ortaya konulmuş altı iman ilkesidir. Bu inanç ilkeleri üç başlıkta incelenir: Allah’a ve kadere imanı içeren ilahiyyat (uluhiyetle ilgili meseleler); peygamberler ve kitaplara imanı kapsayan nübüvvat (peygamberlikle ilgili meseleler); melekler ve ahirete ilişkin hususları ele alan sem’iyyat (gayb konusu olan ve ancak vahiyle bilinen meseleler). Kelam ilminde bu ana konulara mesâil (temel meseleler) ya da makâsıd (amaçlar) adı verilir. Bu ana konular yanında onların anlaşılması ve açıklanmasına yardımcı olan varlık ve bilgi gibi konular da vardır ki bunlara da vesâil (ana konuları incelemeye ve hedeflere ulaşmaya yardımcı konular) ya da mebâdi (ana konuların incelenmesine temel teşkil eden meseleler) denir.
Kelamcıların varlık konusu ile ilgilenmelerinin en temel sebebi, “var olarak bilinen şeylerin aslında vehim ve zandan ibaret olduğu, dolayısıyla aslında gerçekliği olmayan, bir anlamda sanal bir dünyada yaşadığımız” şeklindeki iddialara karşı koymaktır. Bir Müslüman için inanılacak hususlar büyük ölçüde gaybe ait meselelerdir, bu da öncelikle içindeki her şeyle birlikte âlemin hakiki bir varlık olarak mevcudiyetini kabullenmeyi gerektirir.
Varlıkların gerçekten mevcut olduğu gösterildikten sonra, kelamcıları varlık konusu ile ilgilenmeye sevk eden ikinci gaye devreye girer. O da önce Allah ile âlem arasında var oluş tarzı açısından temel ayrımı ortaya koyabilmek, sonraki adımda da, ikincisinden hareketle birincinin varlığını ispata zemin hazırlamaktır. Bu hususlar ışığında kelamcılar, soyut bir kavram olan varlık (vücud) yerine daha ziyade var olan (mevcûd) üzerine fikir yürütmüşler ve varlıkları sınıflandırmışlardır. Onlara göre varlık, “varlığının bir başlangıç noktası olmaksızın diğer şeylerden önce mevcut olan ve yokluğu mümkün olmayan şey” anlamında “kadîm / ezelî” ve bunun tam aksine “varlığının başlangıcı olan ve yoktan varlık sahasına çıkan şey” anlamında “hâdis / yaratılmış” olmak üzere iki kategoriye ayrılır. Kelamın kadîm – hâdis şeklindeki ikili varlık tasnifinde birincisi Allah Teâlâ ile O’nun sıfatlarını, ikincisi ise âlemi ifade eder.
Kur’an’da âleme ilişkin ayetlerde, özellikle onun bir düzen ve yasaya bağlı olarak işlediği belirtilir ve insanlardan bu yasaların araştırılması talep edilir.1 Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gitmesinde akılları tam olanlar için ibretler olduğu gece, gündüz, Ay ve Güneş’in Allah’ın ayetleri (delilleri, göstergeleri) oldukları bunun da bir hikmet eseri olduğu vurgulanır. Yeryüzü ile gökyüzünün akıllara durgunluk veren yaratı lışına, insanın ve diğer canlıların var edilişine dikkat çekilir; bitkilerden, onların çeşitlerinden, renk, tat ve kokularının değişikliğinden söz edilir. Bunların aynı toprak üzerinde, aynı su ile sulanmış ve aynı iklimde yeti şmiş oldukları halde türlü ürünler vermelerinde inananlar için Allah’ın varlığına delil teşkil eden ayetler olduğu dile getirilir.
Âlemdeki varlıkların yaratı lışı ile işleyişindeki eşsiz ahengi ve düzeni gören herkes, mükemmel bir yaratıcı fikrine ulaşabilecektir. Bu ahenk ve dengenin bozulması durumunda Allah dışında kimin böyle bir yaratma fiilini yeniden gerçekleşti rebileceğinin düşünülmesi de Allah’a götüren bir yol olarak kavranabilir. Nitekim birçok ayette bu noktaya da vurgu vardır. Kur’an insana bu gerçekleri görebilecek idrak kabiliyetleri (basâir) verildiğini, insanın önyargılı, inatçı olmaması hâlinde bunları görebileceğini söyler. Bütün bunlardan hareketle denilebilir ki Kur’an-ı Kerîm âlemden bahsederken özellikle iki hususa vurgu yapmaktadır. Birincisi, içinde barındırdığı her şeyle birlikte bir bütün olarak âlemin yaratılmış olduğudur ki bu da mutlaka bir Yaratıcı varlığın var olmasını gerekli kılar. İkincisi ise duyularla algılayabildiğimiz âlemin, Yaratıcı’sının varlığına ulaştıran bir vasıta olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: “İnsanlara dış dünyada ve kendi varlıklarında ayetlerimizi (varlığımızın delillerini) göstereceğiz.”
Kelamcıların âleme bakış ve değerlendirme biçimleri de Kur’an’ın belirlediği bu çerçeveye uygundur. Onlar âlemi “Allah ve sıfatları dışında kalan her şey (küllü mâ sivallâh/mâsivâ) olarak tanımlarlar ve âleme “âlem” isminin verilmesini de şöyle açıklarlar: Âlem, deliller, işaretler demektir. Evrendeki bütün varlıklar Allah’ın varlığını gösterir. Kur’an’da “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” ayetinde belirtildiği üzere âlemdeki hiçbir varlık Allah’a benzemez ve yaratılmış olmaları yönüyle Allah’ın varlığına bir delildir.
