İslam tarihi, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (s.a.v) kadar gönderilen peygamberlerin peygamberlik mücadelelerini ve Peygamberimiz’den (s.a.v) de günümüze kadar gelen İslam devletlerinin kültür ve medeniyetini ele alan bir ilim dalıdır.
Bununla birlikte İslam tarihi, daha çok İslam dininin doğuşundan günümüze kadar Müslüman toplumların yaşadıkları tarihî olayları, coğrafi, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve dinî yönlerini konu edinir. İslam tarihi, doğuşundan günümüze kadar İslam dininin yayılışını, kurulan devletleri, siyasî, ekonomik ve kültürel açıdan insanlığa kazandırdığı değerleri, objektif olarak bir ilim disiplini içeresinde öğretmeyi amaçlar.
İslam tarihi sosyal bir bilimdir. Sosyal bilimlerin kullandığı metotlar İslam tarihçiliğinde de kullanılır. Ancak İslam tarihi başlangıçta metot olarak rivayetçi tarzı kullanmıştır. Zamanla sosyal bilimler de yöntemler gelişmiştir. İslam tarihçiliği de kendi yöntemini yenilemiştir. Rivayetçi tarzın yanında araştırıcı tarihçilik yöntemini kullanmaya başlamıştır.
İslam Tarihinin ilk ve en önemli kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim’de birçok sure ve ayet inançlardan, insanlık tarihinden, diğer peygamberlerin mücadelesinden, İslam dini ve onun tebliğcisi Hz. Muhammed’in (s.a.v) hayatından bahseder. Metodolojik olarak tasnif edildiğinde ise İslam tarihinin kaynakları: sözlü, yazılı, müzelik malzeme, tarihî ve coğrafi mekânlardır.
Sözlü kaynaklar ağızdan ağıza, nesilden nesile aktarılan ve sözle ifade edilen hususlardır. Peygamber Efendimizin
(s.a.v) hayatı ile ilgili bilgilerin bir kısmı İslam’ın ilk asrında nesilden nesile bu şekilde nakledilmiştir.
Sözlü kaynaklar hiçbir zaman yazılı kaynaklar ölçüsünde güvenilir olamazlar. Ancak bunlar yazılı kaynakların
bulunmadığı yerde yardımcı kaynak olarak ihtiyatla kullanılmalıdır.
Yazılı kaynakların en başta geleni Kur’an-ı Kerim’dir.Kur’an-ı Kerim, İslam dininin mübarek kitabı olmakla beraber o, Arapların Cahiliye Dönemi inançları, sosyal ve ekonomik durumları, Hz. Muhammed’in (s.a.v) İslam’ı yayma faaliyetleri, hayatı ile ilgili diğer bazı bilgileri ihtiva eder. İslam tarihi araştırıcısının ilk temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir.
Diğer önemli bir yazılı kaynak ise hadis kitaplarıdır. Hadisler, Hz. Peygamber’in (s.a.v) sözleri, fiilleri (yaptıkları) ve takrirleri (huzurunda yapılan bir davranışa ses çıkarmaması)’dir. Birçok hadis kitabında Kitabü’s-Siyre (Hz. Peygamber’in hayatını anlatan) bölümü bulunduğu gibi, diğer bölümlerde de başta Hz. Muhammed’in (s.a.v) hayatı olmak üzere İslam tarihçiliğinin önemli konularına ışık tutan hadisler yer alır.
Tarihî süreç içinde İslam tarihinin kaynakları yazılı, çizili, görüntülü ve sesli malzemelerle çeşitlenmiştir. Özellikle Osmanlı tarihi araştırmacıları için bu belgeler önemlidir. Müslümanların kurduğu devletler içinde Osmanlı Devleti’nin arşiv belgeleri günümüze kadar ulaşmıştır.
Ülkemizde bulunan Osmanlı arşivlerinde, yirmiden fazla ülkenin tarihine ışık tutacak milyonlarca arşiv belgesi bulunmaktadır. Bu belgelerin en önemli özelliği çok güvenilir oluşlarıdır. Bunun yanında takvim ve yıllıklar, vakayinameler, biyografiler ve otobiyografiler, hatıralar, seyahatnameler de İslam tarihinin diğer yazılı kaynakları arasında yer alır.
Birçok tarihî kaynağı müzelerde bir arada toplanmış ve sergilenmiş olarak bulma imkânı vardır. Bunlar, özel yapılmış binalar veya açık hava müzelerinde koruma altına alınmış Müslümanlara ait değer ifade eden kalıntılardır.
Tarihi coğrafyalar ve mekânlar da önemli kaynaklardır. Özellikle eski medeniyetlerin bıraktığı tarihî kalıntılar bunlardandır. Bunlara aynı zamanda açık hava kaynakları da denilir. Coğrafî mekânlar açısından örneğin; Hz. Peygamber’in (s.a.v) hayatında önemli bir yer işgal eden, savaş alanları, Mekke ve Medine’nin tarihi yapısı gibi kaynaklar, İslam tarihçiliği açısından önemlidir
Cahiliye Çağı olarak bilinen İslam’ın doğuşu öncesinde, Arabistan’da,
genellikle ayın hareketlerine dayalı bir takvim kullanılmaktaydı. Bu takvim,
Ay’ın Dünya çevresindeki hareketlerinin bir zaman belirleme aracı
olarak kullanılması ile ortaya çıkmıştır. Söz konusu takvime göre ayların
bir kısmı 29 gün, bir kısmı ise 30 gün çekmekteydi.
Cahiliye Çağı’nda bir takvim anlayışı ve uygulaması olsa da olayların
tarihsel sıraya konması için saptanmış değişmeyen bir başlangıç noktası
yoktu. Tarihlendirme işi, herkesin belleğinde yer eden bazı büyük
olaylar dikkate alınarak gerçekleştirilirdi. Örneğin; Habeşlilerin miladi
571 yılında, önünde bir fil bulunan büyük bir ordu ile Kâbe’yi yıkmak
amacıyla Mekke üzerine yürümeleri, Mekkeliler için çok önemli bir
olaydı. Tarihte bu olayın geçtiği yıla Fil Yılı denir. İslamiyet’in doğduğu yılda
olayları sıralamak için bir süre bu olay başlangıç noktası kabul edildi.
Dolayısıyla bir olayın zamanı belirtilmek istendiğinde, “Fil Yılı’ndan şu
kadar sene önce ya da sonra gerçekleşti” denirdi.
Hz. Ömer (634-644), kendi dönemine kadar devam eden bu duruma
köklü bir çözüm bulmak istedi. Bunun için 643 yılında danışma kurulunu
topladı ve onlarla bir takvim başı saptama konusunu görüştü. Kurul
üyelerinden Hz. Ali, Hz. Muhammed’in (s.a.v) Mekke’den Medine’ye
hicretinin takvim başlangıcı sayılmasını önerdi ve bu öneri kabul edildi.
