Din, Allah tarafından insanları doğruya sevk etmek üzere vahiy yoluyla ve peygamberleri aracılığıyla gönderilen ilahi kurallar bütünüdür. Seyyid Şerif Cürcâní’ye ait oldukça yaygın bir
tanıma göre “Din, akıl sahiplerini Peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilâhí kanundur.” Başka bir ifadeyle din; Allah ile insan, insan ile insan, insan ile tabiat ve insan ile eşya arasındaki münasebeti düzenleyen ve hayatın tamamını kuşatan kanun, nizam ve yoldur.”
Dinin iki temel kaynağı vardır: Allah’ın kelamı Kur’an ve onun uygulaması olan sünnet. Peygamberimiz hayattayken Allah’tan gelen vahyi insanlara duyuruyor, anlaşılmayan durumları açıklıyor ve uygulamasını da bizzat yaşayarak insanlara gösteriyordu. Yine de açıklanmaya muhtaç bir husus olursa sahabe efendilerimiz peygamberimizden durumu sorup öğreniyorlardı.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) vefatından sonra dinin esası
aynı kalmakla beraber bu iki temel kaynağın anlaşılması ve yorumlanmasında farklılıklar ortaya çıktı. Siyasi yönden İslam toplumunda ayrışmalar yaşandı. Çok farklı bölge ve kültürden insan İslam’ı seçti. Doğal olarak bu kadar çeşitliliği barındıran toplumun dinî anlayış ve yorumlarında farklılıklar oluştu. Dinin ameli ve itikâdi hükümlerinin uygulaması sırasında ortaya çıkan bu türden farklı anlayışlara dinî yorum denmektedir.
Dinin ve dinî kaynakların farklı yorumlanması bazen ayrışmalara sebep olsa da olumlu değerlendirildiğinde dinî çoğulculuğun ve zenginliğin sebebi ve kaynağını teşkil etmiştir. Bununla beraber dinin kendisi ile dinin yorumlanması arasında ciddi farklar olduğu unutulmamalıdır.
Din (İslam) ve dinî yorum arasındaki temel farklar:
1. Din tektir. Dinî yorumlar ise birden fazla olabilir.
2. Din evrenseldir. Dinî yorumlar bölgeseldir.
3. Din vahye dayanır. Dinî yorumlar ise kişilerin görüşlerine dayanır. Dinî kaynakları referans almakla beraber kişilerin akıl, bilgi, kültür ve düşünceleri bu yorumlara kaynaklık yapar.
4. Dinin hükümleri değişmez. Dinî yorumlar değişebilir. Bölgeden bölgeye, insandan insana, kültürden kültüre ihtiyaç ve şartlara göre farklılık gösterebilir.
5. Din bağlayıcıdır. Dinî yorumunun herkese yönelik bir bağlayıcılığı yoktur. Sadece o görüşü benimseyen kişileri bağlar.
Kimse dinî bir yorumu benimsemeye zorlanamaz.
Unutulmamalıdır ki dinî kaynaklarda varlığı kesin ve manası açık hususlarda yorum yapılamaz. Allah’ın varlığı ve birliği, namazın, farziyeti, yalan, gıybet, dedikodu, kibir gibi huyların haram oluşu gibi. Yorum ancak birden fazla manaya gelmesi mümkün olan veya manasında kapalılık bulunan konularda olur. Başka bir deyişle bir konuda mezhepler yorum yapıyorsa orada kesin, açık ve net bir hükümden bahsetmek mümkün değildir.
İslam dinini esas alarak belirtmek gerekirse bu farkları şu şekilde sıralamak mümkündür;
Bu sebeple ayet ve hadisleri yorumlarken kendi anlayışını dinin tek hakikati gibi ifade etmek yanlış olur. İslam’ın genel ilkeleri çerçevesinde dinî anlayışlarda farklılıkların olması normaldir.
Tüm dinlerin esasta üç ana temeli olduğu bilinmektedir.
Bunlar: İnanç, ibadet ve ahlaktır. Her dinî yapının kendine ait inanç prensipleri vardır. Muhataplarının ona inanmasını ister. Buna inanan insanların inandığı değerlere göre ibadet etmeleri kaçınılmazdır. İnanç insanın iç dünyasını kuşatırken ibadetler dış dünyasına yansır. Dini hayatı daha bir görünür kılar. Bu yüzden dinler daha çok ibadetler ve ritüeller yönüyle birbirinden ayrılır. Dinlerde inanç ve ibadet konularını tamamlayan unsurlar ise ahlaki hükümlerdir. Ahlak, insan davranışlarının temelini oluşturur.
Buna göre her dinin inanç temelini ifade etmek üzere itikad veya akaid kavramı da kullanılır. Bizim dinimizin inanç esaslarını da İslam itikadı /akaidi oluşturur. İslam itikadını delileriyle savunan ilme bilindiği üzere kelam denmektedir. İslam’ın ibadet anlayışı ve prensiplerini fıkıh terimiyle ifade ederiz. Fıkıh bizim ibadet hayatımıza dair prensipleri ele alır.
Hem inanç hem de ibadetler konusunda dinin esaslarına bağlı kalarak ve zamanın şartları da gözetilerek yapılan farklı yorumlar vardır. Bu farklı yorumlar ise mezhep adı altında ele alınır. Din en üstte birleştiren çatı, mezhep ise o çatı altındaki farklı salonlar gibidir.