Varlık ve madde sorunu felsefe ve kelamın ortak konusudur. Özellikle erken dönem Grek felsefesinde, âleme genel bir bakış vardır. Âlemin nasıl meydana geldiği sorusunun cevabı aranır. Dış dünyada görülen değişikliklerin, halden hâle dönüşmelerin arkasında temel bir kanun olup olmadığı, varlığı oluşturan ana maddenin ne olduğu sorusu sorulur ve su, ateş, hava, toprak gibi cevaplar verilir. Eski Yunan filozoflarından Demokritos ise varlığın bölünemez en küçük yapıtaşları olan atomlardan oluştuğunu ileri sürmüştür. Varlığı sırf maddeye dayanarak açıklamanın yetersizliğini gören Eflatun, Aristo ve İbn Sînâ gibi filozoflar ise madde dışında varlığı “ide, form, ruh ve gaye” gibi kavramları da temel alarak açıklamaya çalışmışlardır.
Kelamcılar da Kur’an’ın ısrarla vurguladığı şekliyle Allah’tan ayrı ve farklı, aynı zamanda O’nun yaratma fiiliyle var olan bir âlem anlayışını ortaya koymaya çalışmışlardır. Onlara göre madde, sonlu ve sınırlı olan, her biri Allah tarafından yaratılmış bulunan, maddenin temelini teşkil eden atomlardan (başka bir deyişle cevher veya cüz) oluşur. Bu atomların, hareket, renk, şekil, tat, koku vb. akla gelebilecek her türlü niteliği ise araz adını alır.
Arazlar devamlılığı olan nitelikler olmayıp her an Allah tarafından yaratılırlar. Nitelikleri olmayan bir atom ve dolayısıyla madde düşünülemeyeceğinden, atomlar ve bunların oluşturduğu maddenin de Allah tarafından yaratıldığı ve varlığını sürdürmek için mutlaka Allah’a muhtaç olduğu ortadadır. Nitekim Kur’an-ı Kerîm “O, her an bir yaratma hâlindedir.” ifadesiyle bu gerçeğe işaret etmektedir.
Görüldüğü üzere daha önceki kültürlerde de var olan atom teorisi kelamcılar elinde tamamen yeni bir renge büründürülmüş ve mekanik bir işleyiş fikrinden tamamen arındırılarak ısrarla yaratma olgusuna vurgu yapılmıştır. Bu durum, kelamcıların atom teorisini benimsemesinin, tamamen dinî bir temele dayandığını göstermektedir. Onlar ne salt fizikçi ne de felsefecidirler. Gayeleri bir teori geliştirmek veya var olan teoriyi işleyerek farklı bir form kazandırmak değil, ulaştıkları verilerle dinî düşünceyi pekiştirmek ve aklî bir izaha kavuşturmaktır.
Âlemdeki varlıkları birbirinden ayıran temel özelliklerden birisi hayattır. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar hayat sahibi iken, toprak, taş ve madenler canlı değildir. Bu farklılık, insanların ilgi konusu olmuş, bilim gibi dinler de hayatın kaynağı hakkında açıklamada bulunmuşlardır.
Tüm varlıkları madde ile açıklayan ve maddenin ötesinde, gözle görülmeyen bir manevî öğenin ya da ruhun varlığını inkâr eden materyalist (maddeci) anlayış, hayatın kaynağını da madde olarak göstermiştir.
Buna karşılık İslam, hayatın kaynağı ve sebebinin Allah Teâlâ olduğunu bildirmiştir. Kur’an-ı Kerîm Yüce Allah’ı “kendisi için ölüm söz konusu olmayan, ezelî ve ebedî hayat sahibi, diri” anlamında Hayy ve “hayat ve can veren” anlamında Muhyî olarak niteler. Allah Teâlâ yağmur indirmek suretiyle ölü toprağı diriltip yeryüzünü bitkiyle donattığı gibi cansız iken insana da can verip yaratılışını tamamlamıştır. Hz. Âdem ve Hz. İsa’nın yaratılışında görüldüğü üzere insanın bedenini düzenlemiş ve ona ilâhî bir soluk vererek hayat sahibi kılmıştır. Öldükten sonra insanı yeniden hayat bahşedip diriltecek olan da O’dur. Dolayısıyla, Hayy ve Muhyî isimleriyle can verme ve diriltme fiillerinin gerçek faili Allah’tır.
Yaratılmış varlıklar içerisinde melekler, cinler ve insanlar, akıl, idrak ve irade sahibi varlık kategorisini oluştururlar. Melekler diğerleri gibi sorumlu olmakla birlikte Allah tarafından kendilerine verilen görevleri eksiksiz yerine getirmekle yükümlü varlıklardır. İnsan ise onlardan farklı olarak kendi iradesiyle düşünüp düşüncelerini eyleme dönüştürebilmekte ve bunların sonuçlarından sorumlu olmaktadır.
Kur’an’ın ifadesiyle Allah Teâlâ insanı en güzel bir yaradılışla yaratmıştır. Göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenmiştir. İnsan yeryüzünün halifesi kılınmıştır. İnsanın bu dünyadaki asli vazifesi Allah’a kulluk etmektir. Bu sorumluluklarını yerine getirebilmesi için yeryüzü insanın yaşamına uygun bir şekilde düzenlenmiş ve tabiattaki her şey onun istifadesine sunulmuştur. Aynı zamanda insana akıl ve irade verilmiştir. Ancak insan akıl ve iradesiyle iyilik yapabilme özellikleri yanında nankörlük ve acelecilik gibi özellikleri sebebiyle kötülüğe de yönelebilen bir varlıktır.
İnsan, Allah’ın yol göstermesi ve fıtratına koyduğu doğruyu bulma potansiyeliyle akıl ve iradesini iyilik yönünde kullandığında manevi açıdan yükselir, dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşır. Şeytan ve heva gibi saptırıcıların yolundan giderek kötülüğü tercih etmesi durumunda ise yaptıklarının sonucunu hem dünyada hem de ahirette görür.