Böylece, Hz. Muhammed’in (s.a.v) ölümünden on bir yıl sonra, hicri takvim
ortaya çıkmış oldu.
Hicri takvimin başlangıç günü olarak önceden olduğu gibi 1 Muharrem
benimsendi.
Hicri yılı oluşturan ayların kimisi 29, kimisi de 30 gün çekmektedir.
Ay yılı; 354 gün 8 saat 48 dakika 36 saniyedir. Hicri takvimde, aylar her
yıl 10-11 gün ileri gider, miladi takvimdeki gibi aynı yerde kalmaz. Bu
nedenle ayların yerleri mevsimlere göre sürekli değişir. Bunu ramazan
ayından da anlayabiliriz. Ramazan ayı, her yıl on gün önce gelmektedir.
Örneğin; içinde bulunduğumuz yılda ramazan ayının, 1 Ocakta başladığını
varsayalım. Bu ayın başlangıcı bir sonraki yılda 20 Aralığa, ondan sonraki
yıl da 10 Aralığa kayacak ve bu kayma hep böyle devam edecektir.
Hz. Ömer döneminden itibaren Müslümanlar hicri takvimi, resmî
takvim olarak benimsediler. Ancak, hicri takvimle birlikte başka takvimler
de kullandılar. Eski İran takvimi, on iki hayvanlı Türk takvimi,
rumi yıl takvimi ve Julien takvimi bunlardan önemli olanlarıdır.
Mehmet Özdemir, İbrahim Sarıçam,
Seyfettin Erşahin, İmam Hatip Liseleri İslam Tarihi, s. 14-15
İslam öncesi Arap Yarımadası’nda insanların hayat anlayışına verilen isim Cahiliyye Dönemi’dir. Arap Yarımadası başta Hicaz bölgesi ve Mekke olmak üzere Hz. İbrahim’in getirdiği dinî inanca sahip idiler. Bu din tevhit dini idi. Zaman içinde tevhit inancı terkedilerek yerine Allah’a ortak koşma esasına dayanan puta tapıcılık yerleştirildi. İnsanların dinî, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatı Allah’a ortak koşma esasına göre şekillendi. Güçlülerin ve imtiyazlıların haklı oldukları hukuk anlayışları oluştu. Mekke’nin mahremiyeti ve Kâbe’nin kutsiyeti güç odaklarınca istismar edildi. Kâbe’nin içi putlarla dolduruldu. Bu mekânlar tevhidî anlayışın yerine putçuluğun merkezi haline getirildi.
Aynı dönemde dünyanın durumu Arap Yarımadası’ndan farklı değildi. Daha önce kendilerine Peygamber gönderilen toplumlar, kutsal kitaplarını tahrif etmişler, dünyevî çıkarlarını öne çıkaran anlayışları bu kitaplara eklemişlerdir. İtikadi ve ahlaki olmayan anlayışları zorla insanlara kabul ettirmişlerdir. Hukuklarını haklılar için değil, haksız da olsa güçlü olanlar için oluşturmuşlardır. Bilinen dünya iki kutuplu hale gelmiş, zamanın süper güçleri olarak bilinen Doğu Roma-Bizans ve Pers-Sasani imparatorlukları arasında sıkışıp kalmıştır. Her iki süper güç hak ve hukuk kavramlarını askıya alarak despot yönetimleri ile insanlık suçu işlemekte birbirleri ile yarışmışlardır.
Bu zaman diliminde Uzak Doğu, Hindistan ve karanlıklar içindeki Avrupa’da da durum, bahsedilen diğer bölgelerdeki görünen manzaralardan pek de farklı değildi.
Coğrafî Durum: Arap Yarımadası, özellikle Hicaz bölgesi, Peygamber Efendimizin doğduğu, yaşadığı, ilk vahyi aldığı, peygamber olduğu ve vefat ettiği bölge olduğu için İslam Tarihi açısından çok önemlidir. Arap Yarımadası, Asya, Afrika ve Avrupa’nın kesiştiği bir noktada bulunmaktadır. Doğusunda Basra ve Umman körfezleri, güneyinde Hint Okyanusu, batısında ise Kızıldeniz ile çevrilidir. Güneyinden Babu’l- Mendep boğazı ile Afrika’dan ayrılmakla beraber, kuzeyinden ise Süveyş Kanalı ile bu kıta ile tekrar birleşmektedir.
Arap Yarımadası ise 5 bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölüm, Kızıldeniz’in sahil kesimi ve oldukça nemli ve çöllük bir bölge olan Tihame bölgesidir. İkinci bölge, bunun hemen doğusunda yer alan ve Arap Yarımadası’nın en önemli 3 şehri ve medeni unsurları en çok içeren Mekke, Medine ve Taif’in içinde yer aldığı Hicaz bölgesidir. Üçüncü bölüm, Hicaz’ın doğusunda ve Arap Yarımadası’nın orta kesiminde yer alan ve neredeyse tamamı ucsuz bucaksız çöllerle kaplı Necid bölgesidir. Dördüncü bölge, Yarımadanın güney batısında yer alan Yemen bölgesidir. Beşinci ve son bölge ise, Yemen’in doğusundaki Umman ve onun batı ve kuzeyinde yer alıp Irak sınırına kadar ulaşan Bahreyn bölgesini içine alan Arud bölgesidir.
Siyasi Durum: İslam’dan önce Arap Yarımadası’nda belli bir siyasi sistem mevcut değildi. İslam’ın doğuşundan önce Yemen’de Seb’e ve Himyerî krallıkları gibi bazı devletler kurulmuştu. Kuzey Arabistan’da, güneyden göç eden Araplar tarafından kurulmuş iki Hıristiyan devlet bulunuyordu. Bunlardan ilki, M.S. (200-636) yılları arasında Bizans İmparatorluğu’na bağlı olarak Suriye’de kurulmuş Gassânîler; diğeri ise M.S. (200-633) yılları arasında Sâsânîler’e bağlı olarak Irak’ta hüküm sürmüş Hîreliler’dir.
Yemen’de M.Ö. (1400-650) yılları arasında Maînliler, onlardan sonra da M.Ö. (750-115) yılları arasında da Seb’eliler hüküm sürmüşlerdir. Seb’elileri savaşçı bir kavim olan Himyerîler yıkmıştır. M.Ö. (115) ve M.S. (525) yılları arası hüküm süren Himyerî Krallığı Peygamber Efendimiz (s.a.v) zamanına kadar bölgede küçük emirlikler halinde varlığını devam ettirmiştir. Yemen’e yarım yüzyıl, Himyerî Krallığı’na son veren Habeşliler hâkim olmuşlardır. İslam’ın doğduğu yıllarda ise Yemen’e hâkim olanlar Sâsânîler’di.
