtida ettiklerinden, İslami anlayışlarında tasavvufun belirleyici bir etkisi görülmektedir. Kadiriye, Senusiyye, Halvetiye, Şazeliye, Rifaiye ve Üveysiye gibi tarikatlar o bölgede aktif olan tarikatlarden bazılarıdır. Özellikle 15. yüzyıldan sonra buralardaki insanların İslamlaşmasında, Kadiriye tarikatinin çok büyük rolü olmuştur. Kadiriye tarikati kısa zamanda nüfuz alanını genişleterek Batı ve Orta Sudan’da İslamiyet’in yayılmasını hızlandırmıştır. Tarikat mensupları gittikleri yerlerde putperest yerlilere İslam’ı sevdirmişlerdir. Özellikle Nijerya, Mali, Çad, Nijer, Senegal ve Gambia gibi Batı Afrika ülkelerinde Kadiriye ve Ticaniye tarikatlarının rolü büyüktür. Bunun yanında kıtada, Orta Doğu ve Hindistan kökenli bir çok dinî akım görülür.
Müslüman azınlıkların din eğitimi, sistemli bir şekilde sağlanamamaktadır. Din eğitimi daha çok geleneksel kurumlarla ve klasik yöntemlerle yapılmaktadır. Bu eğitim genel olarak satıcı tezgâhları kenarlarında, camilerde, ağaç altında veya evlerin çatı katlarında yapılmaktadır. Modern manada eğitim veren ilk ve ortaöğretim seviyesindeki okullara medrese denilmektedir. Müslüman aileler orta dereceli okulları bitiren çocuklarını yüksek din tahsili için Mısır, Fas, Suudi Arabistan, Pakistan, Yemen ve Libya gibi ülkelere göndermektedirler.
Orhan Gazi’nin Edirne’yi zabtıyla gelişen İslam fetihleri, 15. yüzyılda bütün Balkanları içine alacak kadar yayıldı. Özellikle Ortodoks mezhebinin sapkın ilan ettiği Bogomillere karşı Osmanlı Devleti’nin yardım etmesi, onların Müslüman olmasıyla sonuçlanmıştır. Topyekün Müslüman olan Bosnalılar, Bogomilzm mezhebine mensuptular. 1463 yılında Sırbistan’ın da fethedilmesiyle Bosna ve Hersek İslam’ın güçlü kalesi olmuştur. Viyana’yı kuşatacak kadar Avrupa içlerine sokulan Osmanlılar, Doğu Avrupa’nın tamamına yakınına hâkim olmuşlardır. Gittikleri yerlerde birçok medrese ve cami inşa eden Osmanlılar, İslam’ın etkisini sağlayacak eğitim sistemini kurmaya çalışmış, bu arada Hristiyan halkın derin bir dinî hoşgörü içerisinde yaşamasını sağlamışlardır.
Osmanlı Devleti’nin zayıflaması bu bölgede Müslümanların aleyhine gelişecek birtakım olaylara sebep olmuştur. Çünkü Batılı büyük devletler emperyalist çıkarları için Doğu Avrupa’daki etnik grupları tahrik etmeye başlamışlardı. Bunun sonucunda Balkanlardaki Bulgaristan, Yunanistan, Romanya ve Arnavutluk’un bağımsızlıklarını desteklediler. Arnavutluk hariç bu ülkelerde yaşayan Müslümanlar azınlık durumuna düştüler. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra problemler daha da büyüdü. Müslümanların azınlık oldukları ülkelerde zorlu bir dönem başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bulgaristan, Romanya ve Arnavutluk’ta iktidara gelen komünist rejimler Müslümanların kimliklerini yok etmeye çalıştı. Ferdi ibadetlerin yerine getirilmesi zorlaştırıldı. Daha da ileri gidilerek birçok cami, medrese ve İslami eğitim kurumu kapatıldı. Zor durumda kalan Müslümanlar Arnavutluk, Yugoslavya ve Bulgaristan gibi ülkelerden Türkiye’ye göç etmeye başladılar.