Kelamın insana ilişkin konulara değinmesinin gerekçesi işte bu noktada ortaya çıkar. Kelam bir yandan insana Allah’a karşı ahlakî sorumluluklarının temeli olan imanı tanımlayarak bunun ne şekilde sağlanacağı ve muhafaza edileceğini ortaya koyar. Öte yandan, başta varlığı olmak üzere kendisine sunulan tüm imkânların Allah tarafından sağlandığını gösterir. Bu çerçeve içerisinde bir yönüyle insanın özgürlüğüne vurgu yaparak sorumluluğunun dayandığı zemini bildirirken, diğer taraftan özgürlüğün mutlak ve sınırsız olmadığını, Allah’ın mutlak kudret ve iradesi ile kuşatıldığını vurgular. Özgürlük verilen insanın, Kur’an’ın ifadesiyle başıboş bırakılmadığını bildirir, özgürlüğün amacının doğru tercihler yapmak olduğunu, doğru ya da yanlış tercihleri sonucunda karşılaşacağı olumlu ya da olumsuz durumları tasvir eder. Bu şekilde Allah-insan ilişkisine dair sağlıklı bir zemin oluşturmaya çalışır.
Kelamın bilgi konusuyla ilgilenmesi de inanca ilişkin esasları temellendirme, açıklama ve savunma amacına yöneliktir. Çünkü gerek temel meseleler, yani mesâil üzerine söz söyleyebilmek, gerekse bunlar üzerine konuşurken vasıta olarak kullanılacak hususları ortaya koyabilmek için önce bir şeyleri bilmenin mutlak anlamda mümkün olduğu ispatlanmalıdır. Kelamcılara göre, varlıkların gerçekten var olduğu reddedilmesi imkânsız bir temel ilke olarak ortaya çıkınca, insanın bu varlıklara dair bilgi sahibi olmasının mümkün olduğunu da zorunlu olarak kabul etmek gerekir. Bu kabulden sonra da bilgiye ne şekilde ve hangi vasıtalarla ulaşılabileceği doğru biçimde gösterilmelidir.
Bilgi meselesinin kelamcılar tarafından ele alınması, bir yandan da onların konuları sistemli ve metodik biçimde ortaya koyma gayretlerinin tabiî sonucudur. Zira kelam, bir anlamda inanç esaslarının sistemleştirilmesidir. Sağlam ve eksiksiz bir sistemden söz edilecekse, bunun bir bilgi temelinin yanı sıra kendine özgü bir metodunun olması da gereklidir.
Zikredilen gerekçelerle bilgi konusunu ele alan ve öncelikle bilginin imkânı üzerinde duran kelamcılar, daha sonra bilgiyi tanımlamaya ve bilgi elde etme vasıtalarının neler olduğunu tespite yönelmişlerdir.
Kelamcılar bilgiyi “tereddüdün zihinde oluşturduğu belirsizliği ortadan kaldırarak kişiyi tatmin edecek tarzda, bir şeyi olduğu hâl üzere bilme”, “kişiyi cahillik, şüphe ve zandan uzaklaştıran nitelik” gibi farklı biçimlerde tanımlamışlardır. Ancak onlar için esas önemli olan bilginin tanımından ziyade, bilginin çeşitleri, kaynakları ve bilgiye ulaşma vasıtalarının neler olduğudur.
Bilgi denildiğinde hem insanın elde etme imkânına sahip bulunduğu beşerî bilgi hem de Allah’ın sahip olduğu mutlak ve sınırsız bilgi (ilim) akla geldiği için, kelamcılar bilgiyi iki başlıkta değerlendirmişlerdir. Zira Allah’ın bilgisi, herhangi bir vasıtaya, duyulara, düşünmeye vs. ihtiyaç duymayan, ezelî ve ebedî, yokluğu
düşünülemeyen, bütün bu özellikleriyle insanın bilgisinden tamamen farklı bir bilgidir ve buna “kadîm bilgi” adı verilir. İnsana ait bilgi ise öğrenme ile sonradan meydana gelen “hâdis (yaratılmış) bilgi”dir. Bundan dolayı bilginin çeşitleri veya bilgi elde etme yollarından bahsederken, insanın sahip olduğu bilgi üzerine konuşulduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
İnsanın bilgisi oluşumu açısından ikiye ayrılır. Birincisi, herhangi bir akıl yürütme veya delillendirmeye ihtiyaç duymadan, doğrudan doğruya zihinde oluşan bilgidir. Bu şekilde oluştuğu ve reddedilmesi de mümkün olmadığı için bu tür bilgiye zarurî (zorunlu) ya da bedîhî (apaçık) bilgi denir. Gördüğümüz şeyin var olduğu, ateşin yakıcı olduğu bilgisi gibi duyularla elde ettiğimiz, birin ikinin yarısı olduğu gibi akılla ulaşılan ya da uzak bir ülkenin varlığı veya tarihteki bir olayın gerçekleştiği bilgisi gibi çok sayıda
farklı kişi tarafından aktarılan (mütevatir) haber ile oluşan bilgilerin tamamı zorunlu bilgilerdir.
Ulaşılan veriler üzerine düşünerek, birtakım vasıtalara başvurarak ve delil getirerek oluşan bilgiye ise nazarî (akıl yürütmeye dayalı) ya da istidlâlî (delillendirmeyle ulaşılan) bilgi adı verilir. Bu tür bilgiler sonradan edinilmiş bilgiler olduğu için bunlara kesbî veya iktisabî (kazanılmış) bilgi de denir.
Kelamcıların geneli tarafından kabul edilen üç bilgi kaynağı vardır: Sağlam duyular (havâss-ı selîme), doğru haber (haber-i sâdık) ve akıl (akl-ı selîm). Kelamcı açısından duyu organları bir bilgi
kaynağıdır. Çünkü öncelikle âlemin varlığı bir gerçeklik olarak kabul edildiğinde, âlemin varlığını algılamanın ve âlemle ilgili ilk izlenim ve bilgileri edinmenin vasıtası olan duyuları da kabul etmek gerekir. Kur’an-ı Kerim’de duyu organlarına atıfta bulunan ayetler vardır ve bu ayetlerde görmek, işitmek, tatmak gibi duyuların önemine dikkat çekilir. “Kuru yerlere suyu gönderip onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekinleri çıkardığımızı görmezler mi?; “Biz insanı katışık bir nutfeden yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır.”