İslam tarihi açısından yarımadanın en önemli bölgesi Hicaz’dır. Çünkü İslam, bölgenin önemli şehirlerinden olan Mekke’de doğmuş, Medine’de gelişip yayılmıştır. Bu bölgenin başka önemli bir şehri de Taif’tir.
Mekke: Dinî ve ticari bir merkezdi. Burada bulunan Kâbe, Hz. Âdem (a.s) tarafından ilk defa inşa edilmiş daha sonra da İbrahim (a.s) ve oğlu İsmail (a.s) tarafından yıkılıp kaybolduğu yerde tekrar yapılmıştır. Kâbe o günden İslam’ın doğuşuna kadar dinî bir merkez olma özelliğini muhafaza etmiştir. Yine Mekke, Yemen’den başlayan ve Akabe Körfezinde sonlanan, oradan ise Akdeniz limanlarına kadar ulaşan transit ticaretin önemli bir merkezi idi. Ayrıca Mekke ve çevresinde yılın belli zamanlarında panayırlar kurulurdu. Kâbe’nin dinî bir merkez oluşu ve Hicaz’ın, Yemen- Suriye ticaret yolunun üzerinde oluşu bu bölgenin önemini daha da artırmaktadır.
Mekke’nin İslam tarihinde ve Müslümanların nazarında önemli bir yeri vardır. Çünkü Hz. Peygamber orada doğmuş, büyümüş ve evlenmiştir. Kendisine Mekke’de Peygamberlik verilmiştir. Peygamberliğin önemli bir kısmını (on üç yıl) burada geçirmiştir. Kâbe, Mescidü’l-Harem, Safa ve Merve burada bulunur. Haccın menâsikinin (gerekli şartlarının) ifâ edildiği yerler olan, Arafat, Müzdelife ve Minâ, Mekke civarındadır.
Yesrib (Medine): Peygamber Efendimiz (s.a.v) hicret ettikten sonra buranın ismi Peygamber şehri anlamına gelen Medinetü’n- Nebî olmuştur. Medine’de Kureyza, Nadr ve Kaynuka adında üç Yahudi kabilesi vardı. Bu Yahudi kabilelerinin yanında Yemen’deki Sedd-i Me’rib’in (Mârib) yıkılmasından sonra buraya göç eden Evs ve Hazreç adlı iki tane önemli Arap kabilesi yaşamakta idi. Yesrib’in hâkimleri önceleri Yahudi kabileleri iken, güçlerini kaybedince üstünlük sonraları Evs ve Hazreç kabilelerine geçti. Ama İslam gelmeden hemen önce bu Yahudi kabileleri Evs Hazreç’in birbiri ile mücadelesinin de etkisiyle onlar üzerinde üstünlük kurmaya başlamıştı.
Taif: Mekke’nin yaklaşık 120 (yüz yirmi) km. güneydoğusunda bulunan Taif’te Sakîf kabilesi oturmakta idi. Havası Mekke ve Medine’ye göre daha serin olduğu için burada Mekkelilerin yazlıkları pek çok Kureyşlinin arazileri ve üzüm bağları vardı.
Nüfus Yapısı: Arabistan’ın asıl sakinleri Araplardı. Araplar tarihi bakımdan iki büyük gruba ayrılmaktadır. Birincisi, eski devirlerde yaşamış, fakat sonra yok olmuş Âd, Semûd, Medyen ve Amâlika gibi kavimler. Bunlara “Arab-ı bâide” denilir. İkinci grup ise soyları devam eden Araplar’dır. Bunlara ise “Arab-ı bakiye” denir. Bu son grup iki kısma ayrılır: Arab-ı Âribe: Esas vatanları Yemen olup asıl Arapları teşkil eden ve adına Kahtânîler denilen güney Araplarıdır. Arab-ı Müsta’ribe: Aslen Arap olmayıp, sonradan Araplaşan kabilelerdir. Bunlara, Hz. İsmail’in soyundan oldukları için İsmailîler; Hz. İsmail’in torunlarından Adnan’ın neslinden türedikleri için Adnanîler de denir.
Arap Yarımadası’nda bunların dışında Yahudiler, az sayıda da olsa Hıristiyan, İranlılar ve diğer etnik unsurlar da yaşamakta idi.
Kabile Hayatı: Araplarda “bedevî” ve “hadarî” olmak üzere başlıca iki çeşit hayat tarzı vardı. Bedevîler geçimlerini genellikle hayvancılık, avcılık, ticaret ve baskın-talan gibi yollarla temin ederlerdi. Hadarîler ise geçimlerini tarım ve ticaretle sağlarlardı.
Hayat şartlarının ve geçim kaynaklarının farklı olmasına rağmen, bedevîler ve hadarîlerde sosyal hayatın temelini “kabile” oluşturmakta idi. Kabile, aynı soydan gelen şahısların oluşturduğu ve fertlerin birbirine kan, nesep yoluyla bağlandıkları topluluktur. Kabile daha çok, erkek soyundan gelen akrabalık bağına dayanır. Kabile başkanına “Seyyid” veya “Şeyh” denir. Kabile başkanı, eşit şartlara sahip kişiler arasından kabile toplantısında seçilirdi. Başkan adayında yaşlı olma, cömertlik, kahramanlık, sabır, alçak gönüllülük ve etkili konuşma gibi özellikler aranırdı. Başkanlık babadan oğula geçmez, fakat eski başkanın oğulları yetenekleriyle tanınırlarsa başkanlık yine onun ailesinde kalabilirdi.
Düzeni sağlayacak günümüz sistemlerinde olduğu gibi bir otoritenin bulunmayışı nedeniyle Araplarda kan davaları çok yaygındı. Arap kabileleri arasında siyasî, sosyal ve psikolojik sebeplerle baskın, yağma ve savaşlar eksik olmazdı. Araplar, zilkâde, zilhicce, muharrem ve recep’ten ibaret olan “haram aylar”da savaşmazlardı. Şayet haram aylarda savaş yaparlarsa, bunun ‘büyük bir günah ve suç işleme’ anlamında olduğunu ifade etmek üzere “Ficâr Savaşları” denilirdi.
Kabilelerin fertleri hürler, mevâli ve kölelerden meydana gelirdi. Kabilenin esas üyesi olan hürler (Seyyid, efendi, köle olmayan) müşterek nesebe sahip olan kimselerdi. Köleler ve cariyeler panayırlarda alınıp satılır, mal gibi miras kalır, tarım, ticaret ve diğer hizmet işlerinde çalıştırılırdı.