Bulgaristan’daki Müslüman oranının yıldan yıla değişmesi, zorunlu göçleri özetleyen en iyi örnektir. Ruslarla yapılan 93 Harbi’nden (1877-1878) önce günümüzdeki Bulgaristan toprakları üzerinde yaşayan 3 milyonu aşkın nüfusun en az yarısı Müslüman’dı. Yirmi yıl sonra bu oran %27’ye indi. 1980’li yılların sonuna gelindiğinde ise bu oran % 20’nin altına düşmüştür.
Sovyetler Birliği’nin 1990 yılında dağılmasından sonra Balkanlardaki komünist rejimler de çökmüştür. Yugoslavya’nın da yıkılmasıyla uzun yıllar sürecek olan etnik savaşlar başlamıştır.
Balkanlarda Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı ülkeler, Bosna Hersek, Arnavutluk ve Kosova’dır. Bulgaristan, Yunanistan, Karadağ, Romanya gibi bir çok ülkede ise Müslümanlar, azınlık hâlinde yaşamaktadır.
Bulgaristan’ın nüfusunun 2006 sayımına göre 7 milyon 385 bin olduğu tespit edilmiştir. Bu nüfusun yaklaşık % 12.2’sini Müslümanlar oluşturmaktadır. Bugün Bulgaristan’da Müslüman cemaatinin temsilcisi Bulgaristan Müslümanları Baş Müftülüğüdür. Bu baş müftülüğün altında on altı bölge müftülüğü bulunmaktadır. Başmüftülük, Bulgaristan Müslümanlarının dinî işlerini yönetmekle beraber Bulgar makamları ile yurt dışındaki kurum ve kişiler önünde Bulgaristan’da yaşayan Müslümanları temsil etmektedir. Başmüftülüğe bağlı olarak müftü, din dersi öğretmeni, vaiz ve imam yetiştiren bir yüksek İslam enstitüsü ile imam ve hatip yetiştiren üç imam hatip lisesi bulunmaktadır. Bulgaristan’da bin iki yüzün üzerinde cami ve iki yüz kadar da mescit bulunmaktadır.
Yunanistan’da yaşayan Müslüman azınlıklar, yoğun olarak ülkenin kuzeyindeki Batı Trakya’da yaşamaktadırlar. Burada yaşayan Müslüman Türk azınlığın sayısı yüz elli bin civarındadır. Batı Trakya’da yaşayan azınlıklar, Balkanlardaki diğer Müslüman azınlıklara göre farklı bir statüdedir. 1923 Lozan Barış Antlaşması gereğince Türkiye’deki Rumlarla, Yunanistan’da yaşayan Türklerin bir bölümü karşılıklı yer değiştirmiştir. Ancak Batı Trakya Türkleri ile İstanbul Rumları bunun dışında tutulmuştur. Bu anlaşma aynı zamanda Türkiye ile Yunanistan’ın karşılıklı olarak azınlıklara aynı hakları tanımasını öngörmektedir. Ancak Yunanistan zaman zaman burada yaşayan Türklere baskıcı bir politika izlemiştir. Bunun en bariz örneği Lozan Antlaşması gereğince faaliyet gösteren müftülüklere müdahalelerde bulunulmasıdır. Batı Trakya Türkleri Gümülcine, İskeçe ve Dimetoka olmak üzere üç müftülükçe temsil edilmektedir. Bugün itibariyle bölgede 283 cami ve mescit bulunmaktadır. 2008 yılı itibariyle biri Gümülcine, diğeri İskeçe olmak üzere iki Türk milletvekili, Müslüman Türk azınlığı Yunan parlamentosunda temsil etmektedir.
Balkanlarda Müslüman topluluğun yaşadığı diğer bir ülke de Makedonya’dır. Makedonya, eski Yugoslavya’nın dağılmasından sonra kurulmuştur. Değişik etnik mensubiyetlere ait olan Mekedonyalı Müslümanlar, dinî gereksinimlerini Makedonya İslam Birliği organizasyonu sayesinde sağlamaktadırlar. Makedonya İslam Birliğinin yönetim organları müftülükler, riyaset-i reisü’l-ulema ve İslam Birliği Meclisinden oluşmaktadır. Ülke genelinde on üç müftülük bulunmaktadır. İslam Birliği organizasyonu bünyesinde, Üsküp İsa Bey İmam- Hatip Lisesi ile Üsküp İslami İlimler Fakültesi gibi eğitim-öğretim müesseseleri bulunmaktadır. İslami Bilimler Fakültesi içerisinde İsa Bey Kütüphanesi de faaliyet göstermektedir. Osmanlı idaresi döneminde bu kütüphane, Balkanların en büyük kütüphanesi idi.