Haberin bilgi kaynağı olarak kabulü de dinin ve bu bağlamda inanç esaslarının varlığı açısından gereklidir. Zira insana dinin ulaşması ve tebliğ edilmesi peygamberlerin verdiği haberler vasıtasıyla gerçekleşmektedir.
Haber bilgi kaynağı olmazsa, peygamberlerin insanlara dinin esaslarını bildirmesi ve sonraki kuşaklara da bunların aktarılması temellendirilemez ve dinin varlığından söz etmek imkânsız hâle gelir.
Üçüncü olarak selim akıl da bilgi kaynağı kabul edilmelidir; çünkü duyu organları ve haber yoluyla elde edilen verileri işleyecek, bunlardan birtakım çıkarımlar yapacak, vahyin bildirdiği inanç esaslarını delillendirecek olan akıldır.
Kelamcılara göre bu üç bilgi kaynağının her biri farklı bir saha ile ilgili bilgi vermektedir. Selim aklın ulaşabildiği bilgiyi duyular, selim duyuların temin ettiği bilgiyi ise selim akıl kazandıramaz. Ayrıca selim akıl da selim duyular da tek başına haberin verdiği bilgilere ulaşamazlar. Dolayısıyla bunların hiçbirinin terk edilmesi düşünülemez. Öte yandan, bunlar tamamen birbirinden bağımsız faaliyet gösteren vasıtalar da değildir. Dinin temellerini ortaya koyan haberdir, ancak haberin insanlar tarafından alınması duyular vasıtasıyla olur. Haberle gelen veriler akılla değerlendirilir, akıl bunları sağlam bir zemine oturtur ve bunu yaparken de duyular aracılığıyla elde edilen bilgileri kullanır. Duyuların bazı dış etkenlerle yanılabilmesi ihtimali karşısında akıl hakem vazifesi görerek duyu idraklerinin sağlamasını yapar.
Selim akıl, kelamda insan için temel bilgi elde etme yollarından birisidir. Akıl düşünme, anlama ve kavrama gücü olarak tanımlanır. Selim akıl ise insanın doğru karar vermesini sağlayan, herhangi bir olumsuzluktan veya ortamın kötülüğünden etkilenmeyen, yaratılışındaki temizliği koruyan akla denir.
Allah Teâlâ’nın “ancak bilenlerin akledebileceğini” belirtmesi, aklın delâlet ettiği gücü ve bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirleri “… Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akledemezler” gibi ifadelerle kınaması, aklın insan için bilgi edinmedeki önemli rolünü ortaya koyar.
Her şeyden önce dinin temelini oluşturan iman meselesinde aklın işlevi göz ardı edilemez. İmanın gerçekleşmesi için kişinin kalben tasdik etmesi esastır. Ancak bu tasdike ve kalben benimsemeye insanı sevk edebilmek için önce ona birtakım bilgiler ulaşır ve ilk aşamada bunlar akılla değerlendirilir, İkinci aşamada, iman eden bir kimsenin ibadetler ve diğer dinî hükümlerle mükellef olması, bunlara muhatap kabul edilmesi için de sağlıklı işleyen bir akla sahip olması gereklidir. Nitekim Hz. Peygamber “Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır: erginlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan.” buyurarak aklın önemi ve rolüne işaret etmiştir.
Bütün bunlara dayanarak kelamcılar, selim aklın büyük ölçüde hayır ve şerri, iyi ile kötüyü, güzel ve çirkini kavrayıp ayırt edebileceğini, insanın bu bilgisi ile yararına olanları tercihe yöneleceğini kabul etmişlerdir. Ancak bu noktada belirtmek gerekir ki inanç esaslarını oluşturan temel konuların belirlenmesinde bilgi kaynağımız, doğru haber, yani vahiydir. İman edilecek hususlar içerisinde aklın doğrudan doğruya belirleyemeyeceği, varlığından haberdar olamayacağı veya ilk bakışta kavrayamayacağı, kendisini aşan şeyler de vardır. Bunun için kelamcıların büyük çoğunluğu, aklın yalnız başına, vahiyden bağımsız olarak dinî değerleri ve inanç esaslarını koyamayacağı, farz ve haram gibi hususları belirleyemeyeceği noktasında ittifak etmiştir. Vahyin belirlediği temel konuların algılanması, açıklanması ve ispatlanmasında ise aklın verileri devreye girer.
Kelamcılara göre dinin ortaya koyduğu hükümlerde akıl ve mantığa mutlak manada aykırı, asla kabul edilemeyecek şeyler yoktur; belki aklın ulaşamayacağı, bulup kavrayamayacağı şeyler olabilir. Din bunları ortaya koyar, akıl da benimser.
Esasen vahyin, kelamcılar tarafından temel bilgi vasıtalarından birisi olarak görülen doğru haberin bir alt başlığı olarak değerlendirildiğini belirtmek gerekir. Haberin bilgi kaynağı olma özelliği bilhassa vahye dayalı olan dinler için geçerlidir. Dinlerin temeli sadık habere dayanır. Peygamberlere melek aracılığıyla gelen, “vahiy” olarak adlandırılan bilgiler haberdir. Aynı şekilde peygamberin, kendisine gelen bu vahyi insanlara aktarması ve onların da diğer insanlara nakletmesi yine haber olarak değerlendirilir. Bu açıdan bakıldığında dinin esasları bütünüyle haber türü bir bilgidir. Ancak bu bilgi güvenilir bir melek aracılığıyla geldiği ve yine güvenilir bir kişi olan peygamber aracılığıyla insanlara duyurulduğu için gerçeğe uygun doğru haberdir (haber-i sadık).