Kabilelerde en küçük birim aileydi. Evlenme farklı şekillerde gerçekleşirdi. Nikâhın dinî bir yönü yoktu. Kadınlar genel olarak insani haklardan mahrum oldukları için mirastan pay alamazlar ve daha birçok büyük haksızlıklığa uğrarlardı. Boşanma yaygındı ve sadece erkeklere ait bir haktı. Ancak bazı kadınlar boşama hakkının kendilerine verilmesini isteyebilirlerdi. Evlatlık kurumu vardı ve evlatlık ilişkisi evlenmeye engeldi. Evlatlık, öz evlat gibi, evlat edinenin mirasçısı olurdu.
Anlaşmazlıkların çözümü için kâhine veya hakeme başvurulurdu. İçinden çıkılması güç konularda kâhinlerin fikirleri sorulurdu. Araplar hastalandıklarında iki tür tedavi yöntemi uygularlardı; birisi kâhin ve arrafların (falcı, kâhin) tavsiye ve sözlerine göre hareket etme, diğeri de ilaçla tedavi yolu idi. Kâhinlerin öğütlerine uyulur, rüyalar da onlara yorumlatılırdı.
Cahiliye Dönemi’nde Araplar arasında milli birlik bulunmadığı için, kabilelerin ve şehirlerin kendi geleneklerine göre bayram ve törenleri vardı. Bununla beraber hac mevsimi, bütün kabilelerin iştirakiyle bayram havasında geçerdi. Her kabilenin en az bir putu mevcuttu. Bu yüzden her putun da takdis edildiği çeşitli kutlama günleri vardı. Bu günlerde ayrıca pazar ve panayırlar kurulurdu. Dinî bayramlar şiir, müzik, içki ve kadınların yer aldığı çeşitli eğlencelerle kutlanılırdı. Medineliler, yılda iki büyük bayram kutlarlardı.
Arapların İslamiyet’ten önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslami dönemden ayırmak için “Cahiliyye Dönemi” tabiri kullanılmıştır.
Cahiliye Dönemi Arapları arasında kıssalar, atasözleri, geçmişe ait destansı rivayetler yaygındı. Cahiliye Dönemi Arapları arasında şiir ve hitabet çok gelişmişti. İslam’ın doğduğu yıllarda Hicaz’da yazı biliniyordu fakat okuma yazma bilen çok azdı. Nitekim Mekke gibi medeni unsurların yer aldığı bir şehirde bile çok az kişi okur-yazardı. Ancak yazılı kültürün yerine yaygın ve hakim olan tür, sözlü kültür idi.
Cahiliye Dönemi’nde bilgiler, hatıralar ve edebî ürünler hafızalarda korunarak nesilden nesile aktarılıyordu. Arap kültüründe sözlü rivayet esastı. İslam’ın doğuşu ile birlikte, bu dinin okuma ve yazmaya verdiği öneme paralel olarak yazı da gelişmiş, okur-yazar sayısı da artmıştır.
Ekonomik Hayat: Arap Yarımadası’nda ekonomik hayat genellikle hayvancılık, tarım ve ticarete dayanmakta idi. Hayvancılık özellikle temel geçim kaynağı idi. Onlar besledikleri hayvanlardan çok yönlü faydalanırlardı; etini yer, sütünü içer, yününden elbise yapar, ihtiyaç fazlasını da satarak diğer temel ihtiyaçlarını karşılar. Tarım da önemli geçim kaynaklarından biriydi. Düzenli yağış algan Yemen toprakları çok verimiydi. Bundan dolayı tarihçiler tarafından Yemen’e yeşil topraklar (Ardu’l-Hadrâ) denmiştir. Bu bölgede yağmur sularından faydalanmak için barajlar yapılmıştır. (Buna Sedd-i Me’rib örnektir.) Ziraata elverişli topraklar Taif, Medine, Necid ve Hayber gibi bölgelerde bulunuyordu. Yerleşik hayat süren kabileler içinde geçimlerini tarıma dayalı olarak sürdürenler tahıl, meyve, hurma ve sebze yetiştirirlerdi.
Bazı şehirlerde tarımın dışında, küçümsenmeyecek derecede sanayi ağırlıklı atölye ve tesisler mevcuttu. Başlıca sanayi dalları arasında dokumacılık, demircilik, dericilik, şarap üretimi, kuyumculuk ve ıtriyatcılık (güzel koku üretimi) sayılabilir.
Arap Yarımadası’nda tarım ve hayvancılıktan daha önemli bir gelir kaynağı da ticaret idi. Arap Yarımadası’nın güneyinde ve kuzeyinde oturanlar, çok eski tarihlerden itibaren ticaretle uğraşıyorlardı. Hicazlılar, Yemen’den ve Habeşistandan aldıkları ticari eşyayı kuzeye, kuzeyden aldıklarını da güneye naklediyorlardı. Mekke’de oturan Kureyş kabilesi de tarıma elverişli bir bölgede oturmadığı için ticaretle uğraşıyor, neredeyse tüm geçimini ticaretten sağlıyordu.
Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde panayırlar kurulurdu. Arapların ekonomik hayatında olduğu kadar sosyal hayatında önemli bir yer tutan bu panayırların en meşhurları şunlardı: Ukâz, Zülmecaz, Mina, Dumetü’l- Cendel, Muşakkar, Suhâr, Debâ, Aden, San’a. Bunların en önemlisi, uluslararası nitelikte ve aynı zamanda edebî bir kongre özelliği taşıyan Ukâz’dı. Burada edebî sohbetler yapılır, şairler en güzel şiirlerini okur ve dereceye girenlerin eserleri ise Kâbe’nin duvarına asılırdı. Cahiliye Dönemi’nde kabileler arasında siyasi bir birlik olmamasına rağmen ticari açıdan bir birlik söz konusuydu.
Dinî Hayat: İslamiyet’in doğduğu yıllarda Arap Yarımadası’nda bulunan dinler Yahudilik, Hıristiyanlık, Putperestlik ve Mecusilik idi. Arabistan’da yaşayan dinlerden en önemlisi ve en eskisi Yahudiliktir. Bu din Filistin’den Suriye-Hicaz arasındaki yerlere sığınmak zorunda kalan Yahudiler aracılığıyla gelmiş ve Yesrib’e kadar girmiştir. Ticari yollarla da Yemen’de yer etmiştir. Medine çevresi ve Yemen hariç tutulursa Yahudilik, Araplar arasında pek fazla tutulmamıştır. Mevcut Yahudiler de Filistin’den gelmişlerdir.