Balkanlarda Müslüman oranının fazla olduğu ülkelerden biri de Bosna Hersek’tir. 1991 yılında Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Bosna- Hersek, Bilge Lider Aliya İzzet Begoviç önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Ancak Sırplar bu devletin bağımsızlığını tanımamışlar ve Bosna’yı kontrol etmek için saldırıya geçmişlerdir. Nitekim 1992 yılında Sırbistan ordusu Bosna Hersek’e girerek savunmasız Müslüman Boşnakları, kadın çocuk demeden hunharca öldürmüştür. Avrupa’nın göbeğindeki bu insanlık dışı soykırıma, dünya uzun süre seyirci kalmış ve bunu sadece kınamakla yetinmiştir. Bu savaşta yaklaşık 250 binden fazla Boşnak şehit edilmiştir. Srebrenitsa katliamı tarihin kara bir lekesi olarak hafızalarda hâlâ canlılığını korumaktadır. Savaş 1995 yılında yapılan Dayton Antlaşması’yla sona ermiştir. Bosna’da yaşanan olaylar, Lahey Adalet Divanı tarafından soykırım olarak kabul edilmiştir.
Balkanlarda çoğunluğu Müslüman olan ülkelerden bir diğeri ise Arnavutluk’tur. Ülkenin %70’i Müslüman’dır. Arnavutluk bağımsızlığını 1912 yılında elde etmesine rağmen uzun bir müddet komünist rejimi idaresinde kalmıştır. 1941 yılında Arnavutluk Komünist Partisi’nin başına geçmiş olan Enver Hoca, 41 yıl yönetimde kalarak ülkedeki bir çok ibadethaneyi yıktırmıştır. Soğuk Savaş Dönemi’nin bitmesinden sonra Arnavutluk’taki dinî serbestlik kendini göstermeye başlamıştır. Arnavutluk’taki Müslümanların dinî ihtiyaçları Arnavutluk Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmektedir.
Balkanlarda Müslüman nüfusun fazla olduğu bir başka ülke de Kosova’dır. Sırplarla yapılan uzun mücadelelerden sonra ülke 17 Şubat 2008 tarihinde bağımsızlığını ilan etmiştir. Türkiye de Kosova’yı tanıyan ilk ülkelerden biri olmuştur. Türkiye, son yıllarda büyük acılar yaşayan Balkanlarda kalıcı barışın hâkim olması için Kosova’nın bağımsızlık sürecine önemli katkılarda bulunmuştur.
Balkanlarda yaşayan Müslüman toplulukların birçok problem yaşadığı bilinmektedir. I. dünya savaşından sonra Balkanlarda, etnik köken ve millet esasına dayalı devletler oluştu. II. Dünya savaşı sonrası ise bu devletlerin birçoğu, komünizm idaresiyle yönetilmeye başlandı. Balkanlarda yaşayan halklar, etnik yapı itibariyle birçok topluluklardan oluşmaktadır. Bunlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar ve Hırvatlar olarak sayılabilir.
Balkan toplulukları içinde Osmanlı bakiyesi sayılan, Müslüman Türk ve yerli Müslümanlarında sayıları oldukça fazladır. Ancak Osmanlının son döneminde ve I. dünya savaşı ile Balkanlarda başlayan bağımsızlık hareketleri, burada yaşayan Müslüman unsurları çok büyük sıkıntılara maruz bıraktı. Göç, mübadele ve asimile hayatlarının bir parçası oldu. Bulgaristan, Arnavutluk, Eski Yugoslavya ve Romanya’daki komünist idareler Müslümanlara inanç ve kültür değerlerini serbestçe yaşama hakkı tanımadılar. Birçok Müslüman zindanlara atıldı, sürgüne gönderildi veya öldürüldü.