Dinin haber yoluyla tesis edilmesi, kelamcılar açısından haberin bilgi kaynağı olarak kabulünü zorunlu kılmaktadır. Kur’an’da insanın ibret alması için geçmiş milletlerden ilâhî emirlere uyan ve uymayanların âkıbetlerine dair haberlerin nakledilmesi ise haberin hakikate ulaşmada önemli rolü bulunduğunun delilidir. Öte yandan, haberin bilgi kaynağı oluşu, insanın tecrübelerinden hareketle de ortaya konulabilir. İnsanların konuştukları dillerin ancak nesilden nesile aktarılma ve haber yoluyla öğrenilebilmesi, gidip görme imkânı olmayan uzak beldeler ve insanlar, geçmişte yaşanan hadiseler hakkında bilginin ancak haber vasıtasıyla elde edilebilmesi, insanın kendi ismine, nesebine, hayatının idamesini sağlayacak gıda ve maişete dair bilgiyi ancak kendisine haber verilmekle edinebilmesi gibi tespitler bunun örnekleridir. Ancak kelamcılar haberin özü itibariyle doğru ve yanlış olma ihtimali bulunan bir bilgi kaynağı olduğunun farkındadırlar. Bu sebeple habere “doğru olma” şartını ekleyerek ancak doğru haberin (haber-i sâdık) bilgi kaynağı olabileceğini ifade etmişlerdir. Doğru haber ise onlara göre gerçeğe (vakıaya, realiteye) uygun olan haber demektir ve iki kısma ayrılır:
Mütevatir Haber
Yalan üzerine birleşmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluğun rivayet ettiği haberdir. Bu tanımdan hareketle bir haberin mütevatir niteliğini kazanabilmesi için öncelikle çok sayıda insan
tarafından nakledilmesi, ikinci olarak da bu çok sayıda insanın bir araya gelip beraberce bir yalanı haber olarak nakletme imkânlarının bulunmaması gerektiği ortaya çıkar. Bu şartları taşıyan mütevatir haber ile meydana gelen bilgi, tıpkı duyu organlarının sağladığı bilgi gibi zorunluluk ve kesinlik ifade eder.
Peygamberden Gelen Haber
Peygamberliği mucize ile desteklenmiş ve ispat edilmiş peygamberin verdiği haberdir. Ancak bu çeşit bilgi, peygambere inanan için bir değer ve anlam ifade eder. İnanmayan için zorunlu bilgi ifade etmez.
Peygamberden gelen haber hem Kur’an ayetlerini hem de sünneti kapsamaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Allah’ın gönderdiği vahyi sadık bir elçi olarak insanlara tebliğ etmiş ve aynı zamanda bizzat yaşayarak sünnetiyle de örnek olmuştur.
Duyu organları hem haberin hem de akılla değerlendirilecek verilerin alınacağı tek vasıta olduğu için kelamcılar tarafından bilgi kaynakları içerisinde önemli görülür. Onlara göre herhangi bir eksiklik ve kusuru bulunmayan duyularla elde edilen bilgiler, aklın, doğruluğuna apaçık hüküm verdiği zorunlu bilgilerdir. Çünkü insan bir şeyi gördüğü ilk anda kendisinde onun varlığına ve mahiyetine ilişkin bir bilgi oluşmaktadır; bu bilginin oluşması için bir akıl yürütme sürecine ihtiyaç yoktur. Salim duyular vasıtasıyla bu şekilde zorunlu bir bilgi oluştuğu için de duyuların verdiği bilgi akıl yürütmeyle elde edilen bilgiye göre daha kesin ve bağlayıcı olarak değerlendirilmiştir.
Allah Teâlâ da duyulardan özellikle aklî bilgiye ulaştıracak verileri temin eden işitme ve görmeye vurgu yaparak, bunların verdiği bilgilerin inanca temel teşkil edeceğini ve inkârı imkânsız kıldığını belirtmektedir: “Onlara, size vermediğimiz imkânlar vermiş ve kulaklar, gözler ve kalpler bahşetmiştik; ama Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ettikleri için kulakları, gözleri ve kalpleri onlara bir fayda sağlamadı ve alaya aldıkları şeyler onları kuşatıp yok ediverdi.”; “(Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz;
lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.”
Kelamcıların bilgi konusuyla ilgilenmelerinin temel sebeplerinden birisi de imanla bilgi arasındaki doğrudan ilişkidir. İman özü itibariyle bilinçli bir tasdik, benimseme ve kabullenme eylemidir; bu anlamda kelamcılar da tasdik gerçekleşmeksizin soyut olarak bilmeyi imanla özdeşleştirmekten ısrarla kaçınmışlardır. Ancak tasdikin gerçekleşebilmesinin birinci adımı, kişide inanılacak hususlara dair bir bilginin mevcut olmasıdır. Yukarıda işaret edildiği üzere insan öncelikle dinin itikat sahasına ait değişmez ilkelerine dair bilgi sahibi olmalıdır ki bunlar üzerinde akıl yürütmek suretiyle nihaî noktada bilinçli bir yöneliş ve irade ile tasdik
noktasına gelebilsin.
Kur’an-ı Kerîm de doğru bilginin değerini ısrarla vurgular:
“De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu, ancak akıl sahipleri hakkıyla düşünür.” Cahillerden, hakikati bulmaya ve anlamaya çaba göstermeyenlerden yüz çevirmek ve hakkında bilgi sahibi olunmayan bir şeyin peşine düşmemek gerektiğini belirtir. Çünkü doğru ve yeterli bilgi insanı doğru bir imana ulaştıracaktır: “Kulları içerisinde, ancak bilenler Allah’a karşı gereğince saygı ve korku hisseder.” Buna karşılık akıl, duyu, haber gibi bilgi vasıtalarını gerektiği biçimde kullanmayıp bu sebeple imana ulaşamayanlar için kaçınılmaz son, Cehennem’dir: “Ve derler ki: Ah keşke bize söylenenlere kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu alevli Cehennem’in mahkûmları arasında olmazdık!”