Hristiyanlık, Arap Yarımadası’nın kuzey bölgesinde, birçok Arap kabilesi arasında yayılmıştır. Güneydeki Necran bölgesinde de çok yoğun olmamakla beraber Hristiyanlar bulunuyordu. Hristiyanlık, Orta Arabistan’daki putperestler üzerinde, önemli bir etki gösterememiştir.
İslam’ın doğduğu sırada Arap Yarımadası’nda Mecûsîler de bulunuyordu. Sâsânî İmparatorluğu’nun resmî dini olan Mecusîlik, Araplar arasında pek itibar görmemiştir. Arap Yarımadası’nda bulunan Mecusîlerin büyük çoğunluğu Bahreyn, Yemen ve Umman’da oturan İranlılardan ibaretti.
Arap Yarımadası’nda Sâbiîler de bulunuyordu. Bunlar Kur’an-ı Kerim’de, Yahudiler ve Hıristiyanlarla birlikte anılmış ve kendilerine Müslümanlar tarafından ehlikitap muamelesi uygulanmıştır. Sâbiîler, evreni yaratan güçlü bir varlık olduğuna inanıyorlardı. Sâbiîlerin kutsal metinleri, kendilerine özgü dua, oruç, kurban gibi ibadetleri vardı. Bunun yanında alkollü içkilerin haram olması, heykellere tapmanın büyük günah kabul edilmesi gibi yasakları vardı.
Yemen, Harran ve Irak’ın yukarı kesimlerinde yıldızlara tapanlar mevcuttu. Cahiliye Dönemi Araplarında gök cisimlerine tapanlar da vardı.
İslamiyet’in doğduğu sıralarda Araplar arasında putperestlik yaygındı. Kuzey Arapları, başlangıçta Tevhit inancına sahiptiler. Kâbe, tek tanrı inancının simgesiydi. Putperestlik onlar arasına dışarıdan sokulmuş ve daha sonra Allah’a şirk koşmayı adet haline getirmişlerdi. Putlara, heykellere ve dikili taşlara tapmaya başlamışlar, putperestliğin doğal sonucu olarak put evleri şeklinde çok sayıda tapınak yapmışlardır. Ayrıca her aile bir put edinip evine koyarak ona tapardı.
Kâbe’de 360 put vardı. Bunların en büyüğü ve önemlisi Hübel idi. Bu putun Mekke’ye Amr bin Luhay tarafından Suriye’den getirildiği rivayet edilir. Hübel’in dışında Lat, Menât ve Uzzâ gibi büyük putlara da tapınılmaktaydı. Kur’an-ı Kerim’de Yarımada’nın çeşitli yerlerinde bulunan putlardan söz edilmektedir.
Cahiliye Dönemi’nde Allah’ın birliğine inanan, putperestliği reddeden ve Kureyş’in yanlış adet ve inançlarına karşı çıkan bazı kimseler de vardı. Bunlara Hanif denilmektedir. Hanif olarak bilinenlerden bazıları; Varaka bin Nevfel, Ubeydullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd bin Amr’dır. Hanifler, Hz. İbrahim’in dinini yaşatmaya çalışırlar, putperestlikle ve kötü âdetlerle mücadele ederlerdi.
Hz. Muhammed (s.a.v), 20 Nisan 571 tarihinde Mekke’de doğdu. Babasının adı Abdullah, annesinin adı ise Âmine’ dir. Babası Abdullah, doğumundan kısa bir süre önce vefat etmişti. Annesi ona Ahmed adını vermişti.Torununa Muhammed adını veren dedesi Abdülmuttalip, onun bakımını da üstlendi.
Hz. Muhammed (s.a.v), dört yaşına kadar Halime adında bir sütanneye verildi. Dört yaşından altı yaşına kadar öz annesi Âmine ile yaşadı. Annesinin altı yaşında iken vefat etmesi üzerine, sekiz yaşına kadar dedesi Abdulmuttalibin yanında kaldı. Dedesinin vefatı üzerine amcası Ebu Talip onu himayesine aldı. Hz. Peygamber’in gençlik dönemi hakkında fazla bilgi olmamakla beraber, amcalarıyla beraber ticaret yaptığı ve çobanlık yaptığı bilgileri kaynaklarda yer alır. Yine Ficar savaşlarına katılması ve Hılfu’l-Fudul oluşumu içinde yer alması gençlik dönemi içinde olmuştur. Yirmibeş yaşında ise kendisiyle ortaklık yaptığı Hz. Hatice ile evlenmiştir. Bundan sonraki hayatını ise ticaret yaparak devam ettirmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v), 35 yaşından sonra yaşadığı toplumun kötülüklerinden uzak kalmak için yalnızlığı tercih etmeye başladı. Ramazan ayı gelince Mekke yakınlarında bulunan Nur Dağı’ndaki Hira Mağarası’na giderek inzivaya çekilirdi. Burada düşünceye dalıyor, Allah’ı ve yaratıcı kudretini düşünerek, ibadet ediyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.v) bu arınma, ibadet ve tefekkür hâli kırk yaşına kadar devam etti. Bu süreçte gördüğü bazı rüyalar aynen çıkıyordu. Vahyin gelişine kadar bu tür rüyalar devam etti.
Miladi 610 yılı ramazan ayında ve Kadir Gecesi’nde Hz. Muhammed (s.a.v) Hira Mağarası’nda inziva hâlinde iken Cebrail isimli vahiy meleği ona “Oku” diye hitap etti. Hz. Muhammed (s.a.v), “Ben okuma bilmem.” cevabını verdi. Melek, tekrar “Oku!” diye seslendi. Hz. Muhammed (s.a.v) ise yine “Ben okuma bilmem.” dedi. Cebrail üçüncü kez Peygamberimize “Oku!” deyince Hz. Muhammed (s.a.v), “Ne okuyayım.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Cebrail “Alak” suresinin ilk beş ayetini okudu: “Yaratan Rabb’inin adıyla oku! O, insanı alâktan (embriyo) yarattı. Oku! Rabb’in nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti.”
Hz. Peygamber (s.a.v), vahye muhatap olunca çok heyecanlandı. Eve gelince eşi Hz. Hatice’ye “Beni örtün, beni örtün.” diyerek uykuya daldı. Uyanınca yaşadıklarını Hz. Hatice’ye anlattı. Hz. Hatice onu teselli etti. Hz. Hatice, Peygamberimizi yanına alarak beraberce Varaka bin Nevfel’e gittiler. Hz. Peygamber yaşadıklarını ona anlattı. Bilge bir kişi olan Varaka, bunun bir peygamberlik işareti olduğunu ona söyledi. Hz. Muhammed’e (s.a.v) gelen bu ilk vahiyden sonra bir müddet vahiy gelmedi. Bu döneme “Fetretü’l-Vahiy” denir. Müddesir suresinin ilk beş ayetinin inmeye başlamasıyla bu dönem sona ermiştir.