1990’lı yıllardan itibaren balkanlarda bağımsızlık hareketleri başladı. Eski Yugoslavya’nın dağılmasıyla birlikte bu bölgede yeni birtakım sıkıntıların yaşandığı bilinmektedir. Günümüzde Balkanların birçok yerinde Müslümanlar, azınlık konumunda olmalarının dezavantajını yaşamaktadırlar. Batı Trakya, Bulgaristan ve Romanya’da ciddi anlamda uluslararası hukuk ve antlaşmalardan doğan haklarını serbestçe kullanamamaktadırlar.
Avrupa’ya İslamiyet iki aşamada girmiştir. İlk olarak, İslamiyet’in doğuşundan kısa bir süre sonra Emeviler Dönemi’nde Tarık bin Ziyad kumandasında Müslümanlar Endülüs’ü fethettiler. Kilisenin ve devletin hoşgörüsüz anlayışıyla karşı karşıya kalan Endülüs halkı, Müslümanları hoş karşıladı. Endülüs, Müslümanların hâkimiyetinde hızlı bir şekilde iktisadi, sosyal ve kültürel sahalarda ilerlemeye başladı. İslam’ın getirdiği derin hoşgörü sayesinde yerli halktan da çok sayıda kişi Müslüman oldu. Endülüs’te zirveye ulaşan İslam hâkimiyeti, 16. yüzyılın sonlarında zayıflamaya başladı. Müslümanlar kuzeyden gelen Hristiyan ordularının baskıları karşısında güneye doğru çekilmek zorunda kaldı. Bölgedeki son İslam merkezi olan Gırnata’nın düşmesiyle Müslümanların Endülüs’teki hâkimiyeti son buldu. İspanya kralının ülkesinde Müslümanların yaşayamayacağına dair ferman çıkarmasıyla İspanya’daki Müslüman varlığı tamamen sona erdi.
Avrupa’da Müslüman sayısının artmasının ikinci nedeni, Osmanlı Devleti’nin buradaki varlığıdır. Osmanlıların Rumeli’ye geçişiyle yayılmaya başlayan İslamiyet, Endülüs’teki varlığının yok olmaya yüz tuttuğu bir sırada bir başka yönden Avrupa’yı yeniden etkisi altına almıştır.
Avrupa’nın diğer bölgelerinde yaşayan Müslümanların varlığı Balkanlara göre farklılık arz etmektedir. Çünkü buradaki Müslüman varlığı değişik zamanlarda yapılan göçlerle meydana gelmiştir. Özellikle başta İngiltere ve Fransa olmak üzere sömürgeci ülkelere, 19. yüzyılın sonlarından itibaren sömürgeleştirdikleri ülkelerden büyük oranda Müslümanlar göçmeye başlamıştır. Hindistan, Yemen, Aden ve Somali gibi ülkelerden gelen Müslümanlar İngiltere’ye; Cezayir, Fas, Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinden gelenler ise Fransa’ya yerleşmiştir.
İkinci büyük göç dalgası ise İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Batı’da sanayinin süratle gelişmesine bağlı olarak önemli miktarda iş gücü ihtiyacı doğmuştur. Bu nedenle Batı ülkelerine yoğun bir Müslüman göçü yaşanmıştır. Başta Almanya ve Fransa olmak üzere İngiltere, Hollanda, Belçika, Danimarka, Norveç, İsveç ve Avusturya gibi Batı Avrupa ülkelerine Türkiye’nin de içinde bulunduğu değişik İslam ülkelerinden Müslüman işçiler gitmiştir.
Günümüzde Avrupa’da 10 milyon Müslüman azınlığın yaşadığı tahmin edilmektedir. Avrupa ülkeleri arasında en fazla Müslüman nüfusun bulunduğu ülkeler ise Almanya, Fransa ve İngiltere’dir. Almanya’daki toplam Müslüman nüfus 3 milyonu aşmıştır. Bu nüfusun 2.5 milyonu Türk’tür. Fransa’da ise 4 milyonun üzerinde Müslüman bulunmaktadır. Buradaki Müslümanların çoğunluğu Kuzey Afrika kökenlidir. Türk nüfusu ise 400 bin civarındadır. İngiltere’deki Müslüman sayısı yaklaşık 2 milyondur. Bu rakam içinde en fazla nüfusa sahip olan etnik unsurlar, Orta Doğu kökenli Araplar (150 bin), Afrikalılar (130 bin) ve Hindistanlılar’dır (90 bin). 70 bin civarında Kıbrıs’tan göçmüş Türk, 20 bin civarında da Türkiye’den giden Türk’ün bulunduğu tahmin edilmektedir.