Fırka ise tamamen siyasi gerekçelerle ortaya çıkmış topluluklardır. Her ne kadar bunlar kendilerini bazen dinî gerekçelerle ifade etse de asıl ayrıştırıcı unsur burada siyasettir.
Kısaca denebilir ki insanın olaylara bakışını, onları algılayışını etkileyen bir çok sebep vardır. Bazen insani ve içtimai bazen siyasi ve felsefi bazen de ahlaki ve kültürel gerekçelerle insanlar dinî konuda ayrılığa düşmüşlerdir.
Yorum farklılığına sebep olan ana etkene göre bunları çeşitlendirmek ve isimlendirmek mümkündür. Dini gerekçelerle ortaya konan yorumlara mezhep, siyasi gerekçelerle bir tanımlama söz konusu ise buna fırka, tasavvufi/felsefi veya ahlaki ilkelere göre şekillenmiş bir usul varsa buna da ekol denmektedir.
Bazen bunları birbirlerinden kesin ve kalın çizgilerle ayırmak mümkün olmayabilir. Bir yapı bir taraftan dinî bir yorumla diğerinden ayrılırken aynı zamanda siyasi etkenlerle hareket edip yönetim açısından farklı bir durumda kendisini konumlandırabilir. Bir hareketin siyasi sebeplerle ayrışması ama daha sonra bu tavrını dinî gerekçelerle ifade etmek istemesi tarihten günümüze sıkça görülen bir davranıştır.
Her insan, doğası itibariyle farklıdır. Allah Teâlâ her şeyi ile aynı iki insan yaratmamıştır. Allah’ın yaratma sıfatı her insana ayrı ayrı tecelli eder. Bu durum insanın fiziksel özelliklerinin ötesinde duygu, düşünce, inanç ve ahlak dünyasına hatta tüm hayat tarzına yansır. İnsanı farklı ve değerli kılan da bu özelliğidir.
Bu farklılık onun dinî tutumlarında da görülebilir. Aynı din mensupları arasında inanç ve ibadet konusunda farklılıkların olması bu sebeple her zaman görülebilecek bir durumdur.
Dinin inanç ve ibadet alanlarında ortaya çıkan bu farklı yorumlara mezhep denir. Mezhepler, İslam’ın itikâdî ve amelî sahadaki düşünce ekolleri ve dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili oluşumlardır.
“Dinimiz bir, peygamberimiz bir, kitabımız bir. Öyleyse neden ayrı ayrı düşünceler, fikirler, inanışlar ortaya çıkmıştır?” sorusu herkesin cevabını bilmek ve bulmak istediği haklı bir sorudur.
Unutulmamalıdır ki bir konuda yorum yapılabilmesi için dinin temel kaynaklarında açık ve kesin hüküm bulunmaması gerekir. Başka bir deyişle dinde herkes tarafından kabul edilen kesin hükümlerle ilgili mezhep görüşlerinin olması ve farklı bir yorumun yapılması mümkün değildir. Allah’ın varlığı, namazın farziyeti gibi konular buna örnek verilebilir.
İnanç alanında farklılıkların ortaya çıkmasının birçok sebebi vardır. Bu sebeplerden bazılarını şöylece sıralayabiliriz:
Dini Metinlerin Lafızlarından ve Anlamlarından Kaynaklanan Sebepler: Bazı dinî metinler açık, anlaşılabilir iken, diğer bazısı daha kapalı, yüksek bilgi seviyesi isteyen ifadelere sahiptir. Müteşabih ayetler denen bu grup metinler bir çok şekilde anlaşılmaya müsaittir. Dolayısıyla aynı dinî metnin farklı şekillerde anlaşılması ve anlatılması mümkündür. Özellikle Allah’ın zatı ve ahiret inancı gibi temelde insan idrakini aşan konulardaki dinî metinler buna örnek verilebilir.
Hilafet Meselesi ve Siyaset: Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) sonra halife yani devlet başkanının kim veya kimlerden olacağı (imamet) konusu, asıl itibariyle inancın alanı olmamakla beraber daha sonraki dönemde kelam kitaplarına girmiştir. Özellikle Şia’nın imamet konusunu imanın şartları arasında sayması sebebiyle bu konu mezhepler arasında önemli ayrışma noktalarından biri haline gelebilmiştir. Bunun üzerine başta Ehl-i Sünnet olmak üzere diğer kelam mektepleri de meseleyi, Şia’ya cevap vermek üzere bu bağlamda tartışmak durumunda kalmışlardır.
Kur’an ve hadislerde halifenin Hz. Peygamber’den sonra kim olacağı şöyle dursun, onun nasıl belirleneceğine dair açık bir beyan bile bulunmamaktadır. Kur’an, genel bir ilke olarak Müslümanların işlerini şûra, yani aralarında yapacakları danışma, istişare ile yürütmelerini tavsiye ederek2, görevlendirmede ehliyet ve liyakata önem verilmesini3 ve hüküm verildiğinde adil davranılmasını ister.
Müslümanlar Arasındaki İç Savaşlar: Dört Halife dönemindeki siyaset tartışmaları ve iç savaşlar, Müslümanların din anlayışlarında derin izler bırakmıştır. Daha sonraki Müslümanlar, Hz. Peygamberin (s.a.v.) vefatından sonra ortaya çıkan çatışmalarda kimin ya da hangi grubun haklı olduğu konusunda fikir yürütmüşlerdir.