İslam’ı ilk kabul eden Hz. Hatice olmuştur. Ardından Hz. Ali, ondan sonra Hz. Zeyd Müslüman oldu. Müslümanların dördüncüsü Hz. Ebu Bekir olmuştur. Bunlara “İlk Müslümanlar” denir.
Hz. Muhammed’in (s.a.v), gizli davet dönemi üç yıl sürmüştür. Bu dönem, “Şimdi sen, sana ne emredilmişse onu açıkça onlara söyle. Müşriklere aldırma.” ve “ En yakın akrabanı uyar.” ayetlerinin nazil olması ile sona ermiş ve açıktan davet dönemi başlamıştır.
İslam’ın Mekke’de her geçen gün hızla yayılması ve putlar hakkında, “Siz ve Allah’tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz. Eğer onlar ilah olsalardı oraya girmeyeceklerdi. Hepsi orada temelli kalacaktır.” ayetinin inmesi, Mekkeli müşrikleri endişelendirip kızdırdı. Bunun üzerine Ebu Talip’e gidip onu tehdit ettiler. Sonuç alamayınca Hz. Peygamber’e İslam’dan vazgeçmesi ve putlara dokunmaması karşılığında liderlik, servet ve benzeri tekliflerde bulundular.
Teklifleri reddedilen müşrikler, Hz. Peygamber’e karşı tutumlarını sertleştirdiler. Diğer taraftan ise Bilal-i Habeşi ve Yasir ailesi gibi bazı zayıf ve kimsesiz Müslümanlara da zulüm ve işkence uyguladılar. Özellikle Mekke’de onların durumunda olan kişilerin, Müslüman olması için gözlerini korkutmayı amaçlıyorlardı.
Kureyşli müşrikler birtakım dinî, ekonomik, siyasi ve sosyal gerekçelerle İslam’ı kabul etmek istemiyorlardı. Onlar, Allah’a inandıklarını söylemekle birlikte aracı olarak kabul ettikleri putlara tapıyorlardı. Allah’ın tek ve bir oluşuna inanmak, onların mantığına ters geliyordu. Ahirete inanmayan müşrikler, yaptıkları kötülüklere karşılık putlara bir kurban keserek affolunduklarına inanıyorlardı. Müslüman oldukları takdirde bu davranışlarını sürdüremeyeceklerini düşünüyorlardı.
Putlarla dolu olan Kâbe, müşrikler için bir kazanç kapısıydı. İslam’ın Mekke’de hâkim olması durumunda çevre kabilelerle olan ilişkilerinin bozulacağına inanıyor, Kureyş’in saygınlığı ve üstünlüğünün zarar göreceğini düşünüyorlardı. Mekke’de yönetim zengin ve güçlü kişilerin elindeydi. Kölelik ve köle ticareti yaygındı. İslam ise köleliğe karşı çıkarak tüm insanların doğuştan hür olduğunu kabul ediyordu. Bu durum müşriklere göre toplumsal yapının bozulmasıydı. Mekkeli müşrikler, köle ile efendiyi eşit saydığı için Peygamberimize tepki gösterdiler.
Mekkeli müşriklere göre, peygamberlik Hz. Muhammed’e (s.a.v) değil, Velid bin Muğire ile Ebu Mesut Amr bin Umeyr es-Sakafî gibi zengin, güçlü ve soylu kişilere gelmeliydi. Onların bu düşüncelerine Allah,“Ve yine şöyle derler: “Bu Kur’an, neden iki şehrin ileri gelenlerine inmiş değil? Rabb’inin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar?” şeklinde cevap vermiştir.
Mekke’de Müslümanlara yönelik eziyet ve işkenceler hat safhaya ulaşmıştı. Bazı Müslümanlar, yakınları tarafından evlerine hapsediliyordu. Kimsesiz bazı Müslümanlar da sıcak çöl kumları üzerinde işkenceye tabi tutuluyorlardı. Sümeyyeve eşi Yasir gibi kimi Müslümanlar da işkencelerle şehit edilmişlerdir.
Bu durumu gören Hz. Peygamber, “Habeş ülkesine gidebilirsiniz. Zira orada kimseye zulmetmeyen bir hükümdar var. Orası doğruluk ve hakikat yurdudur. Allah bir kolaylık verene kadar orada kalın.” dedi. Bunun üzerine 615 yılında dördü kadın on biri erkek olmak üzere on beş kişiden oluşan ilk kafile Habeşistan’a hicret etti. Bu ilk kafile, Habeş Necaşisi Ashame tarafından güzel karşılandı. Müslümanlar orada dinlerini rahatça yaşıyorlardı. İlk hicretten bir yıl sonra 616 yılında seksen iki erkek, on sekiz kadından oluşan ikinci kafile Peygamberimizin amcasının oğlu Cafer bin Ebi Talip’in başkanlığında Habeşistan’a hicret etti.
Necaşi, muhacir Müslümanları Mekkeli müşriklere iade etmeyip onları himaye etti. Onlara her türlü kolaylığı sağladı.
Peygamberliğin altıncı yılında Hamza ve Ömer’in Müslüman olmaları, Hz. Peygamber ve Müslümanları çok sevindirmişti. Çünkü onlar güçlü ve itibar sahibi kişilerdi. Özellikle Hz. Peygamberi öldürmeyi hedefleyen Ömer’in Müslüman olması müşrikleri şaşkına çevirmişti. Bunun sonucunda Müslümanlar güç kazanmış ve çekinmeden Kâbe’de ibadet etmeye başlamışlardı.
Kureyş’in önde gelenleri, Ebu Cehil’in başkanlığında toplanarak Müslümanlara yönelik boykot kararı aldılar. Boykot şu hususları içermekteydi:
Müslümanlar ve onları destekleyen akrabaları Ebu Talip Mahallesi’ne zorunlu olarak taşındılar. Bu boykot üç yıl kadar sürdü. Bu süre içinde Müslümanlar büyük sıkıntı çektiler.
Boykottan rahatsız olan vicdan sahibi bazı müşrikler, bu zulme son vermenin yollarını arıyorlardı. Hişam bin Amr ve dört arkadaşı boykotu kaldırmak için harekete geçip artık bu zulme ortak olmayacaklarını ilan ettiler. Böylece muhasara kalkmış oldu.
Peygamberliğin onuncu yılı 620 yılında muhasaradan bir müddet sonra Peygamberimizin amcası Ebu Talip, ondan kısa bir süre sonra da Hz. Hatice vefat etti. Peygamberimiz her ikisinin de vefatına çok üzüldü. Bu yıla “hüzün yılı” adı verildi. Ebu Talip’in vefatı üzerine Peygamberimizi himaye edecek kimse kalmayınca müşrikler ona karşı saldırganlıklarını arttırdılar. Bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.v), İslam’ı Mekke dışına da yaymak ve destek bulmak amacıyla Taif’e gitmeye karar verdi.