Fransa ve İngiltere’de Müslümanlara ait bini aşkın kurum, kuruluş, cami ve mescit bulunmaktadır. Diğer Avrupa ülkelerinde de Müslümanlara hizmet veren yüzlerce teşkilat, cami ve mescit vardır. Dinî teşkilat sayısı artmakla birlikte Müslüman azınlıkların % 10’u ancak bunlarla doğrudan ilişki içerisindedir. Bu ülkelerde Kur’an öğrenme ve öğretme geleneği devam ettirilmektedir. Okulda din eğitimi olmayan ülkelerde caminin önemi bir kat daha artmaktadır. Camilerde verilen din eğitimiyle genç nesil İslam’ı öğrenmektedir.
Günümüzde toplam nüfus milyonlarla ifade edilen birçok Müslüman, Avrupa ülkelerinde hayatlarını sürdürmektedir. Bu insanlar kendi ülkelerinde yaşanan işsizlik, savaşlar, insan kaçakçılığı ve diğer nedenlerle Avrupa ülkelerine göç etmiştir. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının 1960’lı yıllardan itibaren işçi olarak gitmeleri gibi.
Avrupa’ya gelen bu insanlar inanç değerleri ve kültürlerini de buraya taşımışlardır. Bu arada zaman içinde sayıları arttıkça talepler de artmaya başladı. İlk Müslümanlardan sonra ikinci ve üçüncü nesil Müslüman topluluklar oluşmaya başladı. Daha önce sadece fert planında kalan talepler, toplumsal istekler olarak kendini gösterdi. Din eğitimi, inancına göre hayat tarzı, mülk edinme, iş kurma, serbest dolaşım, yerli halk ile eşit haklara sahip olma gibi birçok talep ortaya çıktı. Bunların birçoğu Avrupa devletleri tarafından çözülür problemler olarak görülmesine rağmen, Müslümanların Avrupada artan nüfusu ile toplumsal etkinliklerinin artması, yerli halkın bir kısmı ve bazı idareciler tarafından endişeye neden oldu.
Diğer yandan, ikinci ve üçüncü nesilde ciddi anlamda kendi inanç ve kültür değerlerine karşı bir yabancılaşmanın olduğuda görülmektedir. Dilini, inancını, örf ve adetlerini unutan yeni bir neslin batı anlayışıyla bütünleşmiş olduğu veya en azından böyle bir eğilim gözlenmektedir. Bu durum Avrupa’da yaşayan Müslümanların başka bir sorunu olarak ortada yer almaktadır.
Netice itibari ile Avrupa’da yaşayan Müslümanların sorunlarını ana başlıklar olarak, dinî, siyasi, içtimaî, iktisadi, kültürel, bütünleşme, temel insan hakları, ötekileştirme, kültürel yozlaşma, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, işsizlik, eğitim gibi konular olarak sıralamak mümkündür.
Amerika kıtasının İslam’la tanışması 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Batı Afrika’dan kaçırılan zencilerin köle olarak buraya getirilmesiyle başlar. Amerika’ya getirilen bu topluluğun İslam anlayışı, kültürel etkileşim adına yozlaştırılmıştır. İslam topraklarından buraya yapılan ikinci büyük göç, 1875-1925 yılları arasında Suriye, Filistin, Ürdün ve Lübnan’dan olmuştur. 1947-1960 yılları arasında ise çoğunluğu Hindistan, Pakistan ve Sovyet Müslümanlarından oluşan yeni bir göç dalgası Amerika’ya ulaşmıştır. İslam ülkelerinden gelen bu göçler genellikle iş bulma amaçlıdır. Bu iş gücünün büyük bir çoğunluğu da vasıfsız işçi statüsündedir.
Amerika’da Müslüman nüfusunu artıran diğer bir etken de ihtida hareketleridir. Ülkede ilk ihtidalar siyahi kölelerin torunları arasında, Afrika ve İslam’a ait köklerini arama şeklinde başlamıştır. Bunun sayesinde milyonlarca zenci, İslami kökleriyle buluşmuştur. Bunun yanında zenciler kadar olmasa da beyazlar arasında İslam, günümüzde hızla yayılmaktadır. Çoğu eğitimli insanlardan oluşan beyaz Müslümanların ihtidalarında, İslam’ın sadeliği, hak ve adalet kavramlarına verdiği önem, ruhban sınıfının olmayışı gibi unsurlar etkili olmuştur.