Özellikle bu iç savaşlarda ilk defa Müslümanlarla müslümanların karşı karşıya gelmesi ve savaş sebebiyle de olsa birbirlerini öldürmeleri yeni itikadî tartışmaları gündeme getirmiştir. Müslüman’ı öldürmek büyük günah olduğuna göre bu büyük günahı işleyenin inanç açısından durumu, buna bağlı olarak imanın sınırı, kapsamı ve içeriği ne olacaktır?”, “adam öldürme fiilini işleyen kimse bunu hür iradesiyle mi yoksa karşı konulmaz ilahî iradenin baskısı altında mı işlemiştir?” gibi sorular bu tartışmaların en temel noktasını oluşturmaktadır.
Yabancı Din, Kültür ve Medeniyetlerin Etkisi: Fetihlerle hızla yayılan İslam, bir yandan kökleşme sürecini devam ettirirken, diğer yandan da o dönemin üç büyük medeniyetleri olan Mısır, Roma ve Sasanî medeniyeti ile yüz yüze gelmiştir. Yeni medeniyet yeni inanç ve yeni kültürlerle tanışan müslümanlar bu coğrafyalarda yaşayan insanlara İslam’ı anlatırken karşılaştıkları sorular ve sorunlar karşısında hem onları etkilemiş hem de onlardan etkilenmişlerdir. Bu da beraberinde müslümanlar arasında yeni tartışmaları ve farklılaşmaları getirmiştir.
Bu tartışmalar özellikle Allah’ın sıfat ve isimleri, kader ve hür irade, Allah’ın kelamı, Allah’ın görülmesi gibi konular etrafında şekillenmiş ve bu durum Cebriye, Kaderiye ve Mutezile gibi mezheplerin gibi mezheplerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.
İslam’ın İnsanlara Tanıdığı Fikir ve Vicdan Hürriyeti: İslam’ın akla sınır koymaması, ısrarla insanın düşünmesini, aklını kullanmasını istemesi, mezheplerin doğuşunda etkili faktörlerden biridir.
İslam, dinin temel prensiplerine aykırı olmamak kaydıyla her türlü düşünceye ve yoruma müsaade etmiştir. Bu düşünce ve ifade hürriyeti, bu özgür ortam bir çok dinî yorumun ortaya çıkmasının önünü açmıştır.
İnsanın Düşünen Varlık Olması: İslam düşüncesinde meydana gelen ihtilaflar ve kelami tartışmaların
ortaya çıkışını hazırlayan sebeplerin en başında ve temelinde insan gerçeği
yatmaktadır. İnsan, düşünen, akleden ve ilahi hitaba muhatap bir varlıktır. İnsanın bu özelliği, fikir ihtilaflarını meydana getiren tüm diğer sebeplerin de kaynağıdır. Dolayısıyla insan var oldukça çok tabii olarak farklı düşünme, anlayış ve yorumlar da olacaktır.
Kur’an’ın bir çok ayeti okumayı, düşünmeyi, böylece hakikati, gerçek ve doğruyu bulup kabul etmeyi emreder. Bu durum, düşünen insanın düşündüğünü açıkça ifade etmesinin de emridir. İnsanın düşünüş ve anlayışlarının birbirinden farklı olabileceği, bu sebeple de değişik neticelerin ortaya çıkacağı muhakkak olduğuna göre ihtilaf kendiliğinden var olacak demektir.
İşte tüm bu sebepler, dini farklı şekillerde anlama ve yorumlamanın tezahürü olan, mezhepleri doğurmuştur.
İnsan toplumsal bir varlıktır. Bu varlığın hayatını şekillendiren en önemli iki unsur inanç ve siyaset, yani yönetimdir. İlki insanın manevi ve ruhsal ihtiyaçlarını giderirken ikincisi toplumsal bir gereklilik olarak ortaya çıkar. Bu ikisi beden ve ruh, etle tırnak, madde ile mana gibi iç içe olmuş ve tarihten beri sıkı ilişkide bulunmuş iki gerçekliktir.
İslam dünyasında din anlayışında ortaya çıkan farklı yorumları bir kusur olarak değil aksine bir zenginlik olarak görmek gerekir. Çünkü yorum farklılıkları dinin düşünce alanında bir dinamizme ve canlılığa vesile olur. İslam toplumlarında ortaya çıkan farklı anlayışlar hayatı kolaylaştıran düşünce zenginlikleridir. Yorumlar, dini anlama ve uygulamada Müslümanların yararlandıklarıbir alandır. Özellikle, farklı kültürler ve milletlerin İslam’ı kolayca benimsemesinde yorum farklılıkları etkili olmuştur.
Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, Hz. Muhammed’in sünnetine uyan, onun ve ashabının yolundan yürüyen kimselere verilen bir isimdir.
Bu ifade, hicri III. Asırda diğer mezheplerin dışında, Müslümanların büyük çoğunluğunu temsil edenler için yaygın bir tarzda kullanılmaya başlamıştır.
Ehl-i Sünnet, İslam dünyasında her daim Müslümanların çoğunluğunu oluşturmuştur. İnanç ve amel bakımından da sahih din anlayışını temsil etmiştir. Ehl-i Sünnet’in inançla ilgili görüşlerinin şekillenmesinde, ilke ve esaslarının belirlenmesinde etkili olan isimlerin başında Hasan Basrî ve İmam-ı Âzam Ebu Hanife gelmektedir.