Peygamberimiz, 620 yılında evlatlığı Zeyd bin Harise’yi de yanına alarak Taif’e gitti. Taif’in liderleriyle görüşerek onlara İslam’ı anlattı. Ancak onlar Peygamber’in davetini reddettiler. Onunla alay ederek onu taşlamaları için köleleri ve çocukları kışkırttılar. Ayakları kanlar içinde kalan Hz. Peygamber (s.a.v) ve Zeyd güçlükle oradan uzaklaştı. Bir bağa sığındılar. Burada Addas adındaki bir köle onlara üzüm ikram etti. Addas daha sonra Müslüman oldu. Hz. Peygamber (s.a.v), Mutim bin Adiyy adındaki bir Mekkelinin himayesiyle tekrar Mekke’ye dönebildi.
Allah (c.c), peygamberliğin 11. yılında (M 621) Hz. Muhammed’e, İsra ve Miraç mucizeleri ile ilahî lütuf ve ihsanlarda bulundu.
Peygamberimiz, bir yandan İslam’ı Mekkelilere tebliğ ederken öte yandan hac mevsiminde dışarıdan gelenlere de anlatıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v), 620 yılında hac için Mekke’ye gelen Hazreç kabilesinden Medineli altı kişiyle Akabe’de görüştü ve onlara İslam’ı anlattı. Onlar da İslam’ı kabul ettiler ve bir yıl sonra aynı yerde buluşmak üzere sözleştiler. Medine’ye döndükleri zaman Hz. Muhammed’i (s.a.v) ve İslam’ı anlattılar.
Ertesi yıl, Medine’den hac kafileleriyle birlikte gelen Evs ve Hazreç kabilelerinden toplam on iki Müslüman yine Akabe mevkiinde Hz. Peygamber’le gizlice buluştu. Burada Hz. Peygamber’le bir sözleşme yaptılar. 621 yılında yapılan bu sözleşmeye göre orada bulunanlar, “Allah’a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, kimseye iftira etmeyeceklerine, Allah’a ve Resulüne itaatten ayrılmayacaklarına” dair söz verdiler. Bu sözleşmeye İslam tarihinde Birinci Akabe Sözleşmesi (Biatı) denilmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v), bu sözleşme sonrasında Mus’ab bin Umeyr’i İslam’ı anlatmak üzere Medine’ye gönderdi. Mus’ab’ın çalışmaları sayesinde bir yılda Medine’de Evs ve Hazreç kabilelerinin tamamına yakını Müslüman oldu. Hz. Peygamber (s.a.v), durumu haber alınca çok sevindi.
622 yılının hac mevsiminde Medine’den Mekke’ye çok kalabalık bir grup geldi. Aralarında ikisi kadın, yetmiş beş Müslüman da bulunmaktaydı. Akabe’de Peygamberimizle görüşen Müslümanların başında Mus’ab bin Umeyr vardı. Peygamberimiz, “kadınlarını ve çocuklarını korudukları gibi kendisini de koruyacaklarına, iyi ve kötü günlerde kendisine itaat edeceklerine, bollukta ve darlıkta mali yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına”15 dair Medinelilerden söz istedi. Onlar da Allah’ın Resulüne her şartta kendisini koruyacaklarına dair söz verdiler ve onu Medine’ye davet ettiler. Bu sözleşmeye de İkinci Akabe Sözleşmesi denir.
Peygamberimizin isteği üzerine Medineliler on iki temsilci seçtiler. Bu temsilciler aracılığıyla Hz. Peygamber’le güvenli bir şekilde irtibat kurulacaktı. Aynı zamanda bu temsilciler Medine’de insanlara İslam’ı anlatacak, hicret edecek Müslümanlar ve Hz. Peygamber için gerekli hazırlıkları yapacaklardı. Medineli Müslümanlar dikkatleri üzerlerine çekmeden Akabe’den gizlice ayrıldılar.
Müslümanlar, İkinci Akabe Sözleşmesi’nden
sonra Mekke’de dinlerini serbestçe yaşayabilme
imkânlarının kalmaması ve can güvenliklerinin tehlikeye
girmesi sebebiyle Peygamberimizin izniyle küçük gruplar hâlinde Medine’ye hicret etmeye başladılar.
Mekkeliler için tehlike başlamıştı. Çünkü onlara göre İslam’ın Medine’de hâkim olması onların ticaret
yollarını tehlikeye sokacaktı. Bu durum Mekke’nin siyasi ve ekonomik varlığını tehdit edebilirdi. Ayrıca Müslümanlar diğer Araplarla ittifak yaparak Mekke’ye saldırabilirlerdi. Bunun için hicreti engellemeye çalıştılar. Hicret için yola çıkan Müslümanlardan yakaladıklarını hapsediyorlar, eşleri birbirinden ayırıyorlar ve mallarına el koyuyorlardı. Örneğin Ümmü Seleme kocası ve oğluyla beraber hicret yolundayken müşrikler tarafından yakalanmış, kocası hapsedilip oğlu da annesinden alınarak uzun süre görüşmeleri engellenmiştir.
Müşrikler, “Darü’n- Nedve”de bir araya gelerek Peygamberimizin öldürülmesine karar vermişlerdi. Ebu Cehil’in, “Kureyş’in bütün kollarından birer genç seçelim. Bunlar Muhammed’e beraber hücum etsinler ki kimin darbesi ile öldüğü belli olmasın. Böylece Haşimiler bütün Kureyş kabilelerini karşılarına alamazlar ve kan davasına kalkışamazlar. Diyete razı olurlar ve bu konu kapanır.” şeklindeki teklifi kabul gördü. Müşrikler bu suikast planı üzerinde ittifak ettiler.
Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber (s.a.v), yerine Hz. Ali’yi bırakarak ona, “Bu gece gidiyorum. Sen benim yatağımda yat. Benim yorganımı üzerine ört ki müşrikler yatakta benim yattığımı zannetsinler. Hoşlanmadığın bir şey sana isabet etmez. Şu emanetleri sahiplerine teslim et ve birkaç gün sonra sen de gel.” dedi ve Hz. Ebu Bekir ile birlikte gizlice yola çıktı.
Müşrikler, Hz. Peygamber’i öldürmeye geldiklerinde yatakta yatanın Hz. Ali olduğunu gördüler. Hz. Muhammed’in (s.a.v) gittiğini anlayan müşrikler, Medine’ye giden bütün yolları tutmaya ve her yerde onu aramaya başladılar. Ancak tüm aramalara rağmen müşrikler onları bulamadılar ve geri döndüler. Peygamberimiz ve Hz. Ebu Bekir, Sevr Dağı’nda üç gün üç gece kaldılar. Daha sonra güzergâh değiştirerek sahil yolundan Kuba’ya ulaştılar.