Kelamcıların çoğunluğu, sağlıklı düşünebilen ve yaratılıştaki duruluğu bozulmamış anlamında “akl-ı selim” olarak niteledikleri aklın, kendi başına kalsa bile bir yaratıcının varlığı, birliği, hatta tüm yetkinlik sıfatlarına sahip olduğu, fiil ve yaratmasında bir gaye ve nizamın bulunduğu gibi bilgilere ulaşabileceğini kabul eder. Ancak bütün bu yetkinliklerine rağmen, aklın din sahasında tek başına, vahiyden bağımsız olarak bir hüküm koyması, özellikle de bir inanç esasını belirlemesi mümkün değildir. Dolayısıyla vahiy ile akl-ı selimin birbiriyle irtibatlı ve bir anlamda karşılıklı olarak birbirine muhtaç olduğu söylenebilir.
Vahiy doğrudan doğruya akıl sahibi insanı muhatap aldığı için, mükellef olan kişi vahyin getirdiği bilgileri aklıyla almakta, vahiy tarafından ortaya konulan hükümlerin anlaşılması, yorumlanması, işlenmesi ve delillendirilmesi akılla gerçekleşmektedir. Diğer yandan, akıl yaratıcı olarak kavradığı ve varlığına ulaştığı varlığın isimlendirmesini, sıfatlarının mahiyeti ve ayrıntılarını, kâinat ve insanla nasıl bir ilişki ve irtibat hâlinde olduğunu, o yaratıcıya karşı sorumluluklarının ne olduğunu ve bu sorumlulukları ne şekilde yerine getireceğini ve en nihayet ona karşı şükür, minnet ve bağlılığını nasıl göstereceğini tek başına bilme imkânından yoksundur. Bütün bu hususlar akıl sahibi insana vahiy ve nakil (yani Kur’an ve Sünnet) yoluyla bildirilmekte ve bu şekilde birer inanç esası hâline gelmektedir.
Kelamcılar, bu şekilde bir karşılıklı bağlılık ilişkisi içerisinde olan nakil ile selim aklın bildirdiği hususlar arasında çelişki olmayacağını vurgulamıştır. Çünkü selim akıl da vahiy ve nakil de sonuç itibariyle Allah Teâlâ’nın, insanların hidayetine vesile kıldığı birer vasıta ve delildir. Bundan dolayı aklın, bilgi sahibi olabileceği bir alanda ulaştığı hükümle vahyin getirdiği hüküm arasında görünürde bir çelişki ve çatışma olması durumunda ilk ihtimal aklın “selim” olmaması, yani sonradan, yukarıda belirtilen birtakım kusurlarla problemli hâle gelmiş olması ve doğru düşünme usullerini kullanmayıp, nakille ulaşan bilgileri yanlış anlaması ve yorumlamasıdır. Kur’an’ın tamamının Allah’ın vahyi olduğu konusunda herhangi bir şüphe ve tereddüt olamayacağı için, ikinci ihtimal ise nakil yoluyla gelen bilginin sahih olmaması, yani hadis olarak nakledilen bir haberin aslında Hz. Peygamber’e ait olmayıp doğruluk ve kesinlik açısından şüpheli olmasıdır.
Kelime anlamı itibariyle delil, mürşid, rehber ve kılavuz anlamına gelir. Terim olarak ise, “doğru bir düşünceyle bakıldığı zaman, insanın sonuca ulaşmasını sağlayan şey” demektir. “Kendisiyle başka bir şeyin de bilgisine ulaşılan şey” olarak da tanımlanmıştır.
Kelam sisteminde deliller naklî ve aklî olmak üzere iki başlıkta incelenir.
Öncülleri, ayet ve hadislere dayanan delile naklî ya da dinî delil denir. Mesela “Allah’ın emrini terk eden asidir; her asi de Cehennem ateşini hak etmiştir.” cümleleri birer naklî delildir. Çünkü bu ifadeler “Emrime asi mi oldun?” ve “Kim Allah ve Resûlü’ne karşı gelirse onun için Cehennem ateşi vardır.” mealindeki Kur’an ayetlerine dayanmaktadır.
Yukarıda ifade edildiği üzere, dinî delillerin inanç sahasında mutlak hüküm ifade etmeleri için, hem varlığında şüphe olmaması hem de göstermek istediği mana açısından açık ve kesin olmaları gerekir. Bu özellikte olan deliller de muhkem ayetler ile muhkem-mütevatir hadislerdir. Ayetlerin tamamının Allah’ın vahyi olduğu hususunda şüphe yoktur; ancak bir kısmı işaret ettiği manayı açık biçimde ortaya koymadığı ve yoruma açık olduğu için muhkem değildir. Hadislerin ise mütevatir olanları dışında
kalanların, bizzat Hz. Peygamber’in ağzından çıktığı şekliyle bize ulaştığı konusunda mutlak bir kesinlikten bahsedilemez. Dolayısıyla müteşabih ayetler ile mütevatir olmasına rağmen anlamı kapalı/yoruma açık (müteşabih hadisler) ve ister muhkem ister müteşabih olsun, mütevatir seviyesine çıkamamış, her tabakada
bir veya birkaç ravî tarafından rivayet edilen hadisler, inanç konusunda tek başına itikat belirleyen kesin delil olarak kullanılamaz. Sadece bunlara dayanarak bir inanç esası belirlenemez, bunlardan hareketle kişinin mümin ya da kâfir olduğuna hükmedilemez.
Öncülleri akla dayanan delile aklî delil denir. Mesela “Âlem değişkendir; her değişken sonradan meydana gelmiştir.” cümleleri birer aklî delildir. Çünkü biz âlemin değişkenliğini ve böyle olanın sonradan meydana geldiğini, duyu organlarımızla veriler elde edip aklımızla idrak ederiz. Kesin olan aklî delile burhân ve huccet adı da verilir.
Aklî delillere dayanarak akıl yürütme (istidlâl) üç şekilde olur.
1. Bütünden parçaya veya sebepten sonuca gidiş. Buna tümdengelim (ta’lîl, dedüksiyon) denir. “Bütün insanlar ölümlüdür. Ali de bir insandır. O halde Ali de ölümlüdür.” çıkarımı gibi.
2. Parçadan bütüne veya sonuçtan sebebe gidiş. Buna da tümevarım (istikrâ, endüksiyon) adı verilir. “Ali, Ahmet, Mehmet ölümlüdür. Ali, Ahmet, Mehmet birer insandır. O halde bütün insanlar ölümlüdür.” çıkarımı gibi.