Ehl-i Sünnet’in genel görüşleri:
• Allah vardır, birdir, eşi benzeri yoktur ve ona mahsus sıfatları vardır.
• Allah, her şeyin yaratıcısıdır.
• İman, dil ile ikrar ve kalp ile tasdikten ibarettir.
• İman ve amel birbirinden farklıdır. Amel imanın bir parçası değildir. İnandığı halde dinin emir ve yasaklarını yerine getiremeyen kimse haramları helal saymadıkça dinden çıkmaz.
• İnsanlar hür irade sahibidirler ve yaptıklarından sorumludurlar.
• Allah her topluma peygamber göndermiştir. Hz. Muhammed peygamberlerin sonuncusudur. O’ndan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun peygamberliği evrenseldir, tüm cihana şamildir.
• Kur’an Allah’ın vahyidir ve Allah’tan geldiği gibidir, değişmemiştir.
• İnsanlar öldükten sonra tekrar diriltileceklerdir. Cennet ve cehennem haktır, el’an yaratılmışlardır. Allah ahirette müminler tarafından görülecektir.
• İlk dört halifenin hilafet sırası, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali, şeklindedir.
• Bir mümine kâfir demek doğru değildir. Ehl-i kıble (namaz kılan bir kimse) tekfir edilemez.
Ehl-i Sünnet, ana bünyeyi temsil etmektedir ve diğer mezheplerin genel dinî hareketten kopmalarından sonra geride kalan çoğunluğun ortak adı olmuştur. Bu sebeple prensipleri de daha kapsamlı ve daha kuşatıcı bir özellik taşımaktadır.
Selef, bir görevde, bir makamda önce bulunmuş olan kimse, öncel, önceki anlamına gelir. İlmi anlamda Selef derken Ehl-i Sünnetin öncüleri kastedilir. Bu kelimeden türetilen Selefilik; Allah’ın sıfat ve fiilleri başta olmak üzere inanç konularına ait olan ayet ve hadisleri hiçbir yorum yapmadan oldukları gibi kabul edip iman eden ehlisünnet yaklaşımıdır.
Sahabe döneminden sonraki ilk devir mezhep imamları, önde gelen fıkıh ve hadis âlimleri Selefiye olarak kabul edilir. Selefiye mezhebi sonraki asırlarda Ahmed b. Hanbel’in fıkıh ekolüne bağlı âlimler tarafından devam ettirilmiştir. Ayet ve hadis metinlerine sıkı sıkıya bağlı olan Selefiye alimleri tartışmalı konulara fazla girmemişlerdir.
Mu’tezile ekolünün akaid konularındaki aklî yorum ve açıklamalarına karşı çıkan ve özellikle nass’daki müteşabih (farklı anlayış ve yoruma müsait) ifadelerin yorumlanmasına şiddetle karşı çıkan Selef âlimlerinin müteşabihat ile ilgili görüşleri şu yedi temel prensip üzerine bina edilmiştir:
• Takdis: Cenab-ı Allah’ı şanına uygun düşmeyen şeylerdentenzih etmek.
• Tasdik: Kur’an-ı Kerim ve hadislerde Allah’ın isim ve sıfatları hakkında nasıl bir ifade kullanılmış ve ne söylenmişse, onları olduğu gibi kabul etmek; yani, Allah’ı bizzat kendisinin ve peygamberinin tanıttığı gibi bilip tasdik etmek.
• Aczini itiraf etmek: Bilhassa nass’ta geçen müteşabih ifadeler
konusunda tevil ve yorum yapmadan, bu konuda
aczini kabul etmek.
• Sükût (susmak): Yine nass’ta geçen müteşabih ifadeleri
anlamayanların, bunlar hakkında soru sormayıp susmaları.
• İmsak (uzak tutma): Müteşabih ifadeler üzerinde yorum
ve te’vilden kendini alıkoymak.
• Keff: Müteşabih olan hususlarla zihnen bile meşgul olmamak.
• Ma’rifet ehlini teslim: Müteşabihe giren konuları bilmesi
mümkün olan Hz. Peygamber, Sahabe, uzman ve otorite
âlimlerin söylediklerini kabul ve tasdik etmek.
Selefiyye, itikadi görüşleri açısından Ehl-i Sünnetin bir parçası olmakla birlikte metot ve yaklaşımları bakımından Eş’arîlik ve Maturîdîlikten farklı, müstakil bir mezheptir. Ancak Selefiler, konuları ele almaları bakımından iki kısma ayrılabilir. Önceki yani ilk dönem (Mütekaddimîn) Selefiye ve daha sonraki (Müteahhirîn) Selefiye. İlk dönem Selefi âlimleri konuları genel ifadelerle açıklamakla yetindikleri halde; daha sonraki dönem Selefi âlimler ise detaylara önem vermiştir.
Selef çizgisindeki görüşleri dile getiren eserlerin ilk örneklerinden biri Ahmed b. Hanbel’in er-Red ale’z-Zenâdıka ve’l-Cehmiyye’sidir.Sonraki dönem Selef alimlerinin başında ise ibn Teymiye gelmektedir.
İmam Eş’arî 873 tarihinde Basra’da doğmuş, kırk yaşına kadar Mutezile mezhebine bağlı kalmıştır. Mutezile’nin görüşlerini doyurucu bulmadığı için bu mezhepten ayrılmış, Ahmed b. Hanbel’in izinden giden hadisçilere katılmış ve daha sonra Eş’arîliğikurmuştur.