Bir süre orada kalıp Kuba Mescidi’ni inşa ettiler. Bu mescit Resulullah’ın inşa ettiği ilk mescittir. Hz. Ali, emanetleri sahiplerine verdikten sonra gelip Kuba’da onlara yetişti. Cuma günü Kuba’dan ayrılarak Medine’ye doğru yola çıktılar ve Ranuna Vadisi’nde ilk cuma namazını kıldılar. Daha sonra Medine’ye hareket eden Hz. Peygamber ve arkadaşları, Medine’de büyük bir coşkuyla karşılandılar.
Hz. Muhammed (s.a.v), Medine’ye hicret ettiğinde orada Araplardan Evs ve Hazreç, Yahudilerden de Kaynuka, Kurayza ve Nadir kabileleri yaşamaktaydı. Hem Evs ve Hazreç arasında hem de Araplarla Yahudiler arasında rekabet ve çatışma vardı.
Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettikten sonra şehrin huzur ve güvenliğini sağlamak için çeşitli faaliyetlerde bulundu. İlk icraat olarak Mescid-i Nebi’yi inşa etti. O günün ihtiyaçları gereği Peygamber mescidinin birçok fonksiyonu vardı. Burada ibadet, eğitim-öğretim ve istişareler yapılırdı. Askerî işler görüşülür, elçiler kabul edilirdi. Ayrıca bağışlar ve vergiler burada toplanır ve dağıtılırdı. Esirler burada tutulur ve yaralılar mescitte tedavi edilirdi. Medine’de yanlarında kalabilecek kimseleri olmayan fakir ve yoksul sahabeler için mescidin yanında suffe adı verilen bölümler yapıldı. Burada eğitim-öğretim yapılıyor, aynı zamanda burası bir nevi yurt gibi kullanılıyordu.
Peygamberimiz daha sonra ensar ile muhaciri birbirlerine kardeş ilan etti. Böylece hem muhacirlerin sıkıntıları azaldı hem de din kardeşliği pekişmiş oldu. Bu kardeşlik aynı zamanda kabilecilik anlayışına son verdi. Bu yolla Hz. Muhammed (s.a.v), Medine’de yeni bir toplum oluşturmak istiyordu.
Hz. Peygamber, Müslümanların ve gayrimüslimlerin sayısal güçlerini ve konumlarını öğrenmek için nüfus sayımı yaptırdı. Bundan sonraki siyasi, sosyal, ekonomik ve askerî işler bu nüfus sayımı esas alınarak düzenlendi.
Hz. Muhammed (s.a.v), Medine’de bulunan tüm Müslüman, Yahudi ve müşrik kabilelerin katıldığı bir sözleşme imzaladı. Bu sözleşme esas alınarak kurulan Medine Şehir Devleti, anayasası olan çok hukuklu bir yapıya sahipti. Buna göre Yahudiler iç işlerinde özerk olup Medine’nin savunması gibi konularda sözleşme esaslarına uyacaklardı. Farklı din mensupları için de din ve vicdan hürriyeti vardı. Bu sözleşme sayesinde toplumda barış, huzur ve güven ortamı sağlanmış oldu. İslam tarihinde bu sözleşmeye ”Medine Sözleşmesi” veya “Medine Vesikası” denir.
Medine İslam devletinin siyasi, askerî ve dinî ilişkilerinin stratejisini bu şehirde ve bölgede yaşayan diğer grupların tutumları belirlemiştir. Medine’de yerleşmiş ve bir müddet varlıklarını devam ettiren Kaynuka, Nadir ve Kureyza Yahudileri bu ilişkilerde ehli kitap olmaları noktasında önemli bir yer işgal eder. Yine Hicaz bölgesinde Hayber ve civarında yaşayan Yahudi kabileleri de aynı kapsamda yer alır. Diğer taraftan henüz Müslüman olmamış Medine içinde ve civarda yaşayan müşrik Arapların tutumları süreç açısından önemlidir.
Hz. Peygamber (s.a.v) ve Müslümanların Medine’ye hicret etmelerine sebep olan Mekke müşriklerinin bu safhada ortaya koydukları tutumlar baştan beri bilinmekteydi. Mekke’de başlayan saldırganlıkları Müslümanların Medine’ye hicret etmesiyle dinî olmaktan çıkmış askerî ve siyasi boyutlara da ulaşmıştı.
Hicaz bölgesinde yoğun olmamakla beraber Arap Yarımadası’nın muhtelif yerlerinde yaşayan Hristiyan toplulukları da İslam’ın hızla
yayılış süreci içinde ilişki kurulan topluluklardandı. Bu ilişkileri adı geçen gruplar bağlamında verilen tablodaki şekilde görelim..
Medine’de Müslümanların güç hâline gelmesinden rahatsızlık duyan Mekkeli müşrikler düşmanlıklarını devam ettirdiler. Çünkü onlar Medine’de yayılan İslam’ın bir süre sonra Mekke’deki sosyal, iktisadi ve dinî yapıyı etkileyeceğinin farkındaydılar. Müslümanlar ise artık müşriklere karşı kendilerini koruyabilecek bir konuma gelmişlerdi.
Mekke Dönemi’nde Müslümanlar, müşriklerin eziyet ve işkencelerine karşılık vermedi. Hz. Peygamber (s.a.v) ve arkadaşları uğradıkları hakaret ve kötü davranışlara sabırla karşı koydular. Çünkü müşriklere karşı koyacak bir güce sahip değildiler. Daha sonra Medine’de devlet kuran Müslümanlar, siyasi ve askerî bir güç hâline geldi. Dolayısıyla Allah, Medine Dönemi’nde savaşa izin verdi.
Her zaman barıştan yana olan Peygamberimiz (s.a.v), müşriklerin aynı düşüncede olmadıklarını, Müslümanları yok etme kararlılığında olduklarını biliyordu. Bundan dolayı onların hareketlerini kontrol altında tutmak, Medine’yi muhtemel bir saldırıdan korumak için Medine’ye yakın bazı stratejik noktalara seriyye ve gazveler düzenledi. Bedir Savaşı’ndan önce dört tane seriyye düzenlendi. Abdullah bin Cahş komutanlığında gerçekleştirilen Batnı Nahle Seriyyesi dışındakilerde herhangi bir çarpışma meydana gelmedi. Müşriklerle yapılan ilk büyük sıcak temas Bedir Savaşı ile gerçekleşmiştir.