3. Parçadan parçaya gidiş; iki şey arasındaki benzerliğe dayanarak, birisi hakkında verilen hükmü diğeri hakkında da vermek. Bu da kıyastır (temsîl, analoji). “Ali insandır. Ali ölümlüdür. Ahmet de insandır. O halde Ahmet de ölümlüdür.” çıkarımı gibi.
Kelamcılar ele aldıkları meselelerde yerine göre hem naklî hem de aklî delilleri kullanmışlardır. Naklî deliller olarak ayetler ve hadisler öne çıkarken aklî delillerde tümdengelim, tümevarım ve kıyas yöntemlerine başvurmuşlardır. Varlık, bilgi gibi kelami konuların izahında kelamcılar bilimsel verilere, tecrübeye, deney ve gözleme de yer vermişlerdir.
Hüküm, mantık ilmi ile dinde farklı biçimlerde tanımlanır. Mantıkta hüküm, bir şeyi tasdik veya inkâr etmek, iki kavram ve iki şey arasında “böyledir” veya “değildir” tarzında olumlu veya
olumsuz bağlantı kurmak demektir. Ayrıca kurulan bağlantının sonucuna ve bu sonucu kavramaya da hüküm denilir.
Dinde ise, akıllı ve ergenlik çağına gelmiş insanların, yani mükelleflerin fiil ve davranışları ile ilgili farz, vacip, Sünnet, haram, mekruh gibi nitelemeler ortaya koyan dinî ve ilâhî hitaba hüküm adı verilir. Hükümler dayandığı kaynak açısından “dinî hükümler” ve “aklî hükümler” olarak ikiye ayrılır ki bunların her ikisi de belirli yönleriyle kelam ilminin ilgi alanına girer.
Dinî hükümler (ahkâm-ı şer’iyye, ahkâm-ı ilâhiyye), ayet ve hadislerden çıkarılan hükümlerdir. Bu hükümler, ya Allah’ın varlığı gibi doğrudan aklın kavrayacağı bir hüküm olabilir veya namazın farz oluşu gibi bilinmesi sadece vahiy ve nassla dinin bildirmesine bağlı olabilir. Dinin getirdiği bu hükümler üç başlık
altında incelenir:
İtikadî Hükümler
İslam’ın inanca ilişkin yönünü oluşturan ve amel (pratik ve uygulama) ile ilgili olmayan hükümlerine itikadî hükümler denir. Bu hükümler, özünde âmentüde ifade edilen altı esası kapsar. Bunlar içerisinden, Allah’a ve peygamberlere iman gibi hususlarda akla dayalı açıklamalar ve ispatlar yapmak mümkündür; âhirete ve özellikle meleklere imana ilişkin konularda ise aklî deliller aranmayarak sadece ayet ve hadislere başvurulur. Ancak bu gibi hususlar da aklın tamamen imkânsız göreceği şeyler değildir.
İtikadî hükümlerin belli şartları ve özellikleri söz konusudur:
1. İtikadî hükümlerin kat‘î olması, yani kesin bilgi vermesi gerekir. Bu sebeple bir hükmün itikadî konularda başlı başına bir delil olabilmesi için ya Kur’an ayetine veya mütevatir hadise dayanması gerekir (kat‘iyyet, kesinlik).
2. Yine itikadî hükümlerin delil olabilmesi için ayetlerle mütevatir hadislerin ifade ettikleri anlam kesin olmalı, anlamı üzerinde fikir ayrılığı bulunmamalıdır (bedâhet, açıklık).
3. İtikadî hükümler, zamana, yere, fert ve toplumlara göre değişmez, daima sabit kalırlar. Bu sebeple bütün peygamberler iman esaslarında birleşmişlerdir. İlk peygamber Hz. Âdem’in inancı ne ise, ondan sonra gelen peygamberlerin inancı da odur (değişmezlik).
4. İtikadî hükümler bir bütün olup bölünme kabul etmezler. Yani bir kimse Allah’ın varlığına inanıp, meleklerine inanmazsa veya peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmazsa iman etmiş olmaz (bölünmezlik).
Kur’an’dan tek bir kelimeyi veya ayetin hükmünü inkâr ederse İslam’dan çıkmış olur.
İtikadî hükümlerle akaid ve kelam ilmi meşgul olur.
Amelî Hükümler
Yükümlülerin (mükellefler) yerine getirecekleri pratik işler ve görevler demek olan amelî hükümler ikiye ayrılır:
İbadetler: İnsan fikrini, ruhunu, iradesini terbiye eder. İbadetlerin ruhu ihlâs ve samimiyettir. Yerine getirilişinde dünya menfaati gözetilmez, sırf Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak gaye edinilir. İbadetlerin kaynağı, Kitap, Sünnet ve bu ikisine dayanan icma ve kıyastır. İbadetler sırf Allah hakkıdır, artmaz, eksilmez. Zamanın ve örfün değişmesiyle değişikliğe uğramaz.
Muamelât: İnsanlar arasındaki hukukî, beşerî ve sosyal ilişkileri düzenleyen hükümlerdir. Esasları Kur’an ve Sünnet’te vardır. Muamelâtın ruhu adalettir. Muamelât ile ilgili konularda ictihad geçerlidir. Bu gibi hükümler – Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmamak kaydıyla – zaman, mekân, örf vs.nin değişmesiyle değişikliğe uğrayabilir. Amelî hükümlerle fıkıh ve İslam hukuku ilmi ilgilenir.
Ahlakî Hükümler
İnsanların kendi aralarında ve diğer varlıklarla olan ilişkilerini düzenleyen, terbiye kurallarını gösteren, nefsin eğitilmesine dayanan hükümlerdir. İslam ahlakına dair hükümler Kitap ve Sünnet’te geniş olarak ele alınmıştır. Ahlakta “Allah’ın emrine saygı ve yaratıklarına merhamet” önemli bir esastır. Ahlakî hükümlere kalbî ve vicdani hükümler de denir. Bu hükümlerle ahlak ve tasavvuf ilmi meşgul olur.