İmam Eş’arî eserlerinde başta Mutezile olmak üzere, bid’at mezheplerini reddetmiş, Yüce Allah’ın ezeli sıfatları bulunduğunu kabul etmiş, inanç konularında akla değer vererek, ayet ve hadislerin yanında aklî delilleri de kullanmıştır. Eş’arî’nin inanç metodu, kendisinden sonra gelen kelamcılar tarafından da devam ettirilmiştir. Eş’arîlik, Bâkıllânî (ö. 403/1013), Cüveynî (ö. 478/1085), Gazzâlî (ö. 505/1111), Fahreddin Râzî (ö. 606/1210), Beyzâvî (ö. 685/1286), Teftâzânî (ö. 792/1390) ve Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413) gibi âlimler sayesinde Ehl-i Sünnet’in güçlü bir ekolü olarak devam etmiştir.
Eş’arîlik daha çok Mutezile’ye karşı tez olarak doğmuştur.Mutezile’yi reddetmek için aynı yöntemi kullanan Eş’arî bilginler zamanla yoruma (tevil) daha çok yer vermişlerdir. Zaman zaman da kelamda yenilikler ve değişiklikler yapmışlar, bu ilmî felsefeyle rekabet edebilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Eş’arîlik daha çok Mısır, Irak, Suriye, Kuzey Afrika ve Endonezya’da yayılmıştır.
Eş’arîliğin bazı görüşleri:
• İman: Eş‘arî kelâmcılarının çoğunluğuna göre iman Hz. Peygamber’i, vahiy yoluyla Allah’tan alıp tebliğ ettiği ve bize kadar sağlam yöntemlerle ulaşan hususlarda kalben tasdik etmekten ibarettir. Eş‘arî başta olmak üzere Beyhakī ve Beyzâvî gibi bazı âlimler ise kalpteki tasdikin dille ifade edilmesini de şart koşmuşlardır.
• Ma’rifetullah (Allah’ın bilinmesi): Akıl hiçbir şeyi vacip kılamaz. Akıl, Allah’ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah’ı bilmek dinen vaciptir. Aklen inanmayı zorunlu kılacak bir durum söz konusu değildir. Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir.
• Nübüvvet (Peygamberlik): Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadın da peygamber olabilir.
• Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah’ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.
• Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir.
• Rü’yet (Allah’ın görülmesi): Yüce Allah’ın ahirette mü’minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir.
Eş‘ariyye’nin görüşlerine dair başlıca kaynaklar şüphe yok ki bu mezhebe mensup olan âlimlerce kaleme alınan eserlerdir. Bununla birlikte sadece Eş‘ariyye’yi konu alan eserler de yazılmıştır. İbn Asâkir’in Tebyînü kezibi’l-müfterî, Ebû Azbe’nin er-Ravżatü’l-behiyye, Şeyhülislâm Esad Efendi’nin Risâle fi’htilâfâti’l-Mâtürîdî ve’l-Eş’arî (İstanbul 1287) bu eserlerden bir kısmıdır.
Akaid konusunda Ebû Mansûr Muhammed b. Mahmud el-Maturîdî’nin (ö. 333/944) görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu Ehl-i Sünnet mezhebine Maturîdiyye denilir.
İmam Maturîdî yaklaşık 852 yılında Özbekistan’ın Semerkand şehrinin bir köyü olan Maturid’de doğmuştur. Hayatı hakkında fazla bilgi bulunmayan İmam Maturîdî’nin eserleri incelendiğinde onun kelam, mezhepler tarihi, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında otorite olduğu görülür. Ehl-i Sünnetin temel prensiplerini hem ayet ve hadis hem de aklî delillerle savunmuş olan Maturîdî özellikle Mutezile ve Şia’nın görüşlerini reddetmiştir.
Hanefi mezhebine bağlı insanların bulunduğu bir çevrede yaşamış olan Maturîdî’nin Te’vilâtü-’l-Kur’an ve Kitabu’t-Tevhid isimli eserleri bize kadar ulaşabilmiştir. O, 944 yılında yine Semerkand’da vefat etmiştir.
Maturîdîlik ayet ve hadisle birlikte aklı da dinin anlaşılması için gerekli bir temel kabul etmiştir. Maturîdiyye bazı konularda daha akılcı davrandığından Eş’ariyye ile Mutezile arasında yer almış irade, kader, hüsün-kubuh, hikmet vb. konularda aklı önceleyen bir tutum sergilemiştir. İmam Maturîdî, İmam Ebu Hanife’nin
akaid konusunda koyduğu prensipleri açıklayıp geliştirdiği için Ebu Hanife’nin ciddi bir etkisi vardır. İmam Maturîdî’den sonra bu mezhebin gelişmesine Hakîm es-Semerkandî (ö. 342/953), Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî (ö. 493/1100), Ebü’l-Muîn en-Nesefî (ö. 508/1115), Necmeddin Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), Nureddin es-Sabuni (ö. 580/1184), Kemaleddin ibni Hümam (ö. 861/1457) gibi alimler ciddi katkılarda bulunmuştur. Maturîdîlik daha çok Türkiye, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Çin, Hindistan ve Pakistan’da
yayılmıştır.
Maturîdîliğin bazı görüşleri.
• İman, dil ile ikrar, kalp ile tasdik’ten ibarettir.