Amerika kıtasında en kalabalık Müslüman azınlığın bulunduğu ülke, Amerika Birleşik Devletleri’dir. Bu ülkede yaşayan Müslüman nüfusun 10 milyona yaklaştığı tahmin edilmektedir. Bu rakamla Müslümanlar, 250 milyonluk Amerikan nüfusunun % 4’ünü teşkil etmektedir. Müslümanlar, Yahudilerin de önüne geçerek ülkedeki en büyük azınlık konumuna gelmiştir. Müslüman azınlığın % 25’i Güney Asyalı göçmenlerden, % 12’si Araplardan, % 50’si ise Afrika kökenlilerden oluşmaktadır. Afrika kökenli Müslümanların çoğunluğu da mühtedi olanlardır. Günümüzde Amerika’daki Müslüman oranı hızla artmaktadır. Bu artışta, ülkeye devam etmekte olan göçlerin % 44, yeni doğumların % 31, ihtidaların ise % 25 etkisi vardır.
Amerika kıtası, kuzey ve güney (Latin) olmak üzere düşünüldüğünde Amerika Müslümanlarının sorunları da kıta ölçeğinde düşünülebilir. Bu büyük kıtanın insanlarını, yerli halkların yanında büyük oranda göçmen ve köleleştirilmiş insan toplulukları oluşturur. Bunlar içinde azımsanamayacak kadar Müslüman da vardır.
Göç eden insanlar, burada öncelikle birçok sorunla karşı karşıya kaldılar. Örneğin, çalışma, mülk edinme ve yerleşme, yerleşik kültürlere adım uydurma, yerleşik halklarla kaynaşma, örf ve adetlerin çatışması gibi temel sorunlar bunlardandır.
Amerika kıtasından kölelik sorunu bir noktada halledilmiş gibi gözükse de halen temelde İslam’a ve Müslümanlara yönelik olumsuz bakış açısı devam etmektedir. Özellikle; 11 Eylül 2001 olayı, İslam coğrafyasında yaşanan olumsuz olaylar, Ortadoğu’da İsrail- Filistin ekseninde yaşananlar bu algının yerleşmesine neden olmuştur.
Amerika denilince, kıtanın ve dünyanın da en belirleyici gücü olarak ABD akla gelir. Amerika aynı zamanda özgürlükler ülkesi olarak da bilinir. Burada büyük çoğunluğunu zencilerin oluşturduğu, azımsanamayacak kadar da Asya ve diğer coğrafyalardan gelen Müslüman kitleler yaşamaktadır. Genelde hizmet sektörü ile ikinci veya üçünce derecede işlerde çalışan bu insanların, ekonomik ve sosyal anlamda sıkıntılarının olduğu da bilinmektedir.
Dolayısıyla Amerika kıtasının tümünde yaşanan sorunların, en başta insan ve inanç kaynaklı olduğu söylenebilir. Kıtanın kuzeyi ile güneyi arasında, insan unsuru ve inançlar açısından ciddi anlamda farklılıklar bulunmaktadır. Özellikle güneyde az sayıda Müslüman varlığından söz edilse de bunlar daha teşkilatlıdır. Burada yaşayan diğer dinî gruplar ile bir arada yaşamanın yolu bulunmuştur. Ancak hoşgörü, temel insan hakları ve diğer evrensel değerler açısından uygulamada sorunları da yaşanmıyor değildir. Bu açıdan bakılınca tüm inanç grupları bu sorunların muhatabıdır.
Bunların dışında Müslüman azınlığın çoğunluğunun göçmen veya farklı kültürlerden gelmiş olması, yerleşik toplumlarla kaynaşamaması, aile bağlarının zayıflaması uyuşturucu kullanımına meyil ve artması, gençlerin kimlik bunalımına düşmesi, ahlakî anlayışlardaki diğer zaaflar, eğitim ve manevî problemler, sorunlar olarak sayılabilir.