İslam’ın koyduğu hükümler her ne kadar üç bölümde inceleniyor ve bizim onları yerine getirişimiz bakımından itikadî, amelî ve ahlakî diye üçe ayrılıyorsa da, bir bakıma hepsi de itikadîdir. Çünkü dinî bir hüküm hangi gruptan olursa olsun Kitap veya mütevatir Sünnet’le sabit olmuşsa ve anlamı üzerinde de ittifak varsa, onun dinin bir parçası ve İslamî bir hüküm olduğuna inanmak zorunludur. Bu bakımdan manası açık Kur’an ayetleri ve mütevatir hadislerle sabit olan bütün dinî hükümler, bir yönüyle itikadî sayılırlar. Meselâ, adam öldürmek ve namaz kılmak amelî, gıybet etmek ise ahlakî bir olaydır. Ancak bunun yanı sıra adam öldürmenin ve gıybetin haram, namaz kılmanın farz olduğuna inanmak gereklidir ve bu bir itikadî hükümdür. Örneği biraz daha açarsak, bir kişi Müslüman birini öldürmenin ya da gıybet yapmanın haram, namaz kılmanın farz olduğuna inanmazsa kâfir olur. Fakat haram olduğuna inanmasına rağmen adam öldürür veya gıybet ederse ya da farz olduğunu kabul etmekle birlikte çeşitli sebeplerle namaz kılmazsa imanını kaybetmez; günahkâr bir mümin kabul edilir.
Akıl, var oluş ve gerçekleşme ile ilgili olarak üç türlü hüküm verir: Vücûb (gereklilik ve zorunluluk), imkân (olabilirlik) ve imtinâ’ (imkânsızlık). Buna göre, bir şeyin varlığı zorunlu olursa buna vâcib (zorunlu), varlığı ve yokluğu eşit derecede imkân dâhilinde olursa mümkin ya da câiz, yokluğu zorunlu, varlığı ve gerçekleşmesi imkânsız olursa mümteni (imkânsız) denir. Birincisinin örneği Allah’ın varlığı, ikinin yarısının bir olması gibi hususlar, ikincisinin örneği bütünüyle âlemin ve insanın varlığı, sonuncusunun örneği ise ikinci bir ilâhın varlığı ile parçanın bütünden büyük olmasıdır.
Vâcib
Varlığı zâtının gereği olan, var olmak için bir sebebe muhtaç olmayan, yokluğu düşünülemeyen varlık ya da var olmaması ya da gerçekleşmemesi düşünülemeyen şey demektir. Yokluğu kabul etmemesi kendiliğinden ve zâtından dolayı olursa buna vâcib li-zâtihî (varlığı kendinden zorunlu) denir ki Allah’ın zâtı bunun örneğidir. Varlığının zorunlu oluşu ve yokluğu kabul etmemesi başka bir şeyden dolayı olursa buna da vâcib li-gayrihî (varlığı başkası sebebiyle zorunlu) adı verilir ki örneği, Allah’ın sıfatlarıdır.
Vâcib li-zâtihî şu özellikleri taşır:
a. Vâcibin varlığından önce yokluk düşünülemez. Ne kadar geriye gidilirse gidilsin, vâcibin olmadığı bir an yoktur. Yani vâcib, ezelîdir. Sonradan meydana gelmiş değildir.
b. Ezelî olan zâtın ebedî olması da zorunludur; vâcibin sonu yoktur. Ezelîlik, zorunlu olarak ebedî olmayı gerektirir. Vâcib varlık, varlığını başka bir sebebe ve varlığa borçlu olmadığı için, bu sebebin ortadan kalkması ile, bir yandan da kendisi üzerinde hâkim olacak bir başka varlık bulunmadığı için, vâcibin varlığının sona ermesi düşünülemez.
c. Vâcib varlık, atomlardan, parçalardan, şekillerden meydana gelmiş, cisme ait diğer özellikleri taşıyan bileşik bir varlık değildir; mutlaktır. Akli hükümler üç başlıkta ele alınır:
Vacip: Aklen varlığı gerekli ve zorunlu olan.
Mümkin: Aklen varlığı da yokluğu da eşit derecede imkan dahilinde olan.
Mümteni’: Aklen varlığı ve gerçekleşmesi mümkün olmayan.
Mümkin (Câiz)
Varlığı veya yokluğu zâtının gereği olmayan, var olmak için bir sebebe muhtaç olan, var olması da yok olması da eşit derecede imkân dâhilinde bulunan varlıktır. Allah dışında kalan tüm varlıklar mümkin varlıklardır. Mümkinin iki özelliği vardır:
a. Var olmak için bir sebebe muhtaçtır. Bu sebep (ya da var edici ve yaratıcı varlık), onun var olmasını yok olmasına tercih eder, onu yokluktan varlığa çıkarır.
b. Sebebinden önce veya sebebiyle aynı anda var olması düşünülemez. Bundan dolayı, sonradan meydana gelmiş ve yaratılmış varlıktır.
Mümteni
Muhâl ve müstahîl de denilen mümteni, yokluğu zâtının gereği ve zorunlu olan, dış dünyada varlığı düşünülemeyen, varlığı ve gerçekleşmesi imkânsız olan demektir. Meselâ birbirine zıt iki şey aynı anda, aynı yerde bir arada bulunamaz, bir şey aynı anda hem siyah hem beyaz, hem hareketli hem hareketsiz olamaz; böyle bir şey imkânsızdır. Yaratıcının birden fazla olması, Allah’ın eksiklik sıfatlarıyla nitelenmesi de aklen imkânsızdır ve düşünülemez. Çünkü ilâh demek, her türlü yetkinlik niteliğine sahip ve her türlü eksiklikten uzak varlık demektir. Zorunlu olarak bu özellikleri taşımayan varlığa ilâh denilemeyeceği için, Allah’ın saydığımız niteliklerin zıddını taşıması imkânsızdır.