• Amel imandan bir cüz değildir. Allah Kur’an’da bu ikisini ayrı kullanmıştır.
• İnsanın akıl yoluyla Allah’ın varlığına ulaşması mümkündür.
• Kur’an Allah’ın kelamıdır; kelam Allah’ın zatı ile beraber olan ezeli bir sıfattır. Ancak Kur’an harfleri ve sesleri sonradan yaratılmıştır.
• İnsanın fiillerini Allah yaratır, insan kesb eder. İnsan bütün fiillerinden sorumludur.
• Cüzi irade yaratılmamıştır. Allah kudretiyle yaratır, kul tercih eder ve bu tercihinden dolayı sorumludur.
• Büyük günah işleyen kimse günahı helal saymadıkça dinden çıkmaz.
• Allah, Ahiret’te görülecektir. Fakat biz bunun keyfiyetini bilemeyiz.
İmam Maturîdî’nin eserleri yanında Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin Tebsiratü’l-Edille ve et-Temhîd li-Kavaidi’t-Tevhid; Nureddin es-Sabuni’nin el-Bidâye fî Usûli’d-Dîn ve Ömer en-Nesefî’nin Akaidü’n-Nesefî adlı eserleri Maturîdiyye
mezhebinin temel eserleri olarak sayılabilir.
Sıffîn Savaşından sonra (M.S. 657) gerçekleşen Hakem Olayında (Tahkim hadisesi) Hz. Ali’yi destekleyen bir grup Hz. Ali’den ve ordusundan ayrılmıştır. Bunlara ayrılan, terk edip giden anlamında Hârici denmiştir. Bunlar ( إِنِ الْحُكْمُ إِلا لِِّ ) “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” ayetini delil göstererek kendileri dışında savaşan herkesi
küfürle suçlamışlardır. Hâricîlik Müslümanlar arasında ortaya çıkan siyasi ve itikadî nitelikli ilk harekettir.
Hâricîliğin doğuşunda etkili olan sebepleri şu şekilde sıralayabiliriz: Hâricîlerin çölde yaşayan kimseler olarak şehir hayatına ve kültüre uyum sağlayamaması, Kureyş’in merkezi otoritesine duyulan tepki Hz. Osman döneminde Ümeyye oğullarının istismarıyla oluşan yanlışlıklar, sadece Kur’an’ın zahiri yorumuna dayalı din anlayışı.
Hâricîlerin görüşlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
• İslam’ın en ideal uygulaması Hz. Ebu Bekir ve Ömer döneminde olmuştur.
• Halife olmak için Kureyşli olmak şart değildir.
• Zalim yöneticilere isyan etmek zorunludur.
• Amel ile iman bir bütündür. Büyük günah işleyen kişi dinden çıkarak kâfir olur.
• Hz. Osman ilk altı yıldan sonra, Hz. Ali de hakem olayını kabul ettiği için küfre düşmüştür.
Kendilerinden başka hiç kimseyi Müslüman olarak kabul etmemeleri ve dindeki aşırılıkları, Hâricîlerin tarih sahnesinden silinmesine sebep olmuştur.
Sonuç olarak Hâricîler, ısrarla Kur’an’a sarılmalarına rağmen, Kur’an’ı anlama konusunda fazla ileri gidememişlerdir. Kur’an’a olan bağlılıkları şekilden öte geçmemiştir. Hâricîlerin taassubu ve kendilerinden başkasını Müslüman olarak görmeme eğilimleri zaman zaman Müslümanlar arasında kendisini gösterebilmektedir. Oysa İslam bir din olarak hiç kimsenin, hiçbir grubun tekelinde değildir. İslam dairesinin geniş olduğunu bilmeli, dini anlama ve yaşama konusunda farklı yorumları benimseyen diğer Müslümanları tekfir etmenin yanlış olduğunu unutmamalıyız.
Mürcie, erteleyen geriye bırakan, tehir eden kimse demektir. Kelam ilminde ise; mürtekib- i kebire diye kavramlaştırılan büyük günah işleyen kimsenin inancı ve ahiretteki durumu ile ilgili herhangi bir karar vermeyip böyle bir kişinin hükmünü Allah’a havale eden mezhebe verilen isimdir. Büyük günah işleyenlerin hükmünü öbür dünyaya bıraktıklarından dolayı mezheb Mürcie (geri bırakanlar) ismini almıştır. Bu anlayışa da irca (hükmü ahirete bırakma) denir.
Mürcie’nin doğuşunda siyasi, dinî, ekonomik ve sosyopolitik yapının büyük etkisi vardır. Mürcie, Hâricîlerin aşırı fikirlerine, şiddet eylemlerine ve siyasi çekişmelere bir tepki olarak doğmuştur. İslam toplumunda bazı Müslümanlar siyasete karışmamayı esas alarak, sosyal olaylardaki tavırlarını itikadi alana da taşımışlardır. Böylece Mürcie mezhebi ortaya çıkmıştır.
Mürcie’nin bazı görüşlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
• Büyük günah sebebiyle insan imandan çıkmaz, küfre de düşmez. Fâsık olur. Durumu Allah’a kalmıştır.
• İman; Allah’ı ve Resulünü bilmek ve tanımaktır. Küfür Allah’ı bilmemektir.
• Amel imanın parçası olmadığımdan amele bağlı olarak iman artmaz veya eksilmez.
Görüldüğü üzere Mürcie’nin görüşleri iman konusunda yoğunlaşmaktadır.
Sonuç olarak;
Mürcie, iman konusundaki görüşleri ve yaklaşımları sebebiyle Hâricîliğin aşırı fikirlerinin dengelenmesinde, Müslümanların birbirlerini tekfir etmelerinin önlenmesinde katkıları olan bir anlayıştır.
Ancak Mürcie ameli imanın parçası saymaması dolayısıyla günahın insanın imanına zarar vermeyeceğini söylemesi, bütün müminleri iman bakımından eşit görmesi gibi görüşleriyle tenkit edilmiş ve bu yönüyle Ehl-i Sünnet mezheplerinden ayrı değerlendirilmiştir
Sözlükte grup, topluluk, taraftar ve yardımcılar anlamına gelen Şia, terim olarak dördüncü halife Hz. Ali’nin tarafını tutanların ve onun diğer bütün sahabilerden üstün olduğunu kabul
edenlerin mezhebidir. Şia, hilafetin nas ve tayin yoluyla Hz. Ali’ye ve soyuna tahsis edildiğini iddia eder. Bu mezhep dinî ve fikri olmaktan çok hilafet tartışmalarından doğmuş siyasi bir mezheptir. Şia’ya göre Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisinden sonra Hz. Ali’nin halife olacağını açıklamıştır. Hz. Ali ve sonraki imamlar da kendilerinden sonra kimin imam olacağını bildirmişlerdir. “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez. (Maide suresi, 67. ayet) ayeti ile Şii kaynaklarda geçen ve Ğadir-i Hum hadisi diye bilinen hadis, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sonra Hz. Ali’nin halife olacağını göstermektedir. Halbuki Ehl-i Sünnet tefsir alimlerine göre ayetin iniş sebebi bu değildir. Anılan hadiste geçen “Ben kimin Mevlası isem Ali de onun Mevlası’dır.” ifadesindeki Mevla kelimesini Şia “yönetici” manasında yorumlarken Ehl-i Sünnet aynı kelimenin “dost” anlamına geldiğini fade eder ve Şia’nın görüşlerine itirazlar ileri sürerler.
Şöyle ki;
• Hz. Ali’nin halifeliği ayet ve hadisle bildirilmiş olsaydı, Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) vefatının hemen sonrasında ashab
(ensar ve Muhacirler) halife seçimiyle meşgul olmazdı.
• Hz. Ali’nin halifeliği döneminde de bu tip fikir ve görüşlere
rastlanmamaktadır.
• Hz. Ali’nin hakem olayına razı olması da Şia’nın iddialarını
boşa çıkarmaktadır.
Şia birbirinden farklı düşünen bir çok kola ayrılmıştır. Bununla beraber genel olarak Şia’nın bazı görüşleri şöyle sıralanabilir:
1. Hz. Peygamberden sonra Müslümanların en üstünü Hz. Ali’dir. Halifelik ve imamet, çözümü insanlara bırakılabilecek işlerden değildir. Şia’ya göre imamet meselesi dinin asıllarındandır ve bir kimsenin mü’min olabilmesi için imameti kabul etmesi gerekir. İmamet nass ve tayin iledir.
2. İmamlar peygamberler gibi büyük ve küçük günahlardan korunmuşlardır. (Masum imam anlayışı)
3. İlk üç halife hilafeti Hz. Ali’nin elinden almışlardır. Bu sebeple zalimdirler. Onlara uyanlardan uzaklaşmak (teberri) gereklidir.
4. Büyük günah işleyenler tövbe etmeden ölürlerse ebedi olarak cehennemde kalırlar.
Kelime olarak ayrılanlar ve uzaklaşanlar anlamına gelir. Mutezile tabiin alimlerinden Hasan Basrî’nin (ö. 110/728) dersini ve görüşlerini terk eden Vâsıl b. Atâ (ö. 1317748) ile ona uyanların oluşturduğu mezheptir. Bir görüşe göre Hasan el-Basri’ye meclisinde büyük günah işleyenin durumun sorulmuştu. Henüz Hasan Basrî cevap vermeden Vasıl, büyük günah işleyen kimsenin küfür ile iman arasında bir konumda olduğunu söylemiş, hocasını ve görüşlerini terk etmiştir. Akılcı bir mezhep olan Mutezile, mantık kurallarıyla çelişir gördüğü ayet ve hadisleri, başka anlamlara yorumlamış ve bu işi yaparken akla öncelik vermiştir.
Mutezilenin doğuşuna etki eden faktörler arasında büyük günah işleyenin durumu, insan iradesi ve kader meselesi, karşılaşılan yeni durumlar ve tercüme hareketleriyle oluşan felsefi akımlara karşı akli delillerin kullanılması yaklaşımı zikredilebilir. Abbasiler devrinde özellikle Halife Me’mun’la birlikte devletin resmi mezhebi haline gelen Mutezilenin özellikle Halku’l-Kur’an konusundaki görüşleri baskıcı bir tutumla Ehl-i Sünnet alimlerine kabul ettirilmek istenmiştir. İslam tarihinde Mutezile mezhebinin Kur’an’ın mahluk olduğu görüşü üzerinden yapılan baskılar sebebiyle 830- 850 yılları arasındaki devreye mihne yılları denilmiştir. Ehl-i Sünnet imamlarından Ahmed b. Hanbel, Mutezilenin bu görüşüne karşı çıktığı için işkencelere maruz kalmıştır.
Mutezilenin Temel İlkeleri (Usul-i Hamse):
• Tevhid: Allahın sıfatları zatının aynıdır. Allah zatı ile bilir, zatı ile görür. Mutezile Allah’ın sıfatlarını reddeder. Allah’ın zatı dışında ayrıca sıfatları yoktur.
• Adalet: İnsan yaptığından sorumludur. Mutezile’ye göre insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için kendi fiillerini kendisinin yaratması gerekir. İnsanın yaptıklarını da Allah yaratsaydı insan bu fiillerinden sorumlu tutulamazdı. Mutezile bu konudaki görüşü sebebiyle Ehl-i Sünnetin kader anlayışının dışına çıkmış, ilahi takdiri yok sayarak, insanın kendi kaderini kendisinin belirlediğini söylemiştir.
• El-Menzile beynel menzileteyn: Büyük günah işleyen ne tam mümin ne de kâfirdir. Bu ikisi arasındadır. Eğer tövbe etmeden ölürse ebedi olarak cehennemde kalacak, tövbe ederse mü’min olarak cennete girecektir.
• El Va’d ve’l Va’id: Allah’ın adaleti iyilikleri mükâfatlandırmayı, kötülüklere ceza vermeyi zorunlu kılar. Mutezile bu sebeple günah işledikten sonra tövbe etmeyen kulu Allah’ın bağışlamasını ve şefaati reddeder.
• El-Emr Bi’l-Maruf ve’n –Nehy ani’l Münker: iyiliği emir kötülükten sakındırmak her
kul için zorunludur.
Mutezile usul-i hamse adı verilen yukarıdaki ilkeleri yanında Ehl-i Sünnetin kabul ettiği rüyetullahı yani Allah’ın ahirette görüleceği anlayışını reddeder. Halku’l-Kur’anı yani Kur’an’ın yaratılmış olduğu inancını benimser. Ayrıca bir şeyin iyi veya kötü; güzel ya da çirkin (hüsün-kubuh) olduğunun akılla bilinebileceğini iddia eder.
Cehm b. Safvan’ın (ö.128/745) kurmuş olduğu mezheptir. Kaderi inkâr edip Allah tarafından önceden tayin edilmiş bir kaderin bulunmadığını, insanın fiil ve tavırlarında tamamen serbest olduğunu savunan Kaderiye inancına bir tepki olarak doğduğu kabul edilir. Cehm b. Safvan Kaderiyye’nin anlayışına karşı cebr akidesini, yani insanın yaptığı işlerde tercih imkânının olmadığı; davranışlarını zorunlu olarak yaptığı görüşünü ileri sürmüştür.
Mutezile mezhebinin de tam zıddı olan Cebriye’ye göre insan rüzgâra kapılmış yaprak gibidir. Rüzgâr yaprağı nereye savurursa yaprak o yöne gider. Onun için insanın yaptığı işleri Allah takdir etmiştir. Allah geleceği bildiğinden, meydana gelecek olayları da tamamen ve önceden kendi iradesine göre tespit etmiştir. Allah, cansız bitkinin hareketlerini yarattığı gibi, insanın fiillerini de yaratır. Yukarıya fırlatılan bir taş nasıl düşmeye mahkûmsa, insan da fiillerini yapmağa mahkûmdur. Kul ibadeti de günahı da, elinde olmaksızın işler. Cebriyye mezhebi, her şeyin bir kadere bağlı olduğuna dair ayetleri kendi görüşlerine delil olarak göstermiş, buna karşın insanda müstakil ve hür bir iradenin varlığını gösteren, insanın seçme kabiliyeti bulunduğunu ifade eden ayetleri ise te’vil etmiştir.
Cebriyye’nin görüşleri15 şöyle özetlenebilir:
• İnsan herhangi bir şey yapmaya kadir değildir; Allah tarafından yazılmış ve yaratılmış fiilleri yapmaya mecburdur. İnsanın iradesi de hürriyeti de yoktur.
• Allah, yaratıkların vasıflandığı sıfatlarla vasıflanmaz. Allah’ın sıfatları yoktur.
• Allah’ın ilmi ve kelamı hâdistir, sonradan yaratılmıştır.
• Yapılan iyilik ve kötülüklere sevap ve cezanın verilmesi zorunludur. Allahın af ve mağfireti, Peygamberin şefaati kabul edilemez.
• Cennet ve Cehennemin sonu vardır.
• İman, Allah’ı bilmektir.
• Allah ne dünyada ne ahirette görülmez.
Ehl-i Sünnet kelamcıları, insanı iradesiz kabul eden ve ilahî iradenin zorunlu bir uygulayıcısı olarak gören Cebriyye’yi bu görüşlerinden dolayı tenkit etmişlerdir. Çünkü Cebriyye’nin dediği gibi, kul kendisi için belirlenmiş bir hayatı yaşamaya mecbur olsaydı o zaman yaptığı işlerden sorumlu tutulamaması, sevaba veya cezaya uğratılmaması gerekirdi. Oysa Allah, insanlara belli sorumluluklar yüklemiş, iyi işlerinde mükâfat, yaptıkları kötülüklere karşı ceza vereceğini bildirmiştir. Allah Teâlâ’nın insanları, irade, güç ve kudretlerinin
dışında meydana gelen fiillerden dolayı sorumlu tutması ve cezalandırması ise zulümdür, adaletsizliktir. Hâlbuki Allah zulüm işlemez.